Abdullah Gül’ün adaylığı: Çoktan kapanmış bir defter

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı

Merhaba, iyi günler. Abdullah Gül konuşuyoruz. Aslında Abdullah Gül konuşmuyor, işin ilginç yanı da bu. Kendisi hakkında konuşulmasını istiyor mu çok emin değilim. Öyle bir şeye niyeti olsaydı bir şekilde birtakım işaretler verebilirdi, pek yapmıyor. Uzun bir süredir sessizliği tercih ediyor. Eski tweet’leri de olmasa, kendisi hakkında dolaşımda çok fazla bir şey de yok; fakat son günlerde, Davutoğlu’nun ve Karamollaoğlu’nun ziyaretleriyle birlikte yine adı geçmeye başladı ve Millet İttifakı’nın yeni adayı olup olmayacağı konuşulmaya başlandı; hatta öyle ki, bir yerde bizim Levent Gültekin yine Abdullah Gül’ü savunmaya kalktığı için de o klasik, geleneksel saldırılara maruz kaldı. 

Böyle garip bir kısır döngü var; ne zamandan beri yaşanan bir döngü var. Aslında ne zamandan beri? 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminden beri böyle bir şey dönem dönem yaşanıyor; çünkü 2018’deki olay ciddiydi, doğruydu, orada bir defter açılmıştı. Ama o defter kapandı ve bence o tarihten sonra, özellikle de son yerel seçimlerin ardından artık bir daha açılmamak üzere kapandı.

Dünkü yayında da bir şekilde böyle söylemiştim; ama bugün bunu biraz daha açmak istiyorum. Şimdi, zamanında defter nasıl açılmıştı? O tarihte, bir Millet İttifakı oluşturuldu, ama cumhurbaşkanı adaylığı konusu çok muallaktaydı, neyi nasıl yapacakları konusunda çok net değildi, bugünkünden çok farklıydı ve herkesin kendi başına aday olması, her partinin kendi adayını çıkartması gibi bir yola gidildi biliyorsunuz. Ancak o tarihte, bir yerde Karamollaoğlu’yla Kılıçdaroğlu ortak olarak Abdullah Gül’ün Millet İttifakı’nın adayı olmasına karar verdiler, yani bunu kabul ettirmek istediler. Böyle bir mutabakata vardılar. Abdullah Gül de buna yanaştı; ama Meral Akşener’in itirazıyla beraber bu proje suya düştü, CHP de Muharrem İnce’yi aday gösterdi ve sonuçta Erdoğan, ilk turda rahat bir şekilde kazandı. 

    Niye o tarihte böyle istendi? O tarihte şöyle bir akıl yürütme vardı — ki bunun doğru olduğu anlaşılıyor Erdoğan’ın aldığı oydan: Erdoğan’ın belli bir gücü var, yüzde 50 + 1 oyu MHP’nin de desteğiyle alması çok kuvvetle muhtemel, dolayısıyla Erdoğan’ın seçilmemesi için Erdoğan’a oy vermeyi düşünen kesimlerin oy vermeyi düşünebileceği bir aday çıkartmak. Ve akla gelen, Abdullah Gül’dü. O günün şartlarında belki de o profilde bir isim olarak en uygun isimdi.

Kazanırdı kazanmazdı o ayrı bir şey, ama seçimin sonucu kesinlikle farklı olurdu, onu kabul etmek lâzım. İkinci tura kalır mıydı? Yani orada HDP’nin bir adayı var, birtakım başka küçük adaylar, belli sayıda imzayı bulabilenlerin çıkarttığı adaylar da olabilirdi. Erdoğan, Gül ve Demirtaş böyle bir şeyde ikinci tura kalır mıydı ve ikinci turda kim kazanırdı? Bunlar artık çok spekülatif; ama o tarihin konjonktüründe bu denenebilecek bir şeydi ve hatırlayacaksınız, bunu medyada hasbelkader ilk ben dile getirdim. Dile getirdiğim için de sanki Abdullah Gül’ün adaylığını istiyormuşum gibi küçük çaplı bir lince tâbi tutuldum. Özellikle, o dönemdeki birtakım isimleri unutmuş değilim. Gazetecilik faaliyetinden bir siyasî hesap çıkartmaya kalktı bazı isimler — beni şaşırtan bazı isimler. Neyse, bu kişisel bir mesele, bunu bir kenara koyalım; ama sonuçta ne oldu? Erdoğan çok rahat bir şekilde seçimi kazandı. 

Sonraki süreçte, Erdoğan’ın Abdullah Gül isminden rahatsız olduğunu, aday olma ihtimalinden rahatsız olduğunu da nereden biliyoruz? Helikopterle ayağına iki güvendiği ismi, Hulusi Akar’la İbrahim Kalın’ı yollamasından, saatlerce onu ikna etmeye çalışmalarından biliyoruz. Abdullah Gül, daha sonra ortak aday gösterilmeyince, adaylıktan çekildi; onun yaptığı basın toplantısını da yerinden –çalışma mekânında, bahçesinde yapmıştı– izlemiştim ve onun yakınındaki isimlerden de olayın background’ını, arka planını bayağı bir öğrenmiştim. Şimdi, o zamandan bu zamana, Abdullah Gül adı hâlâ gündeme getiriliyor, ama artık bunun bir anlamı yok; çünkü 31 Mart yerel seçimi bize gösterdi ki Erdoğan’ın kazanma ihtimali yok. Erdoğan’a karşı çıkacak olan kişinin temel özelliğinin Erdoğan’ın tabanından oy alabilecek; daha doğrusu Erdoğan’ın tabanından da demeyeyim, Erdoğan’a oy vermeye niyetli insanları caydırabilecek birisi olsun diye bir arayış içerisine girmeye gerek yok. Çünkü, şu hâliyle baktığımızda İYİ Parti artı CHP, AKP artı MHP’den daha fazla oy aldığı da ileri sürüyor birçok kamuoyu araştırması. Bunlara diğerleri de eklenirse ve HDP’nin de desteği doğrudan ya da dolaylı eklenirse zaten durum belli.

    Yani, buradaki adayın Erdoğan’ın oylarını azaltma gibi bir iddiası olması gerekmiyor. Birincisi bu. İkincisi, yerel seçimlerde görüldüğü gibi, burada doğrudan siyaset yapan, ama temel sorunlar üzerinde siyaset yapan ve bunu yaparken de neredeyse partiler üstü bir pozisyonda hareket eden kişilerin başarı şansı hayli yüksek. Ekrem İmamoğlu buna bir örnek, Mansur Yavaş diğer bir örnek, CHP’nin diğer belediye başkanlarının da siyasî profillerinin çok güçlü olmadığını görüyoruz. Yani böyle bir, eski tâbirle militan partili görünümlü insanlar değil. En militan görünümlüsü de herhalde olsa olsa, İzmir’de Tunç Soyer olur. Tunç Soyer de hiç öyle militanlıkla beraber tanımlanabilecek birisi değil; ama çok köklü biçimde solda yer alan birisi olarak o olabilir.

Bir diğer husus şu: Eğer AKP’den kopmuş olan partiler, Gelecek ve DEVA, bunlara ek olarak Saadet Partisi çok ciddi bir ağırlığa sahip olabilselerdi, o zaman Abdullah Gül ya da benzeri bir isme ihtiyaç olabilirdi. Yani, şöyle bir şey çıkardı ortaya: “İşte, burada da görüldüğü gibi hâlâ bir şekilde İslâmî hareketten türetilmiş partilerin böyle bir gücü var, dolayısıyla cumhurbaşkanlığı için ortak adayı belirlerken bu gücü hesaba  katmak gerekir” düşüncesi baskın olabilirdi; fakat bakıyoruz, bir dönem, ilk kuruldukları zamanda, özellikle DEVA’nın bayağı bir ilgi uyandırması, Babacan’ın ilgi uyandırmasının ardından, şimdi, belli bir durgunluğa girildiğini görüyoruz ve bunların ağırlığının artmadığını görüyoruz.

Evet, bu partiler belli bir gücü yakalayabilmiş olsalardı, DEVA Partisi hakikaten, o söylendiği gibi ikinci bir ANAP profili çizmiş olsaydı, o zaman onların çizgisine yakın bir ismin adaylığı için neden olmasın denebilirdi — böyle bir durum yok. Ayrıca, şunu da söyleyeyim: Eğer gerçekten bu partiler, mesela DEVA bayağı bir çıkış yakalamış olsaydı, mesela yüzde 10’u zorlayacak bir noktada olsaydı, o takdirde Babacan’ın iddiası herhalde çok daha farklı olabilirdi. Yani, Gül ya da bir başkası yerine pekâlâ kendisini bile önerebilirdi.

Sonuçta o partilerin, Saadet’i de eklersek daha İslâmî kökenli partilerin gücünün belli bir sınırda kalması, AKP’yle akraba partilerin belli bir yerde kalması da Abdullah Gül gibi bir seçeneği çok da fazla anlamlı kılmıyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman, yükselişteki parti olarak İYİ Parti’yi görüyoruz net bir şekilde — ki İYİ Parti’nin adayı “Ben başbakan olacağım” deyip kenara çekildi. Diğer tarafta, CHP’nin oyları artmasa da, Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasî lider olarak popülaritesi, etkisi artıyor. Gündem belirleme kapasitesi gelişiyor; özellikle son helâlleşme çıkışı ya da bürokratlara çağrı gibi olaylarda çok net bir şekilde gördük, böyle bir yükseliş var. 

Yani yükselen, bir tarafta İYİ Parti, Meral Akşener’le beraber, bir tarafta Kılıçdaroğlu; diğer tarafta tabii yine CHP’yle beraber adları anılan Ekrem İmamoğlu’yla Mansur Yavaş var.  Böyle bir tabloda Abdullah Gül nasıl bir işe yarar? Neyi değiştirir? Ben, açıkçası böyle bir tabloda Abdullah Gül’ün fazladan bir artı getirebileceğini sanmıyorum. Hatta birtakım insanların iktidarı değiştirme şevkini de kırabilir. Çünkü, muhalefette kendini tanımlayan insanların önemli bir kısmının gözünde Abdullah Gül’le Tayyip Erdoğan arasında çok da fark yok. Var elbette bir fark; ama o kadar da yok. Dolayısıyla Erdoğan’dan kurtulma arayışıyla motive olan kişilerin, büyük bir heyecanla Abdullah Gül’e oy vermek isteyeceklerini sanmıyorum. Yani, dolayısıyla burada tam tersine bir eksi etki de yaratabilir. 

Tabii bütün bunların ötesinde, Abdullah Gül’ün böyle bir niyeti hâlâ var mı? Sanmıyorum. Kendisiyle aylar önce son görüştüğümde, hiç böyle bir şeyi sezmedim, anlamadım. Zaten, böyle bir ifadesi de yok. O, kendini bir tür partiler üstü konumda, eski bir cumhurbaşkanı olarak tarif etmeyi daha fazla tercih ediyor; belki işte, siyasete katkıda bulunabilecek birtakım çalışmaları desteklemek vs. şu bu gibi bir arayış içerisinde olur, ama kendisinin tekrar siyasete atılıp Erdoğan’ın karşısında ya da bir başkasının karşısında seçime girmek isteyeceğini sanmıyorum. 

Bunu sanmamakla beraber, şunu da düşünüyorum: Erdoğan’la bir hesabı var. Siyasî bir hesabı var. Kişisel bir hesabı var mı yok mu onu bilmiyorum, ama siyasî bir hesabı var; çünkü burad,a Bülent Arınç da arada sırada bunu dile getiriyor biliyorsunuz: “Biz bu hareketi, bu partiyi birlikte kurduk; sonunda Erdoğan hepsinin üzerine kondu” diye basitleştirerek özetlenebilecek bir yaklaşıma sahipler ve burada, Erdoğan tarafından bir haksızlığa uğramış olduğu duygusunun –Arınç’ta da var, diğerlerinde de var ama– en çok Abdullah Gül’de olduğunu düşünüyorum ve dolayısıyla böyle bir hesaplaşmayı bir şekilde hayal ediyor olabilir; ama bu hesaplaşmanın yeri sandıkta olacağa benzemiyor bence. Artık bu defter gerçekten kapandı. Bir daha açılmasının mümkün olduğunu sanmıyorum, anlamı olduğunu da sanmıyorum. Erdoğan’ın da şu anda, “Aman Abdullah Gül karşıma aday çıkacakmış, yine bir helikopter yollayayım” diyeceğini de sanmıyorum. 

Erdoğan şu aşamada, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş’ın ve hatta Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisinin karşısına aday çıkması hâlinde nasıl onları yenebileceğini düşünüyor, bunu “kara kara düşünüyor” diyelim ve bunun çok da mümkün olmadığını görüyor. O tarihte, üç yıl önce bir tür konjonktürün dayatması gibi olan ama kabul ettirilemeyen bir formülü, bugün konjonktür bu kadar değişmişken, yerel seçimler yaşanmışken, ülkedeki ekonomik kriz ortadayken ve AKP’den kaçış sürerken o formülün tekrar gündeme getirilmesinin çok anlamlı bir şey olduğunu sanmıyorum. 

Tabii burada bunu gündeme getirmemize neden olan husus bence esas olarak bu AKP’yle akraba olan partilerin –Saadet de bunlara dahil–, Gelecek ve DEVA partilerinin belli bir aşamadan sonra çok ciddi bir şekilde gündem belirleme kapasitelerini kaybetmiş olmaları var. Dolayısıyla onların Abdullah Gül’e ihtiyacı olabilir — kendilerinin biraz daha silkinmesine yardımcı olacağı düşüncesiyle. Ama şunu özellikle söyleyeyim — dün de vurguladım: Davutoğlu’nun Abdullah Gül’den bir destek bekliyor olması söz konusu mudur çok emin değilim. Eğer böyle bir şey varsa bunun çok da fazla olacağını sanmıyorum; çünkü Abdullah Gül’ün Erdoğan’la olan rekabetinde –öyle diyelim, yumuşatarak söylüyorum: rekabetinde– Ahmet Davutoğlu onun için kötü bir ayrıntı. AKP’nin genel başkanlığını devralarak, o rekabetin Gül aleyhine gelişmesinde bir rol oynadı ve bunun kolay kolay unutulacağını sanmıyorum.

Önümüzdeki dönemde ilk yapılacak seçimde bence sadece Erdoğan dönemi kapanmayacak, aslında tüm bu AKP dönemi bir şekilde kapanmış olacak. Dolayısıyla Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ne kadar çok hatırlatıyorsa birileri, o kadar çok şansları düşecek — bugün itibariyle, ki bu eğilim giderek artıyor. Dolayısıyla bu bağlamda bakıldığı zaman, Abdullah Gül’ün ne aday olma şansının, ne de aday olsa seçilme şansının çok yüksek olduğunu sanmıyorum. Onun da bunları gördüğü düşüncesindeyim. Evet, sonuç olarak bunun böyle daha çok sosyal medya üzerinden giden bir atışma, sataşma vesilesi olmanın ötesinde, çok da fazla bir anlamı olacağı kanısında değilim. 

Bugün, “Transatlantik” ve “Adını Koyalım”la yine karşınızda olacağım. Onları da izlemenizi öneririm; çünkü onlarda ben konuşmuyorum, başkaları konuşuyor. Arkadaşlar, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar “Transatlantik”te, Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can “Adını Koyalım”da. “Adını Koyalım”ın başlığında “Erdoğan ve Devlet” var. Erdoğan devleti tam anlamıyla denetliyor mu? MGK bildirisine “ekonomi model”in girmiş olmasının anlamı ne? Bunları konuşacağız. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.