Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sezen Aksu, Sedef Kabaş, Aysel Tuğluk: Neden hep kadınlar hedefte?

Ruşen Çakır, sanatçı Sezen Aksu’nun hedef alınması, gazeteci Sedef Kabaş‘ın “cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla tutuklanması ve demans teşisi konulan eski HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk’un ağır sağlık sorunlarına rağmen tahliye edilmemesinin raslantı olup olmadığını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bir müddet yoktum. Neden olmadığımı herhalde şu anda anlıyorsunuzdur, sesimden ve suratımın hâlinden. Bir süredir başlayan ve daha da sürecek olan diş tedâvimin en zor dönemini atlattığımı umuyorum. En azından hekimlerim Ceyhun ve Yusuf öyle söylüyorlar, ben de onlara îtibar ediyorum; ama geçen hafta daha bir zor durumdaydım; görsel ve konuşma anlamında. Böyle bir tatil yaptım.

Şimdi döndüm ve açıkçası geçen hafta yaşananları izlediğimizde, üzerinde konuşacak hem çok şey vardı, hem de hiçbir şey yoktu; çünkü Türkiye hep aynı şekilde, kötü bir şekilde gidiyor ve gereksiz konularda gereksiz tartışmalar, gereken konularda atılmayan adımlar vs.. Her neyse… 

Şimdi, dönüşüm 24 Ocak gününe denk geldi. 24 Ocak çok acayip bir gün. Bizler için 24 Ocak, öncelikle 1980’deki o meşhur 24 Ocak kararlarıdır… Türk ekonomisinin tamamen değiştiği, Turgut Özal’ın ilk kendini gösterdiği dönemdir ve öteden beri Türkiye’de yaşanan, ekonomi üzerine yaşanan tartışmaların milâdıdır. Yani kaç yıl olmuş? 42 yıl… Evet, 42 yıldır Türkiye’de aslında 24 Ocak kararlarının istikametinde bir serbest piyasa düzeni gidiyor; ama hem serbest piyasa düzeninin kendisinin getirdiği sorunlar var, hem de ekonominin değişik yönetimler tarafından değişik şekillerde kötü yönetilmesinin getirdiği sorunlar var. Şu anda bunu bâriz bir şekilde yaşıyoruz.

Örneğin bugün, üç günlüğüne sanayi tesislerine doğalgaz verilemiyor — İran’dan gelen doğalgazdaki kesinti nedeniyle. Bu, çok çok büyük bir olay; ama fabrikaların işçileri, çalışanları evlerine yolladığı ve üç gün boyunca üretimin durduğu, Türkiye’de çok fazla gündeme gelmiyor. Bu arada gördüm: Kasım ayında ilgili Bakan, “Bu kış, enerji konusunda hiç sıkıntı yaşamayacağız” demiş ve hemen yaşamaya başladık. Daha ne kadar yaşayacağız ve bunun sonuçları ne olacak? Türkiye, bu tür sâhici sorunları bir anlamda geride bırakıyor.

Gerçek sorunlar ne? Dayatılan gündemler ne? Onu birazdan konuşacağız; ama 24 Ocak üzerine bir iki not daha düşmek istiyorum. Öncelikle 24 Ocak kararlarının ardından, ondan 13 yıl sonra Uğur Mumcu’yu da 24 Ocak’ta, Ankara’da evinin önünde arabasına yerleştirilen bombayla kaybettik. Çok büyük bir gazeteciydi, hâlâ yeri doldurulabilmiş biri değil ve hâlâ bu olay aydınlatılmış değil. Aydınlatılabilmiş değil demiyorum; çünkü aydınlatılmak için çaba sarf edildiğine açıkçası inanmıyorum. Bayağı bir şey bulundu; ama belli bir yerden sonra devamı gelmedi. Mehmet Ağar’ın tâbiriyle, “o tuğla çekilmedi”, tuğla çekilirse duvar çökerdi ve duvarın altında kalacak olanlar buna izin vermediler.

Uğur Mumcu hayattayken, çok olmasa da tanışma, sohbet etme imkânım olmuştu. Siyâsî olarak, birçok konuda farklı düşünsek de, gazeteci olarak hep örnek aldığım bir isimdir. Kendisini saygıyla anıyorum. Yine 24 Ocak’ta bir başka cinâyet, bir siyâsî suikast: Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan… Bu da çok acayip bir olaydı. 2001’de Hizbullahçılar tarafından katledildi Gaffar Okkan, şehit edildi; arkadaşlarıyla berâber, kendisini koruyan polis memurlarıyla berâber. Gaffar Okkan uzaktan bir şekilde hemşerimdi de ve kendisiyle katledilmesinden kısa bir süre önce tanışma ve uzun uzun sohbet etme imkânı bulmuştum. Gerçekten çok değişik bir polis şefiydi, çok karizmatik bir isimdi. Bayağı da ses getiren işler yapmıştı. Hizbullah operasyonlarının faturası esas olarak ona kesildi Hizbullah tarafından ve Gaffar Okkan da, bir 24 Ocak’ta hayatını kaybeden Türkiye’nin önemli bir değeri olarak kayıtlara geçti ve bu yıl 24 Ocak’ta da Fatma Girik’in ölümü geldi. 

Fatma Girik’i anlatmaya gerek yok. Hepimizin hayâtında çok önemli yeri olan, çok önemli bir sanatçıydı. Sanatçılığının dışında siyâsetle de ilgilendi Fatma Hanım; belediye başkanlığı yaptı, gazetecilik de yaptı, televizyonlarda programlar yaptı ve o programlar da kimi zaman eleştirilen, ama çoğunlukla da takdir edilen yayınlar olmuştu. Fatma Girik’i de bugün –uzun bir süredir rahatsız olduğunu biliyorduk– bugün kaybetti Türkiye. Onu da 24 Ocak’ın yeni bir… nasıl diyeyim? Bu acayip günün yeni bir hatırlatma unsuru olarak kaydediyoruz. Ruhu şâd olsun diyorum. Demin dediğim gibi, hepimizin hayatında çok ciddî yerleri olmuş birisidir, tıpkı Sezen Aksu gibi.

Bugünkü yayında, “Neden hep kadınlar hedefte?” diye soruyorum ve aslında daha çok sayıda kadın var, ama ilk aklıma gelenler, şu anda, şu günlerde ilk aklıma gelenler Sezen Aksu, Sedef Kabaş ve Aysel Tuğluk. Üçü de ayrı ayrı, kimi zaman birbirine benzer kimi zaman ayrışan, siyâsî olarak duruşları ya da artık toplumdaki algılanışları farklı olan üç kadın ve bu üç kadın da şu anda devletin… Devlet deyince birileri kızıyor; siyâsî iktidardan, Erdoğan’dan bağımsız bir devlet varmış gibi, ama devletin, siyâsî iktidârın –ikisini birlikte söyleyelim– ayrı ayrı hedefinde. Sezen Aksu olayını biliyoruz, Sedef Kabaş olayını biliyoruz, Aysel Tuğluk olayını biliyoruz. 

Aysel Tuğluk’la başlayalım. Çok kötü sağlık koşulları içerisinde bir kadın siyâsetçi, HDP’li ve çok ciddî kampanyalar yürütülüyor serbest bırakılması için, yaşam hakkı için; ama hâlâ yaprak kımıldamıyor. Çok ciddî rahatsızlıkları olduğu söyleniyor; özellikle hâfıza kaybı olduğu söyleniyor, kendine bakamadığı söyleniyor. Tanıdığım birisidir, tanıştığım birisidir. Bir “Gomaşinen”de anlatmıştım. Kendisi aslen avukat, ama çok küçük yaştan îtibâren siyâsetin içerisinde ve Kürt hareketi içerisinde önemli roller üstlendi. Daha öncesinde, Abdullah Öcalan’ın avukatlığı var ve Aysel Tuğluk yıllardır cezaevinde. Başka çok sayıdaki HDP’li gibi Aysel Tuğluk şu anda devletin insâfına kalmış durumda ve devlet bu konuda yapması gerekeni yapmıyor. Umarım en kısa zamanda bu yanlıştan dönerler.

Daha sonra, Sezen Aksu var — sırayla gidecek olursak, mağduriyetler sırasıyla… Sezen Aksu olayında uzun uzun anlatacak bir şey var mı açıkçası bilmiyorum. Süleyman Soylu’nun ekibinin başlattığı bir linç kampanyası çığ gibi büyüdü ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, her zaman yaptığı gibi bekle gör yaptı ve baktı ki burada bir şeyler, ve cuma günü Çamlıca’da câminin minberinde, ses düzeni kurulmuş bir şekilde Sezen Aksu’yu “dilini kopartmak”la tehdit etti — o ve onun gibileri… Olayın ne olduğunu söylemeye bile gerek yok; Hz. Âdem ve Havva meselesi. Tamâmen, tarih boyunca sâdece Türkiye’de değil her yerde hep yaşanagelen klasik dine hakaret vs. –ki hiç alâkası yok– suçlamalarıyla, sanata yönelik devlet eliyle yaptırım uygulamanın, engellemeye çalışmanın bir göstergesi.

Sezen Aksu önce sessiz kaldı ve ona verilen destekler de açıkçası sınırlı kaldı, çok az kaldı. Hak ettiğinin… yani şöyle söyleyeyim: Sezen Aksu’nun Türkiye’ye desteğiyle kıyaslandığı zaman, ona yönelik bu haksız linç girişimine karşı verilen destek çok hafif kaçtı. Siyâsetçiler burada o klasik, “İktidar böyledir, gündem değiştirmek istiyor, bu oyuna gelmememiz lâzım” perspektifiyle hareket ettiler — siyâsetçiler ve kendini muhâlif olarak tanımlayan birçok kesim. Sezen Aksu da sessiz kaldı; ama sonunda çok ciddî bir şekilde cevap verdi, çok çarpıcı bir cevap verdi — yeni bir şarkı sözüyle. Umarım, en yakın zamanda şarkı olarak da dinleyebileceğiz. Bunu bir kenara not edelim.

Meslektaşımız, gazeteci arkadaşımız Sedef Kabaş, TELE1’de konuk olduğu bir yayında –genellikle kendisi program yönetir, orada ise konukmuş–, orada söylediklerinden hareketle “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlamasıyla apar topar gözaltına alındı, tutuklandı ve bugün de RTÜK olağanüstü toplanarak o konuyla ilgili hemen cezalar yağdırdı. Büyük bir şiddet, büyük bir hız, acayip bir şey ve bu da aynı. Sedef Kabaş olayı da Sezen Aksu olayı gibi tamâmen özgürlük kapsamında, düşünce özgürlüğü, ifâde özgürlüğü kapsamında bir olay ve kendisine yönelik çok ciddî ve hiçbir şekilde doğrulanması mümkün olmayan bir çıkışla haksız bir şekilde cezaevine kondu. Umarım en kısa zamanda çıkar Sedef — Sedef diyorum, çünkü tanışıklığımız var; zamanında benimle de bir söyleşi yapmıştı, çok iyi söyleşiler yapardı eskiden. Son dönemde pek televizyon izlemiyorum, ama biliyorum, Türkiye’de bağımsız bir şekilde kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan gazetecilerden, kadın gazetecilerden –ki çok önemli burası– birisi.

Bütün bu olayların hepsinde, Aysel Tuğluk’un, Sezen Aksu’nun, Sedef Kabaş’ın kadın olmaları bir tesâdüf mü? Hiç sanmıyorum. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. Şimdi, son dönemde dilimize yerleşen bir şey var, “cinsiyetçilik” diye. Evet, var böyle bir şey ve genellikle cinsiyetçilik eleştirisi erkek egemen bakışa karşı yapılır ve isabetlidir. Burada, tabii ki erkek egemen zihniyete karşı mücâdele ederken, kadınlara yönelik olarak bir pozitif ayrımcılığın yapılması şarttır. Bu, hiçbir şekilde yanlış bir şey değildir. Tüm dünyada, ama özellikle ülkemizde bu noktanın özellikle altını çizmemiz gerekiyor. Kadınların toplumda, hayatta, her alanda daha aktif, daha etkili, daha belirleyici olabilmesi için gerçekten çok şeyler yapmamız lâzım; ama Türkiye, bu noktada ileriye gitmek yerine geriye gidiyor.

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması meselesi bunun bir örneği. Şu anda nafaka ile ilgili yapılan tartışmalar bunun bir örneği; yeni kanun tartışmaları bunun bir örneği. Kadınların kazanılmış haklarının ellerinden alındığını ve daha da alınmak istendiğini görüyoruz ve bu açıdan bakıldığı zaman, bu üç birbirinden farklı kişinin şu anda Türkiye’nin gündeminde farklı farklı kesimler tarafından gündemin ana maddeleri olması, kadın olmaları bence hiç tesâdüf değil. Tabii ki otoriter rejimin baskılarından erkekler de nasibini alıyor, onu özellikle vurgulamak lâzım. Burada tabii ki, LGBT-İ bireylerin durumunun apayrı olduğunu özellikle vurgulamak lâzım, onlara yönelik nedense son dönemde İçişleri Bakanı’nın bir maden bulmuş gibi sürekli bu konuyu gündeme getirmesini de özellikle bir kenara yazalım; ama bu olayda baktığımız zaman, üç kadın, kendi ayakları üzerinde duran, durmaya çalışan, mücâdele eden ve boyun eğmeyen üç kadın susturulmak isteniyor, engellenmek isteniyor; çünkü bunların her biri ayrı ayrı “kötü örnek” olabiliyor.

Bir diğer husus da, maalesef kadına yönelik birtakım yaptırımların, baskıların, kadınların mağdur edilmesinin toplumda daha kolay kabullenilebildiği gibi bir his var. Meselâ değişik kişiler sosyal medyada linç edilir –bizzat başıma çok geldi, hâlâ geliyor– ama erkeklerin uğradığı linçler hiçbir zaman o kadar popüler olmaz, çok az olur; ama özellikle kadınlara –dünyada da çok yaygın bir şey bu, hattâ bu konuda birtakım çalışmalar da yapılıyor–, kadın gazetecilere yönelik olarak sosyal medyalarda, dünyanın dört bir tarafında çok ciddi bir saldırı furyası var. Bu son olayda, Sedef Kabaş olayında da gördük bunu: Belki Sedef Kabaş’la dayanışanların sayısı kadar, buna “oh olsun” diyenler vardı ve bunu diyenlerin içerisinde de çok sayıda, en azından kimliklerine baktığımız zaman kadın olduğunu gördüğümüz kişiler vardı.

 Kadına saldırmak, hâlâ günümüzde devletler için, iktidarlar için, her türlü baskıcı hareket için çok daha kolaylarına geliyor. Birincisi: Çok fazla itiraz olmuyor; ikincisi: Çabuk yayılıyor, kadına yönelik olarak yapılan saldırılar çok daha çabuk yayılıyor. Meselâ bu olayda, Sezen Aksu olayında, Sezen Aksu yerine mesela Tarkan’a bir şey denediler, çok fazla tutmadı — o cemaat yurdunda intihar eden çocukla ilgili olarak yaptığı, gençle ilgili olarak yaptığı paylaşım nedeniyle, çok da fazla etkili olmadı. Ama Sezen Aksu’ya yönelik olan o saldırı adım adım, adım adım yayıldı, yaydılar… Tabii şöyle de bir yaklaşım var: “Sezen Aksu’ya bunu yapan bize ne yapmaz?” diye bir korku salma var. Bunu özellikle vurgulamak lâzım. Hele kadınsa, Türkiye’de bir kadın vatandaşın, yurttaşın bu tür olaylar karşısında neler yaşadığını tasavvur etmenin biz erkekler için çok da mümkün olduğunu sanmıyorum. 

Burada bir hususu özellikle vurgulamak lâzım: Ben üç kadını yan yana getirdim, belki bir dördüncü bugünlerde eklenecek. Gülşen’in kıyafetiyle ilgili saldırılar ve onun verdiği çok güzel cevap, gerçekten çok takdir edilesi bir cevap verdi; o da teslim olmadı, ama toplumun birçok kesiminde mağduriyetlerin yarıştırıldığını görüyoruz. Yani, bir tarafta Sezen Aksu’ya sâhip çıkanlar, bir tarafta Sedef Kabaş’a sâhip çıkanlar, bir tarafta Aysel Tuğluk’a sâhip çıkanlar… Bunların hepsine birden sâhip çıkma yaklaşımı çok fazla dikkat çekmiyor; hattâ daha ileri gidip, mesela Sedef Kabaş’ın başına gelenlerden Sezen Aksu’yu sorumlu tutan kişiler bile çıkabiliyor karşımıza.

Burada klasik, “Referandumda evet dedi” meselesi. Yani, Sezen Aksu’yu hatırlamak için akıllarına gelen tek şeyin bu olması, zâten insanların ne kadar iyi niyetli ya da değil olduğunu bize gösteriyor. Evet, çok uzatmak istemiyorum, bir aradan sonra; ama bir notu özellikle düşmek lâzım: Sedef Kabaş’ın tutuklanmasında imzası olan İstanbul 10. Sulh Ceza Hâkimi Furkan Bilgehan Ersel… Şimdi, Ankara’da gazeteci arkadaşımız Alican Uludağ bize bir şeyi gösterdi. Bu fotoğraf sosyal medyada dolaşıyor, kendisi avukat oluyor — ülkücü, görüyorsunuz, bozkurt işaretiyle.

 2018 yılında avukatlıktan yargıçlığa geçmiş ve Alican’ın söylediğine göre –ki yasalara göre Sulh Ceza hâkimi olmak için, 4 yıl aynı bölgede görev yapmak gerekirken–, 3 yıl 10 aylık kıdemi olan bu kişi, İstanbul 10. Sulh Ceza Mahkemesi hâkimi olarak Sedef Kabaş’ın tutuklanmasına imzâ atmış ve aynı kişinin 9 Mart 2020’de de Osman Kavala’nın casusluktan dolayı tutuklanmasına imzâ attığı bilgisini bize veriyor Alican — çok iyi bir gazetecilik, zâten daha önce de birçok konuda, özellikle yargıyla ilgili çok iyi haberleri oldu Alican’ın ve Alican’a hemen sosyal medyada birtakım tehditler geldi. Meselâ demiş ki birisi: “Rusya’da bunu yapmaya kalkışsa, ya araba çarpardı ya binadan düşerdi”. Kim? Gazeteci. Bunu söyleyen de bunu övüyor.

Bunu söyleyene bir şey açıldı mı? Hiç sanmıyorum, açılacağını da hiç sanmıyorum. Zâten, bu birbirinin parçası. Yani şimdi bakıyorsunuz, birisi diyor ki: “Peygambere hakaretin tabii ki cezâsı olacak. Tabii ki cezâlandırılacak; bir bireye hakaret varsa ve cezâlandırılıyorsa, Peygamber’e hakaret de cezalandırılacak”. Bunu kim diyor? Alpaslan Kuytul diyor. Alpaslan Kuytul daha düne kadar, mesela uğradığı, kendisinin örgütlenme özgürlüğünü, ifâde özgürlüğüne devletten baskı gelip, kendisi ve takipçilerine baskı yapıldığı zaman, buradan benim de dâhil olduğum az sayıda gazetecinin siyâsî olarak hiçbir şekilde uyuşmasak da hakkını savunduğu bir insan; ama en ufak bir olayda, bir bakıyorsunuz ki Sezen Aksu gibi ülkenin ortak bir değerinin böyle saçma sapan bir şekilde cezâlandırılmasına, hedef gösterilmesine fetvâ verebiliyor. 

Olaylar böyle çoğalıyor. Herkesin “kendine Müslüman” olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz, herkesin mağduru kendine kalıyor; ama en çok mağdur edilenler kadınlar, LGBTİ’ler, her türlü sayıca az olanlar, sesi az çıkanlar özel olarak mağdur ediliyor ve çoğunluğun o tüketici gücüyle, çoğunluğun acımasızlığına kurban edilmek isteniyorlar. Evet, tekrar buradan Sezen Aksu’ya, Aysel Tuğluk’a, Sedef Kabaş’a desteklerimi, şahıs olarak desteklerimi iletmek istiyorum; ama bütün bunlara, bunların her birine yapılan saldırıların, engellerin hepimize yönelik engeller olduğunu tekrar tekrar vurgulamak istiyorum. Evet, Fatma Girik’e tekrar rahmet diliyorum, Uğur Mumcu’yu ve Gaffar Okkan’ı tekrar saygıyla ve sevgiyle anıyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.