Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (70): Aysel Tuğluk ve İlker Başbuğ

Ruşen Çakır, “Gomaşinen” podcast serisinin 70. bölümünde, tutuklu bulunduğu cezaevinde sağlık sorunları yaşayan HDP’li Aysel Tuğluk ve eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile ilgili anılarının gazetecilik hayatının bir döneminde nasıl kesiştiğini anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 70. bölümünde Aysel Tuğluk ve İlker Başbuğ’dan bahsedeceğim. Şimdi bu iki ismi nasıl yan yana getirdin, niye getiriyorsun diye soranlar olabilir. Çünkü bu iki ismin ikisi de benim hayatımın bir ânında, yan yana değilse bile peş peşe gelmişti. Aysel Tuğluk’tan bahsediyor olmamın nedeni, tabii ki kendisinin şu anda cezaevinde yaşadığı hastalık ve yakınlarının, partililerinin ve insan hakları savunucularının, onun bir an önce tahliyesini istemeleri. Belli ki hâfızasıyla ilgili bir sorun var. Bunun da annesinin cenâzesinde yaşadıklarıyla tetiklendiği söyleniyor ve mağdur bir durumda olduğu söyleniyor. Bu anlamda da bir şekilde gündemde, hak ettiği kadar olmasa da, Aysel Tuğluk var. HDP’nin eski yöneticisi, milletvekili ve bir zamanlar, benim onunla tanıştığım tarihte, Abdullah Öcalan’ın önde gelen avukatlarındandı Aysel Tuğluk. Dolayısıyla Aysel Tuğluk’tan bahsetmek istiyordum. 

Aysel Tuğluk deyince, aklıma İlker Başbuğ geliyor. Zira, tarihleri kontrol etmedim, ama 2007’ydi sanıyorum, İlker Başbuğ Kara Kuvvetleri Komutanı’ydı. Bir sonraki Genelkurmay Başkanı olmasına kesin gözüyle bakılıyordu ve sert bir görüntüsü vardı. Ketum birisiydi ve o sıralarda PKK’nın Güneydoğu’da peş peşe karakol baskınları oldu. Çok sayıda şehitler verildi. Türkiye diken üstündeydi. Ben o tarihlerde Vatan gazetesinde yazıyordum ve de NTV’de siyâset danışmanıydım, yani yorum yapıyordum. Aynı zamanda “Yazı İşleri” programını da yapıyorduk. Bu tür konular, Kürt meselesiyle ilgili, PKK ile ilgili konular gündeme geldiğinde, muhakkak ben de ana haber bültenine ya da tartışma programlarına katılır, yorumlardım. Fakat bu üst üste gelen saldırılar, atmosferi o kadar gerdi ki ben bir müddet susmayı tercih ettim nedense. Çünkü bâzı zamanlarda konuşmak çok etkili olmayabiliyor. Bunu bir otosansür olarak değil; kendimi frenlemek olarak düşündüm. NTV’den gelen çağrıları kibarca reddettim. Öyle diyeyim. “Beni çağırmayın, başkaları çıksın” filan deyip savdım. Vatan gazetesine de hiçbir şey yazmadım. 

Ama bir an geldi, birkaç gün sonra, “İnceldiği yerden kopsun” dedim. O sırada Can Dündar, NTV’de “Neden?” diye bir tartışma programı yönetiyordu. Can, hepimizin arkadaşı, hâlâ arkadaşımız; kendisinin başına gelenlerin hepsi, yaşadığı, kendisinin ve ailesinin yaşadığı mağduriyetlerin hepsi çok üzücü ve inşallah en kısa zamanda Türkiye’ye dönerler ve özgür bir şekilde işini yapmaya devam eder. Tam benim frenden ayağımı gaza çevirmeye karar verdiğim anda, “Neden?” programı denk geldi. Dedim ki: “Tamam, beni de çıkart. Ben de konuşacağım” ve orada, hani böyle vardır ya, açtım ağzımı yumdum gözümü: Ne düşünüyorsam söyledim, yani frenlemedim. Tabii ki burada üslûbumuza filan dikkat ediyorduk, o ayrı. Ama sonuçta özetle, bu saldırıların, Türkiye’deki PKK sorununun ve Kürt sorununun, iç içe geçmiş olan bu sorunun askerî yöntemlerle çözülemeyeceğinin kanıtları olduğunu söyledim. O yaşanan genel toplumsal infial hâlinin anlaşılabilir olduğunu, ama pek bir işe yaramayacağını söyledim ve askerin politikasını, siyâsî iktidârın, hükûmetin politikasını vs. bayağı bir eleştirdim. Aynı zamanda Vatan gazetesinde de “PKK’yı Anlamak” diye birkaç günlük bir yazı dizisi yaptım ve orada da bunları yazdım. 

Hani çok abartmayayım ama, “Bir şeyler olacaksa olsun, artık konuşma zamanı, tam da şimdi konuşma zamanı” dediğim bir andı ve bir iki gün sonra bir telefon geldi — Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın özel kaleminden. Dediler ki: “İlker Başbuğ komutanımız sizinle görüşmek istiyor.” Telefonda da değil; yüz yüze. Neye uğradığımı şaşırdım ve dedim ki: “Hakîkaten bu söylediklerim, yazdıklarım başıma iş açıyor.” Ama başıma iş açılsa niye yüz yüze konuşsun? Neyse. Hem biraz ürktüm, hem de tabii çok hoşuma gitti. Yani Kara Kuvvetleri Komutanı, geleceğin Genelkurmay Başkanı çağırıyor ve ilk defa başıma böyle bir şey geliyor gazetecilik hayâtımda. Askerlerle ilgili çok şey söylemişim, ilk defa çağırıyorlar. “Tamam” dedim ve NTV yöneticileriyle, gazetedekilerle de konuştum. Bir randevu verildi. Nasıl gideceğim, kaçta orada olacağım filan… 

O sıralarda Aysel Tuğluk, benim gibi Kürt meselesiyle ilgili insanlar için çok ilginç bir profildi. Adı çok geçiyordu. Öcalan’ın en çok güvendiği avukatı olarak biliniyordu. Öcalan’la görüşen çok sayıda avukat vardı, biliyorsunuz. Hattâ onlardan bir tanesini sonradan Fethullahçılar deşifre ettiler. MİT görevlisi olduğu ortaya çıktı — o ayrı, ama önemli bir olay tabii ki. Aysel Tuğluk, Öcalan’ın en güvendiği isimlerden birisi olarak, avukatlardan birisi olarak geçiyordu ve hattâ partinin başına geçmesini istediği kişi filan deniyordu. Ben de kendisine ulaşmaya çalışıyordum. O da bana sonunda randevu verdi. İşte ben, Aysel Tuğluk ile İlker Başbuğ’u böyle birleştirdim. İlker Başbuğ’la benim için tarihî olan o görüşmeyi Kara Kuvvetleri Komutanlığı Karargâhı’nda yaptıktan sonra, Aysel Tuğluk’la bir kafede buluştuk. İlker Başbuğ’la bayağı konuşmuştuk, Aysel Tuğluk’la da belki bir o kadar konuştuk ve iki birbirinden farklı, iki uç noktadaki isimle konuştuk. Gazetecilik bence böyle bir şey. Ardından, hazır Ankara’ya gitmişken, iktidar çevresinden de tanıdığım birtakım insanlarla konuştum ve tabii ki gündem esas olarak Kürt meselesiydi, PKK’ydı. Daha sonra Türkiye’de çok şeyler değişti… Bunların hepsini biliyoruz. 

Şimdi burada İlker Başbuğ’la ne konuşacaktım? Şunu çok iyi hatırlıyorum: Kapıda beni, Özel Kalem Müdürü galiba, asker tabii o da, o karşıladı. — Hoş geldiniz, filan… Ben böyle takım elbise, kravat giymişim. — İlker Bey beni niye çağırdı? Benim söylediklerimin onun hoşuna gittiğini sanmıyorum, dedim. — İşte onun için çağırdı zâten, dedi. Eyvah, fırça yiyeceğiz herhalde diye düşündüm. Hiç öyle bir şey olmadı. Çok kibar karşıladı ve işin ilginç tarafı, benimle esas olarak PKK değil, Hizbullah konuştu. Ben gazeteciliği sürdürdüğüm Amerika Birleşik Devletleri’nden yeni dönmüştüm o sıralarda ve ABD’deki bir Think-tank’e, Soner Çağaptay’ın direktörü olduğu Washington Enstitüsü’ne bir paper yazmıştım. İngilizce basılmıştı. Ben İngilizce yazmadım tabii. Türkçe yazdım, çevirdiler. Türkiye’deki Hizbullah üzerine ve bu orada, Washington Enstitüsü tarafından basılmıştı. Daha sonra onun Türkçesi’ni Birikim’de de yayınladık. Hizbullah kitabında da bundan bayağı bir istifâde ettim, yeni baskısında. Esas, İlker Başbuğ o yazıyı, daha İngilizcesi çıkmış hâliyle okumuş ve bayağı notlar almış. Uzun uzun onunla ilgili konuştuk. Şimdi detayları hatırlamıyorum. Daha sonra PKK konuştuk. Bitti… 

Çok kibardı. Genelde sordu ve dinledi. Bittikten sonra, hiç o konu gelmedi: Fethullahçılık. O tarihlerde Fethullahçılık bayağı önemliydi, iktidarın parçasıydı. Ben kendisine Fethullahçılığı açtım. Dedim ki: “Ya böyle bir olay var. Bundan haberdarsınız herhalde. Bunlar çok ciddî çalışıyorlar. Daha FETÖ değil tabii; “Cemaat” ya da “Hizmet Hareketi, artık her neyse. İktidarın en gözettiği yer. Başbuğ ne susturdu ne de tek kelime etti. Sâdece dinledi. Ben ona, bugün FETÖ karşıtlarının söyledikleri kadar sert olmasa da bir şeyler söyledim. Tabii işin komik tarafı, acı tarafı yani, ne denir; traji-komik tarafı şu: Bizim o görüşmemiz Fethullahçılar tarafından karargâhta kaydedilmiş. Yani olduğu gibi seslerimiz kaydedildi mi bilmiyorum. Daha sonra benim hakkımda, beni yıpratma çalışmaları yapan Fethullahçılar’ın elemanları, benimle ilgili yazdıklarında, benim İlker Başbuğ’a irticâ brifingi verdiğimi yazdılar. Yerini ve saatini söyleyerek… Halbuki Kara Kuvvetleri Komutanı’na irticâ brifingi filan değildi. Bayağı oturup ben ona soru sordum, o da bana sordu; ama daha çok o sordu. Her şeyi konuşmuştuk. Bir gazeteci için, bu derece önemli bir kaynakla konuşmak tepilecek bir şey değildi. Ama belli ki İlker Bey’in her yerine sızmışlar. Belki de beni orada ağırlayanlar, kapıda duranlar, çay getirenler vs. de Fethullahçı’ydı. Bilmiyorum. 

Ardından, dediğim gibi Aysel Tuğluk’la buluştuk. Bayağı bir sohbet ettik. Sonra o sohbetin ardından kendisiyle bir arkadaşlığımız da oldu diyeyim. Yani çok sık görüşmesek de, özellikle ben Ankara’da grup toplantılarını filan izlediğimde, o da milletvekili olduktan sonra ya da nevruzlarda, Diyarbakır’da filan bayağı bir sohbetimiz olmuştur. Çok iyi yetişmiş birisiydi. Bu harekete bayağı bir şeyler kattı; ama çok yıprandı. Yıpranmasının birçok nedeni var. O hareketin içerisinde tartışmasız bir isim var: Abdullah Öcalan. Ve diğer isimler de ona yakınlıklarıyla değerlendiriliyor. Bir ara onun çok yakın diye bilinmesi, onun aleyhine de oldu diye biliyorum. İçeride de çok yıpratıldı. Daha sonra zâten hapsedildi ve orada yaşadıkları, annesinin cenâzesi vs.. Her biri çok ayrı mağduriyetler. 

Burada, iki ismi bir araya getirmemin nedeni; aslında gazetecilikteki bu mesâfe meselesi. Bu mesâfeyi koruyabildiğiniz zaman, gazeteci herkesle konuşur. Bunların kimisi yazılmak kaydıyladır; kimisi yazılmak kaydıyla değildir. Meselâ ben, İlker Başbuğ’la yaptığım konuşmayı yazmadım. Ama onunla yaptığımız konuşmada edindiğim izlenimler, benim Kürt meselesi, PKK, devletin duruşu gibi konuları daha iyi kavramama yardımcı oldu. Bu arada bir not düşeyim: Daha sonra İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı oldu ve bir kere daha beni çağırdı. Ama bu sefer daha çok konuşan, çok da fazla soru sormayan bir İlker Başbuğ vardı ve PKK konusundaki politikalarını –ki başarısız olduğu ortadaydı– bir şekilde benimsetmeye çalışan bir durumdaydı. Ama sonra başına gelenleri biliyorsunuz zâten. Onu da çok ciddî bir şekilde tasfiye ettiler ve hâlâ sivil hâlinde bile hakkında değişik soruşturmalar vs. açılabiliyor ve onu hedef olarak gösterebiliyorlar. Hükûmetin onu Fethullahçılar’ın elinden almaması ya da alamaması da başlı başına bir olaydır. 

Evet, tekrar Aysel Tuğluk’a dönecek olursak… Çok kişi şu anda cezaevlerinde mağdur durumda. Belediye başkanları, milletvekilleri, il yöneticileri, ilçe yöneticileri… Çok kişi, uzun süredir. Tabii başta Selahattin Demirtaş olmak üzere. Bunların bir nedeni var. Bunun nedeni tabii ki artık Türkiye’yi yönetenlerin Kürt sorununu çözme konusunda pes etmiş olmaları; “Zâten çözdük” diyerek geçiştiriyor olmaları. Bunu geçiştirebilmiş değiller. Bu mağduriyetlerle bunu sürdürebilecek değiller. Süleyman Soylu’nun geçtiğimiz günlerde bütçe görüşmesinde HDP’lilere yönelik söylediği, “Kürtler sizi sevmiyor” sözünün bir karşılığı olmadığını en iyi yine Süleyman Soylu biliyor. Her neyse. Çok fazla uzatmaya gerek yok. Bu olayın çok sayıda aktörü var. Bir kere Kürtler var. Kürtlerin örgütleri var — kimisi yasal, kimisi yasadışı. Bu örgütlerde yer alan isimler var. Bu örgütlerle mücâdele edenler var — asker gibi, polis gibi. Bir de ülkeyi yönetenler, bu sorunu çözmesi gerekenler var. Olayın muhâlefet ayağı var, sivil toplum ayağı var. Çok karmaşık bir olaylar bütünü. Bir gazeteci, bu tür önemli sorunlarla ilgili çalışan bir gazeteci, ne kadar birbirinden farklı kişiyle ilişkisi varsa, onlara ulaşabiliyorsa, onlarla eşit mesâfede durabiliyorsa ve onlardan bilgi ve görüş alabiliyorsa, onlarla tartışabiliyorsa, o kadar iyi gazetecilik yapma imkânına da sâhip olabiliyor. 

Bugünün Türkiye’si bu koşulların çok uzağında. Artık birçok yer gazetecilere kapalı durumda. Artık iktidar temsilcilerine ulaşmak diye bir olay söz konusu değil. İktidârın temsilcilerine ulaşsanız da onların size söyleyeceklerinin çok fazla bir anlamı yok. Bir kısmı, size güveniyorsa eğer, sizin sızdırmayacağınıza eminse, size bir şekilde –kaba tâbirle– ağlıyorlar. Kendilerinin de aslında gidişattan rahatsız olduklarını filan söylüyorlar. Ama söylediklerinin gazetecilik açısından çok fazla bir değeri yok. Çünkü “tek adam” yönetiminde, olay artık tek bir yerde düğümlenmiş durumda ve onun dışındaki insanların söyledikleri, sizin yaptığınızdan üç aşağı beş yukarı farklı değil. Onlar da sizin gibi akıl yürütüyorlar. Şu anda baktığınız zaman, gazetecilikte yapacağınız her şeyde, iktidar ayağı maalesef eksik kalıyor. Umarım en kısa zamanda, tekrar daha normal bir gazetecilik yapma ortamına döneriz. O normal zamana döndüğümüzde ben hâlâ gazetecilik yapıyor olur muyum? Çok emin değilim. Bir an önce olsa da mesleğimin son dönemlerinde tekrar eskisi gibi, her kapıyı çalabildiğimiz bir döneme gelebilelim. Bitirmeden önce, Aysel Tuğluk’a çok geçmiş olsun diyorum. En kısa zamanda özgürlüğüne ve sağlığına kavuşmasını temenni ediyorum. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.