Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (96): 2021’de iktidar ve muhalefet

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. 2021’in son “Haftaya Bakış”ında karşınızdayız. Bu sefer Kemal’le haftanın değil, yılın olaylarını ele almak istiyoruz. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: İkiye bölelim dedik: 2021’de iktidar ve muhâlefeti epeyce konuştuk. Aslında hep bunları konuşuyoruz. Sen Pazartesi günkü “5 Soru 10 Cevap”ta genel bir değerlendirme yaptın, ama üzerinden birlikte geçelim. Öncelikle iktidarla başlayalım, muhâlefeti herhalde daha uzun konuşuruz. Çünkü çok parçalı bir yapısı var. 

Önce Bahçeli-Erdoğan ilişkisine bir bakalım. İktidar ortaklarında, Bahçeli ve Erdoğan’ın dışında başka aktörlerin de olduğunu hep konuşuyoruz. Senin de hep vurguladığın gibi, Bahçeli, Erdoğan’a mahkûmmuş gibi başlayıp, sonradan sanki Erdoğan Bahçeli’ye mahkûm olmuş gibi bir havada seyretti. Bahçeli hep yüksek perdeden çok sert çıkışlar yapıyor. Meselâ en son İmamoğlu konusunda da, “Suçluysa, hemen görevden alınmalı” dedi; öyle bir şart hâli var. “Anayasa Mahkemesi kapatılmalı, şu kapatılmalı, Odalar kapatılmalı, Tabipler Birliği kapatılmalı” vs.. Her yerde çıtayı yukarıya çıkartıyor. Erdoğan kimi zaman sessiz kalıyor, kimi zaman da onun çizgisine geliyor. Şimdi bu iktidardaki ilişki herhalde “Sadece MHP’nin ideolojisi hâkim, ama iktidârı Erdoğan yürütüyor” olayının ötesine geçti. Bir de, son kabine düzenlemesinde, Vedat Bilgin örneğinde de olduğu gibi, MHP’ye daha yakın isimler de artık kabinede yer alıyor. Bürokraside de çok ciddi bir MHP varlığı görüyoruz. 2021 nasıl bir iktidar kombinezonu gösterdi? Buna belki önümüzdeki senenin ilk yayınında da değiniriz, ama nasıl değişebilir? Biliyorsun hep, “Bahçeli her an erken seçim isteyebilir” deniyor. Çünkü daha önce yaptı. Bir de şu husus bence çok önemli: AKP’den kopan Gelecek ve DEVA partileri de Bahçeli’ye özel olarak yükleniyorlar. Bir ihtimal, AKP tabanını ve kadrolarını çok ürkütmemek belki etkili olabilir. Bir diğer husus, onu hakîkaten “yumuşak karın”gibi görüyor olabilirler. Ne dersin?

Kemal Can: Sondan başlayayım. Zaten şöyle bir tarafı var — bunu sadece DEVA ve Gelecek değil, başka çevreler de kullanıyor: Zaman zaman, iktidârın tartışıldığı her dönemeçte, iktidârı oluşturan ittifakın çatlaması, zayıf tarafı, kimin kimi belirlediği meselesi üzerinden bir analiz yapılmaya çalışılıyor. Özellikle büyük kalabalığı oluşturan AKP kitlesini rahatsız etmeden mevcut durumu eleştirmenin aracı olarak, MHP’yi bir tür günah keçisi yapmak, sadece AKP’den kopan siyasî yapılarda değil, daha önce AKP’yle çeşitli biçimlerde ilişki kurmuş her çevrede var. Daha ileri gidersem, sen de görüyorsundur, bu tezi en çok savunanlar Cemaatçiler. “MHP ile ortak oldu da böyle oldu. Bizleyken böyle değildi” demeye devam ediyorlar. Daha önceki ittifakın parçası olan liberal çevreler, AKP’ye daha demokrat bir rota vehmedenler yine benzer şeyler söylüyorlar. Ama sen de başta söyledin: Aslında bu ittifakın oluşma biçiminde hep, iki tarafı da topal kalan bir ifrat-tefrit durumu vardı. Başlangıçta, “MHP ve Bahçeli geldi, anahtarı AKP’ye, Erdoğan’a teslim etti. Partideki durumunu kurtarmak için partisini iktidara sundu” denildi. “Koltuk değneği”ve buna benzer şeyler söylenerek, Bahçeli’nin Erdoğan’a mahkûmiyeti konuşuldu. Bu çok önemli bir eksiklik yaratıyordu — ki süreç içerisinde, meselenin böyle işlemediği gayet net görüldü. Hatta bir süre sonra, sayısal olarak bile AKP’den MHP’ye kayışlar olduğu görüldü. 

Sonra birdenbire, biraz önce söylediğin ve benim de değindiğim gibi, tersi anlatılmaya başlandı. “Bahçeli iktidarı ele geçirdi, Erdoğan’ı esir aldı, kötü anlamdaki her şeyi o yaptırıyor. Dolayısıyla ondan kurtulursa, her şey değişebilir” veya “Kurtulamadığı için sonu gelmek zorunda” denildi. Bu iki açıklama biçimi de, birbirinin zıttı ama aslında madalyonun iki yüzü gibi olan, aynı argümanlarla beslenen açıklama biçiminin eksikliğinden kaynaklanıyordu. Çünkü bu ittifakın oluşma biçimi, senin söylediğin gibi sadece MHP ve AKP’den ibâret değil. Bu iktidar kombinasyonunun başka ortakları da var. Buradaki ilişki biçimi kimin kimi esir aldığı, kimin kime esir düştüğü üzerine açıklanabilir bir şey değil. İki tarafın da, birbiri açısından lüzumlu, zarûrî ve faydalı birtakım gerekçelerle buluştuğunu biliyoruz. 

Ama zaten Erdoğan’ın bütün ittifakları böyleydi. Hatırla, daha önce Avrupa Birliği ile veya Batı kaynaklı daha liberal kesimlerle yürüttüğü ilk dönem programında da, büyük ölçüde Derviş programının devamcısı ve Avrupa’nın her dediğini yapan biri olarak eleştiriliyordu. Ve oradaki negatifliğin her şeyi yine müttefiklerine bindirilerek gidiyordu. Erdoğan, bundan çok şikâyetçi olmuyordu. Daha sonra Cemaat’le olan ilişkisine bakarsak, yine aynı tabloyu gördük. Hatta bugün bile, Ergenekon’u, Balyoz’u, her türlü kötülüğü, liyâkatsiz kadroların sahtesınavlarla kamuya alınmasını Cemaat yapmış, ama Erdoğan birdenbire “Allah affetsin” diyerek bunlardan çıkabildi. Orada o ilişki canlı biçimde sürerken de, yine aynı şey, “Kim kimi esir aldı?” tartışması vardı. Şimdi de Bahçeli tablosunda aynı durumla karşı karşıyayız. Ama görüyoruz ki, hep bu çatlak tartışmaları, iki tarafın neden bir arada olmaya devam ettiklerini açıklayan bir süreklilik gösteriyor. 

Şimdi, iktidar cephesinden bu yıla baktığımızda, bu yılın başlangıcı ve ortasına kadar olan kısmında –özellikle yaz aylarında yoğunlaşan biçimde– şu tabloyu gördük: Senelerdir konuştuğumuz gibi, iktidarın, başta ekonomi olmak üzere pek çok alanda sıkışmaya başladığı, artık yönetememe kriziyle yüz yüze kaldığı, pek çok sorunu, değil çözmek, kabul etmek ve onunla yüzleşmek konusunda bile ciddi sıkıntı yaşadığı ve yerel seçimde önemli kayıpların devamında, kendi tabanında rahatsızlığın ve bunun sonucu olarak da erimenin yoğunlaştığı bir dönem yaşandı. Yılın ilk yarısı ve özellikle yaz aylarında, bu tablonun çok netleştiğini gördük. Bu yönetememe krizini, iktidarın kontrol kaybını, ifşâları, devlet içerisindeki birtakım çözülmeleri ya da Sedat Peker olayında gördüğümüz gibi, bu iktidarla yakın ilişkideki bazı çevrelerin açık îtiraf ve ifşaatlarda bulunmasını, bunların bir kısmının açığa çıkmasını, birtakım vakıfların ve benzeri çıkar gruplarının nasıl fütursuzca devlet imkânlarını kullandığının açığa çıkmasını ve bunlara cevap vermeye çalışırken iktidarın nasıl bocaladığını gösteren tablo çok belirginleşmeye başladı. İlk yarıda bir sertlik süreciyle başlayan yıl, yaz ayları itibariyle, iktidarın çok fazla sıkıştığı, çok açık verdiği bir tabloya dönüştü. Ve bu sıkışmanın, giderek geri döndürülemez bir seviyeye geldiğini ve her ay sistemli bir şekilde anketlere de yansıyan bir erimenin başladığını gördük. 

Bu durum muhâlefet cephesinde şuna yol açtı: “Tamam işte, o beklenen son başladı ve iktidar adım adım oraya doğru koşuyor.” Ama iktidar cephesinde, bu dağınıklığın ve bu çözülme görüntüsünün bir teslimiyete dönüşmediği görüldü. Hatta hatırlarsan, yaz aylarında, “Acaba Erdoğan bir formülle bu gidişattan bir çıkış mı arıyor? Bir reform formülü mü arıyor? Bahçeli’yi gönderip bir ara formüle mi gidecek? Bu Başkanlık Sistemi’nden vazgeçmeye mi râzı olacak?’’ diye konuşulmaya başlandı. Ama gördük ki, başta en zayıf olduğu ekonomi ve diğer alanlar olmak üzere, iktidar, bu çözülme ve dağılmayı bir tür kabullenmek ya da buradan kurtarabildiğini kurtararak çıkmak gibi bir stratejiye yönelmedi. Erdoğan, daha topyekûn bir stratejiye yöneldi. Önce ekonomide, özellikle son çeyrekte çok net gördüğümüz gibi dolar-faiz-kur sarmalındaki operasyonunu yürüttü. Yani bunun tavşan olup olmaması önemli değil, çok işler ve çok garantili bir formül olup olmaması da önemli değil. Ama bunu riskli bir biçimde uygulamaya koyması, bu topyekûn iktidarı sürdürme gayretinden vazgeçmediğini gösteriyor. İkinci ayağında da, Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da konuştuğumuz gibi, İmamoğlu olayı ve başka olaylarda da gördüğümüz üzere, muhalefete dönük ve genel olarak temel demokratik işleyişin bütün noktalarına son derece şiddetli baskı ve saldırgan üslûpla, kutuplaştırmayı tırmandıran bir dille devam edeceğini gösteriyor. Dolayısıyla yıl, başladığı gibi bitmedi. Bildiğimiz bir döngüyü tekrarladı, ama bu yıl çok ilginç bir grafik izledi iktidar açısından.

Ruşen Çakır: Kemal, özellikle yaz aylarında iktidarın oylarındaki çözülme hususuna demin değindin. Şimdi dikkatimi çeken bir husus var: Geçen seçimde, MHP’den İYİ Parti’ye bir oy kayması olduğu muhakkaktı. Ama MHP’ye de AK Parti’den oy kaydığı yolunda tespitler yapılmıştı. İlginç bir olaydı. İttifak halindeki iki partinin birisinden diğerine oy kayması yaşandığı söylendi. Aslında anlaşılır bir şey. İktidarın dili ortak bir şekilde milliyetçi bir hal alınca, MHP bunu tekelinde tuttuğu için güçlendi. Bu arada, MHP ülkenin ekonomik gidişatıyla ilgisi yokmuş gibi davranıyordu. Siyasî ortak, ama idareye karışmıyor, sâdece ideolojik destek veriyor gibi bir haldeydi. Ama sonra, açık bir şekilde ekonomik kriz derinleşince, kur krizi ortaya çıkınca, MHP artık daha fazla kaçamadı ve onlar da, “Ekonomide bir sorun yok, düzeliyor” gibi konuşmalar yapıp sorumluluk da almaya başladılar. 

Bunun etkisi olabilir, bilemiyorum, ama son anketlerde MHP’de de bâriz bir gerileme var. AKP’de de var, ama “AKP’den giden, MHP’ye geliyor” diyemiyoruz. Belki bu, kararsızlara, protesto oylarına gidiyor, ama birbirlerini besleme olayı söz konusu değil; birlikte zayıflıyorlar. MHP en son %5-6’da gözüküyor. Bu çok acayip bir şey. Ülkücü hareket senin özel alanın da olduğu için, burada MHP sanki ilginç bir şey yaşıyor. Kendileri açısından ilginç değil, kötü bir şey tabii. Üç buçuk sene önce seçim oldu değil mi? O seçimde yüzde 9-10 civarı oy almış bir İYİ Parti vardı. Ama MHP’nin oyu da yine %10’un üzerindeydi. Şimdi İYİ Parti artık MHP’den de çok ciddi bir şekilde oy almaya devam mı ediyor? Nedir? Ben bunu, Bahçeli’nin, aleni bir şekilde iktidarın her şeyine angaje olmasıyla çok irtibatlandırıyorum. Katılır mısın?

Kemal Can: Çok doğru. Biraz önce de konuştuk ya, “Bahçeli kimi esir aldı? Ya da Bahçeli’nin iktidar üzerindeki etkisi nedir?” tartışmaları aslında orada bir çatlak yaratmadı, ama dediğin sonucu yarattı. Yani, “MHP’nin iktidarla yapışıklığı” fikrini, iktidar ve MHP tabanında daha da belirginleştirdi. Her şeye rağmen, bir cepten bir cebe akıyor olması, AKP’den kaçanın MHP tarafından tutuluyor olmasının arkasında, MHP’nin kullandığı ve avantajlı olduğu “iktidarın ortağı olmayıp, iktidar üzerinde etkili olmak”gibi son derece rahat siyâsî pozisyondan besleniyor olması var. Ama Bahçeli, kurulan stratejinin ana sözcüsü haline dönüşünce, AKP’lilerin de aslında örtülü biçimde yol verdikleri “Bu MHP fazla etkinleşti” dedikoduları, AKP’yi rahatlatmadı; tam tersine, MHP’yi de mâliyetin ortağı hâline getirdi. Dediğin gibi, kaçınılmaz olarak toplam erimeden o da pay almaya başladı ve kaçanı tutma yeteneğini kaybetti. 

Ama bence şöyle bir tarafı hâlâ var: Oy dengesinde, yani Cumhur İttifakı’nın toplam oyunun içerisinde, her ikisinde de ciddi bir erime var. Önceden biri daha fazla eriyor, diğeri bir kısmını tutuyor ya da biraz direnebiliyordu. Şimdi ikisi de beraber eriyorlar. Çünkü baktığın zaman, ham oylar anlamında, ilk defa AKP’nin de yüzde 25’ler sınırına doğru çekildiğini görüyoruz. Yüzde 50’lerden yüzde 25’e inmiş bir AKP’den bahsediyoruz. Eğer 2015 seçimi îtibâriyle sayarsak neredeyse oylarının yarısını, 2018 seçimi îtibâriyle sayarsak, yüzde 15’ini kaybetmiş. En az dört oydan birini kaybetmiş. MHP’nin oylarına baktığımızda yüzde 10’dan yüzde 6’lara düşmüş. Yani, benzer bir düşüş yaşamışlar. Bu da şunu gösteriyor: Artık MHP daha korunaklı bir durumda değil. Birbirlerini tutarak aşağı doğru çekme süreci başlamış durumda. Ama ben hâlâ MHP’nin bir miktar oyunun AKP içerisinde gömülü olduğunu, önemli bir miktar oyunun da kararsızlarda ya da İYİ Parti’de olduğunu düşünüyorum. Şu anda bazı anketlerde İYİ Parti’nin oyundaki artış, kimi tezlere göre, merkez seçmenin yeniden toparlanmasıyla ilgili. Ama bir yandan da, artık durduğu zannedilen MHP oylarının bir kısmını daha almaya başladığını gösteriyor. Dolayısıyla, MHP bu anlamda bir kayıp yaşıyor. Fakat AKP içerisinde hâlâ gömülü bir MHP oyu olduğunu da düşünüyorum.

Ruşen Çakır: İstersen muhâlefete geçelim. Çünkü oylar eriyor, yönetmekle zorlanıyorlar, her ne kadar son kur hamlesiyle biraz toparlar gibi olduysa –ki ben bunun çok aldatıcı olduğu kanısındayım–, zâten kur hamlesinin etkisi de kısa süre içerisinde geçeceğe benziyor. Bir de Bakan Nebati’nin söylediği “Vatandaş akın etti, dövizini bozdurdu” olayının gerçeği yansıtmadığı Merkez Bankası verileriyle de çıktı. Bir yılımız böyle geçti: İktidar kaybediyor, muhâlefet kazanamıyor. Bu olayı hâlâ yaşıyoruz. 

Bir yıl boyunca, hatta aslında yerel seçimden beri konuştuğumuz husus aynı: Millet İttifakı’na başka kimler dâhil olacak? Millet İttifakı kimi aday gösterecek? Millet İttifakı nasıl bir yol haritası çizecek? Bütün bu süreçte HDP ne olacak? “Bu soruların hepsinin cevabı verildi” diyorlar, ama bence hepsi yarım yamalak; hâlâ belirsiz. Geçen gün, Davutoğlu’yla Demokrat Parti görüşmesinin ardından yapılan basın açıklamasını bir yayın organı, “Millet İttifakı’nın genişleme sinyalleri” olarak başlığa çıkartmış. Demokrat Parti’nin olduğunu biliyoruz da, Gelecek Partisi’nin yeri neresi hâlâ belli değil. DEVA Partisi’nin yeri belli değil. Saadet Partisi, Oğuz Asiltürk’ün vefatı ardından iyice Millet İttifakı’na yaklaştı gibi, ama yine o da belli değil. Böyle belirsizliklerle giden ve “Nasıl olsa kaybediyorlar” fikrinin çok hâkim olduğu görülüyor. “Çok da fazla hareket etmeyelim, üstüne gitmeyelim. Belki bizim hareketlerimizle toparlama imkânı bulur. Onun için bekleyelim. Erken seçim talebi var, ama aslında seçim zamanında olsa daha mâkul olabilir” gibi bir yaklaşım da var. Böyle bir belirsizlik var ortada.

Kılıçdaroğlu’yla Akşener’in yan yana gözükme ve birlikte çıkış yapma olaylarına çok sahne olduk. Bütün pürüzlere rağmen, CHP ve İYİ Parti birlikte hareket ediyor sanki. Bir de en önemli hususlardan bir tanesi, Akşener’in açık bir şekilde cumhurbaşkanı adayı olmayacağını, başbakan adayı olduğunu deklare etmesi oldu. Ama bu yıl hep o klasik “Bu muhalefet ne yapıyor?” sorusunu sormakla, sonra bu soruyu sorduğun için de, “Bırakın bu muhalefeti eleştirmeyi” muhabbetiyle geçen bir sene oldu. 

Kemal Can: Haklısın. Şöyle bir şey var: Son hamlelerin, önümüzdeki aylara yansıyacak ölçümleriyle, belki rakamları yenilemek ve tekrar konuşmak gerekecek. Ama iki tane daha ciddiye alınabilir anket firmasının, yani hem MetroPOLL’ün hem KONDA’nın son yaptığı araştırmalarda –gerçi Bekir Ağırdır sayısal olarak vermedi ama–  Cumhur İttifakı dışında olan ve bu iktidarla karşı karşıya ve rakip olduğunu açıklayan aktörlerin toplam oyu, yaklaşık yüzde 60 civarında bir potansiyele sahip. 2015’i baz alırsak, Bahçeli’nin ifade ettiği gibi yüzde 60’a 40 bir denge vardı. Bu dengenin yüzde 60’ı Cumhur İttifakı’nı kurdu ve referandumla başlayan sistem değişikliği sürecini başlattı. Bugün onun tersine döndüğünü, yüzde 60’a 40 muhâlefet blokunun oluştuğunu, iktidarın da yüzde 40’lar seviyesine gerilediğini görüyoruz. Ama senin de söylediğin gibi, bu kadar net bir sayısal tablo, hâlâ bir kopma hâli yaratmıyor, “Tamam, bu iş bitti, koptu” görüntüsünü oluşturmuyor. Ben daha önce de birkaç kez değindim: Bu kopmaya sayılar yetmiyor. Kopmayı yaratacak başka bir psikolojik üstünlük gerekiyor. O da, senin söylediğin birliktelik meselesiyle ilgili. Aslında, muhalefet aktörleri birlikte davranma irâdesinden çok, ayrılmama irâdesini gösteriyorlar. Birlikte davranmak başka bir irâde. Sadece hep “Kopacaklar, dağılacaklar” söylentilerine direnç gösteriyorlar; o konuda bir kararlılık gösteriyorlar. Tamam, bunlar bir arada duruyorlar. Ama birlikte bir şey yapma irâdesi ne kendilerinde var, ne birbirleriyle çok fazla konuşuyorlar, ne de birlikte herkese bir şey söylüyorlar. Bu tablo, hem kendi aralarında hem de onların algılanmasında bir boşluk yaratıyor ve bu boşluktan dolayı da sayısal olarak yüzde 60’a 40 gibi görünen denge, “Bu iş bitti, koptu” hissini yaratmıyor. 

İktidar da büyük bir erime yaşadığının gayet farkında, ama bu kopmaya izin vermeyen bir tutum izliyor. Bu son kur hamlesi olayında da gördüğümüz gibi, iktidar, bütün araçlarını, özellikle devleti kullanarak, muhâlefetin üstüne daha da fütursuz birtakım ataklar yapabileceğini göstererek, “Bitti, koptu, artık bu iş tamam” hissini bozmaya çalışıyor. Buna zaman zaman muvaffak olup, belirli zaman aralıkları yaratabiliyor. Bu yılın son çeyreğinde yaptıkları bu hamlenin, hem ekonomik hem siyâsî etkiler açısından buna ne kadar imkân sağlayacağını önümüzdeki yılın ilk çeyreğinde göreceğiz. 

Ama bir türlü şuraya varamıyoruz, muhalefet tartışmasında en önemli nokta bu. Burada, “İktidarın ne kadar takati var, ne kadar dayanabilir, ne kadar idare edebilir, durumu ne kadar toparlayabildi?”tartışması yapıyoruz; ama belirleyici aktörün muhâlefet olması durumuna hâlâ geçemedik. Yani, muhâlefet bu zayıflık ânında ne yapacak, nasıl bir hamleyle siyâseti belirleyecek? Herkes iktidarın bir belirsizlik yarattığından bahsediyor. Peki, belirsizlik yaratarak bir avantaj sağlayan iktidarın karşısındaki muhalefetin ne yapması gerekir? Daha belirgin bir kısa ve orta vâde koyabilmesi lâzım ki insanlar belirsizlikten kaçsın, belirgin olana gitsinler. Peki, muhâlefet bu belirgin durumu yaratabiliyor mu? İktidarın ne yapacağını bilmiyoruz, iktidarın politikalarının ekonomiyi nereye getireceğini bilmiyoruz, iktidarın takatinin ne kadar yeteceğini bilmiyoruz. Buna karşılık, muhâlefetin, insanların önüne koyduğu gayet belirgin, görülebilir, öngörülebilir bir tablosu, bir süreci, bir takvimi var mı? Henüz bunları koyabilmiş değil.

Ruşen Çakır: Bu arada istersen şu notu düşelim: Muhâlefette bir program, takvim yok da, benim için muhâlefet cephesinde 2021’de en dikkat çekici şeylerden birisi, Meral Akşener’in Anadolu turları ve Meclis’teki grup toplantılarında kürsüye vatandaşı, çiftçiyi, esnafı çıkarması olayı, Kılıçdaroğlu’nun evinden yaptığı videolar ve yine Kılıçdaroğlu’nun Merkez Bankası, TÜİK ve en son Milli Eğitim Bakanlığı’na gitmesi — birisinde kabul edildi, diğer ikisinde engellendi biliyorsun. Bir de, Gelecek ve DEVA’nın Erdoğan eleştirilerinde dozu her geçen gün yükseltiyor olmaları. Bir yıl boyunca adım adım oldu bu. Ama öncelikle Kılıçdaroğlu’nun evinden yaptığı videolar ve bürokrasinin kapısına dayanması meseleleri, bizim söylediğimiz o ortak harita, ortak program vs. anlamına gelmiyor belki; ama hareket anlamına geliyor. Bir inisiyatif alıyor. Bunların her biri, eminim Erdoğan’ı çok kızdırıyor. Meral Akşener’in Anadolu’da dolaşması, kendi memleketine gitmesi… Erdoğan ne kadar kızmıştı, hatırlasana. Hatta “Bu daha iyi günleriniz” demişti. Ya da Akşener’in Meclis kürsüsüne çiftçiyi, esnafı çıkarması, iktidarın Doğu Türkistan’da yapılanları görmezden gelmesini eleştirip, kürsüye Doğu Türkistanlı bir kadını çıkarması… Bunların hepsi, muhalefet açısından bu döneme damgasını basan hususlar. Ama hepsi bireysel hususlar. Bireysel dediğim, Meral Akşener’in yaptıkları, Kılıçdaroğlu’nun yaptıkları ya da Davutoğlu’nun, Babacan’ın yaptıkları… Ama birlikte ne yaptılar? Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem için komisyon kurdular. Komisyon çalışmalarını tamamladı, ama ortak fotoğraf vermede sorun çıktığı için, açıklamayı bile henüz yapamadılar. Bu çok ilginç. Tekil, küçük çaplı başarı öyküleri var, ama kolektif bir başarı öyküsü yok. 

Kemal Can: Evet, doğru. Bir arada durmalarına rağmen, parçalı görüntüyü değiştirememiş olmaları meselesi çok önemli. “Muhalefet hiç mi bir şey yapmadı? Hiç mi iyi bir şey yapmadı?” diye söylenmesini haklı kılan şöyle bir şey var: Özellikle 2021’de, önemli bir gündem oluşturmayı başardı, evet. Ama bu gündemin en önemli kısmı, iktidarın beceremediklerini, kötülüklerini, hatalarını, yarattığı tahrîbâtı ifşâ etmek ve göstermek anlamında, evet, çok sayıda hamle yaptılar. Çok sayıda iş yaptılar. Bunlar sonuç alıcı şeyler oldu. 128 milyar dolar meselesi da öyleydi, sıkıntı çeken çeşitli toplum kesimlerinin dili olmak da öyle bir şeydi, iktidarın beceremediği noktalara çok spesifik nokta atışlarla saldırmak da çok önemliydi. Muhâlefetin, bu konularda önemli bir performans gösterdiğini, eski tutukluğunu aşarak biraz gündem kurabildiğini gördük. Hatta bunu becerdiği için, iktidarın biraz bocaladığını da gördük. Nasıl karşılık vereceğini bilemedi, çok alışmadığı bir gündem biçimiydi bu. 

Ama işin iki yönü var: İktidarın kötü taraflarını göstermek, muhâlefet olmanın en önemli ayaklarından biri. Bu konuda çok başarılı da olabilirsiniz. Ama seçim kazanmak için muhâlefet yapılıyorsa, muhâlefeti bir iktidar alternatifine dönüştürecek şey, sâdece iktidarın kötü yaptıklarını ve onun da bir liyâkat ve beceri meselesi olduğunu söylemek değil, onun alternatifini kurabileceğini kabul ettirmek, göstermek ve insanları buna iknâ etmek. Sadece birlikte görünmek de yetmez; birlikte yapabileceği konusunda insanları iknâ ettiği zaman, sayısal dengenin birdenbire her şeyi değiştiren ve “Bu iş bitti” dedirtecek bir tabloya dönüşmesine neden olur. O eşik, yani ikinci kısım bir türlü geçilmiyor. Muhâlefetin, iktidarın yanlışlarını, eksiklerini, hatalarını söyleyen rolünden, bir iktidar alternatifine geçişi arasındaki problem, muhâlefet ittifakının bileşiminden kaynaklanıyor. Orada, farklı yaklaşımlar var. Sâdece politik programlar anlamında ayrı ayrı partiler olması değil. Bu durumu tespit etmek ve bu durumdan nasıl siyâsî sonuçlar çıkacağına ilişkin taktik ve stratejik beklentileri farklı olan yapılar bunlar. Bunların ayrı ayrı durması ve strateji yürütmesi de biraz bu yüzden oluyor. Bu konu, önümüzdeki yıl durumu değiştirir mi? Ben muhâlefetin, hâlâ iktidarın konjonktürel sıkıntılarına fazlasıyla odaklandığı kanaatindeyim. Seninle de çok konuştuk bunları: “Sürdüremez, onun için zâten gidecek. Şu anda çok sıkıştı, zâten bitecek. Çatlak çıkacak, bitecek” gibi anlık konjonktürel durumlar. Halbuki bu iktidarın kendi tabanıyla yaşadığı sorun, konjonktürel değil. Artık yapısal bir çözülme yaşıyor. Dolayısıyla o yapısal çözülmeye konuşmak ve onu daha aktive ederek politikleştirmek lâzım. Eğer muhâlefeti böyle gündelik konjonktürel şeylere sıkıştırırsanız, “Dolar çıktı, dolar indi” üzerinden konuşursanız, doların indiği gün, iktidar onu avantaj gibi kullanmaya kalkabilir. Ama asıl problem, kur indi-kur çıktı değil, bu toplam yapılan işlemin yarattığı sonuç. 

Her şeyi böyle anlık konjonktürel durumlara sıkıştırınca, iktidar taktik hamle avantajı sağlıyor. Meselâ, “Kimse dolar bozdurmuyor, bu yeni formüle çok fazla akış yok” deniyor, ama bir yandan da iktidar şunu becermiş durumda: Asıl büyük sorunu kendisi köpürterek, insanların dolar almasını durdurdu. Yani dolar dönmüyor, ama herkesin dolara saldırdığı durumu, dolara gidenlere, hatta kendi tabanından gidenlere bile bir ceza keserek sonlandırdı. Yoksullardan zenginlere doğru bir transfer yaparak büyük bir ceza kesti. Dolayısıyla bu konjonktürel hamleler iktidar için zayıf noktalar olabilir, ama sadece bunlar üzerine kurulduğu zaman, iktidar, devlet imkânları elinde olduğu için, oradaki taktik imkânlarını daha kolay kullanıyor. Muhâlefetin bu taraflarda daha farklı konuşmaya başlaması lâzım. 

Ruşen Çakır: Bu sürdürülebilirlik kavramı, bu yıl dünyada da çok kullanılan bir kavram. Sen de Medyascope’taki son yazılarından bir tanesinde bunu yazdın. Ben de bu pazar günü sürdürülebilirlik üzerine bir yazı yazacağım. Şimdiden başlığın ipucunu vereyim: Erdoğan’ın yöntemi, “sürdürülebilir bir sürdürülemezliği” hayata geçirmesi. Aslında sürmesi imkânsız, ama bir şekilde sürdürüyor. Orada bir sihir var, onu biraz kurcalamak istiyorum.

Kemal, bitirelim artık. Yılı da bitirelim, yayını da bitirelim. Bütün izleyicilerimize, bizi bir yıl boyunca izledikleri için, her yayını izlemiş olamazlar tabii, ama yine de çok teşekkür edelim. İyi yıllar dileyelim. 

Kemal Can: Herkese iyi yıllar. Daha huzurlu, daha sağlıklı, daha mutlu bir yıl ve ondan sonraki yıllarda, daha iyisini de isteyelim.

Ruşen Çakır: “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. 2021’in son yayınıydı. Tekrar iyi yıllar. Yeni yılın ilk haftasında, ilk cuma gününde tekrar buluşmak üzere. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.