Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (38): Gerçek gündem suni gündem

“Adını Koyalım” programının 38. bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, “İktidar, Türkiye’nin gerçek gündeminin konuşulmaması için konuyu saptırıcı suni gündem yaratıyor” önermesini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım” ile karşınızdayız. Yine her hafta olduğu gibi Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la bir konuyu enine boyuna tartışıp adını koymaya çalışacağız. Geçen hafta sağlık sorunlarım nedeniyle programı Edgar Şar’a devretmiştim. Bu hafta tekrar üstlendim ve arkadaşlara merhaba diyorum. Bensiz daha iyi bir yayın yaptığınızın farkındayım, ama bana katlanmak zorundasınız. 

Bu hafta gündem konusunu, sâhici gündem, sun’î gündem meselesini konuşalım. Bu mesele en son Sezen Aksu ve Sedef Kabaş olayında da karşımıza çıktı. “İktidar, Türkiye’nin gerçek gündemlerinin konuşulmaması için, konuyu saptırıcı, daha çok yaşam tarzlarıyla ilgili konular ve din üzerinden, sun’î gündem yaratıyor” önermesi ve muhâlefetin de oyuna gelmeme stratejisi, öteden beri yaşadığımız bir olay. Bunun ne derece doğru, ne derece isâbetli olduğunu konuşacağız. Bu tartışmanın tekeli Kemal’de. Kemal’le başlayalım. Bunu yıllardır en azından Medyascope’ta söyledi, yazdı. En son yine yazdı, yine söyledi. Kemal bize perspektifini özetlesin, sonra oradan devam edelim. İkinci turda da, toplumun gerçek gündemiyle, siyâsî partilerin ve özellikle muhâlefet partilerinin onunla nasıl ilişki kurduklarını ve kurmaları gerektiğini konuşacağız. Buyur Kemal.

Kemal Can: Önce geçmiş olsun diyeyim sana. 

Ruşen Çakır: Sağol.

Kemal Can: Senin de söylediğin gibi, ben üç yıldır, neredeyse takıntılı biçimde, periyotlarla ya yazıyorum, ya söylüyorum. Gündem değiştirme meselesi hakkında çok lâf söyledim. Onun için çok uzatmayacağım. Bu yazıları okuyanlar ya da bu yayınları seyredenler biraz biliyorlardır. Kendimi tekrar etmeyeyim. Ama tartışma için yararlı olması bakımından genel çerçeve çizeyim.

Bana göre, her gelişmeyi, “Bu bir gündem değiştirme” diye karşılamanın birkaç sorunu var. Önce şundan başlayayım: Velev ki gündem değiştirme olsun; meselenin şöyle bir tarafı var: Bu iktidar ve benzer iktidarların tamâmı, gündemi kontrol etmek veya gündemin nasıl konuşulacağını belirlemek konusunda özel bir dikkat gösterirler, özel bir çaba harcarlar, bunu çok önemserler. Çünkü bu, iktidarı kurma biçimlerinin çok önemli bir parçasıdır. Dolayısıyla, gündemi etkilemek, yönetmek, belirlemek konusunda çok özel, bâzen çok incelikli, bâzen çok kaba stratejiler uygularlar. Bu bir hakîkat, bunu kenara koyalım. Bu hakîkati biliyor olmak, her şeyi bununla açıklama mürâcaatını haklı kılmıyor. Çünkü eğer herhangi bir gelişmeye, “Bu, gündem değiştirme, bunun konuşulacak bir tarafı yok” derseniz, aslında bu, konuşulacak bir tarafı olmadığını ilân etmek ve oradan çekilmek anlamına gelir. Hattâ dolaylı olarak, “Kimse de buna fazla girmesin” demek anlamına da gelir. Olanı anlamak konusundaki çabayı, yorumlama gayretini, üzerine düşünmeyi baştan tıkayan bir şey bu. Karşımıza gelen her şeye, “Panikten, çâresizlikten yapıyorlar” deme meselesi de böyle. Bir şey oluyor, bir şey yaşanıyor, bir şey söyleniyor, yapılıyor; “Tamam ya, bu bir şey değil, gündem değiştirmek” dediğin anda, aslında bunun üzerine konuşulacak bir şey yok hâline geliyor. Bu, kendi başına çok sorunlu. 

İkincisi, ben üç yıldır, iktidarın bu yaptıklarının sâdece gündem yönetmekle ilgili olmadığını, düzenli biçimde yazmaya ve anlatmaya çalışıyorum. Çünkü özellikle son üç dört senedir, iktidarın, artık destek konsolidasyonuna değil, güç konsolidasyonuna yöneldiği andan îtibâren, bu yapıp ettikleri sâdece gündem oluşturmak değil, aslında bir iktidar kurma biçimi. Bunun içerisinde, bâzı şeyleri konuşulmaz kılmak, bâzı şeyleri tartışılmaz yapmak, bâzı şeyleri muhâlefet açısından bile girilmez alanlar hâline getirmek ve buralarda tek kalmak var. Bir meydana çıkıp, karşısına rakip çıkmasına imkân vermeden, “Var mı karşıma çıkan?” diye bağırarak bir iktidar kurma biçimi bu. Dolayısıyla yapay bir gündem kurmuyor, sanal da değil. Bunların hepsi gerçek. Üstelik artık sâdece söyleyerek tartışma açmıyor, bir şeyleri yaparak gündem kuruyor: Birini gözaltına alıyor, birini yasaklıyor, birini hapse atıyor, birine kayyum atıyor. Bunlar artık böyle, “Bir lâf çıkarttı, bir gürültü çıkarttı” diye geçilebilecek şeyler değil; çünkü olup bitmekte olan, yapılmakta olan şeyler var. Boğaziçi Üniversitesi hâdisesinden al, tutuklamalara kadar, linç kampanyalarından, câmide ya da açılış törenlerinde gayet açık bir şekilde yargıya talîmatlar veya herkese yönelebilecek tehditler savurmaya kadar giden şeyler… Bir Cumhurbaşkanı’nın bir câmide mikrofonu eline alıp, birilerini, dolaylı olarak herkesi tehdit ediyor olması sâdece gündem kurma olarak, bir gündem saptırma olarak değerlendirilip, tepkiler de bu değerlendirme üzerinden kurulamaz. Birincisi, bunların kendisi gündem. Gündem saptırma ya da gündemi değiştirme, asıl gündemi perdeleme işinden başka bir gündem kurma faaliyeti. Velev ki gündem değiştirmek için yapılıyor olsun, bunlar aynı zamanda bir eyleme hâli olduğu için, sadece lâfta değil, bugüne ve geleceğe yönelik sonuçlara dâir şeyler olduğu için, bu, “Yok ya, bu gündem değiştirmeymiş” deyip kenara konulamaz; bunun üzerinde konuşma bu şekilde kapatılamaz. Burada bir sorun var. Hem durumu ele almak açısından, hem duruma karşılık verme açısından sorunlu tarafları var. Bunu defâlarca yazdım, söyledim. 

İşin şöyle bir tarafı oluyor: İktidarın, bu “gündem değiştirme” denilen hamleleriyle yaptığı şey, aslında taşları bağlamak. Biraz önce söylediğim, kendini tek başınaymış gibi gösterdiği, karşısına çıkabilecek bir rakibin bulunmadığı ve sürekli efelenerek büyük tehditler savurabildiği, “Var mı karşıma çıkacak?” diye bağırabildiği şey, aslında diğer taşları da dolaylı olarak bağlayan ve tepkiyi mümkün olmaktan çıkartan bir yaklaşım. Bir biçimde muhâtapları da bu değerlendirmeye katılarak dâhil oluyor. “Gündem değiştirme” dediğiniz anda, onun tepkisizliğini meşrûlaştırmış oluyorsunuz. Aslında bu “gündem değiştirme”, yapılan hakkında bir söz değil, kendilerinin bir şey yapmamasına gerekçe olarak kullanılan bir cümle. En çok îtiraz ettiğim noktalardan biri de bu. Gündem değiştirme, iktidârın ne yaptığını anlatmıyor; muhâlefetin ne yapmaması gerektiğini söylemek için kullanılıyor. Bu, dolaylı olarak herkese de yansıyor. Muhalefet, “Bu, gündem değiştirme. İktidar ortalığı bulandırmak istiyor. O yüzden biz bu topa girmiyoruz” deyince, buna tepki verecek diğer kesimleri teşvik etmiş, “Biz girmeyelim, siz tepkinizi verin” demiş olmuyor. Tam tersine, buna tepki verebilecek herkesi, dolaylı olarak iktidârın oyununa gelmiş olmakla suçluyor. Sâdece kendi hareketsizliğini ve tepkisizliğini gerekçelendirmiş olmuyor, bunun yapılmasını da sorunlu olarak işâret etmiş oluyor. Böyle bir tarafı var. 

“Asıl gündem kaçsın diye bu gündem değiştiriliyor” hep kullanılan bir gerekçe ya; gündem belirlemek açısından bir sayısal sınır mı var? Bir şey yapılınca ve o gündem olunca, diğer gündemler devreden mi çıkıyor? Evlerine yemek götüremeyen, açlıkla baş etmeye çalışan insanlar, Sezen Aksu konuşuluyor diye bir anda bunu unutuyorlar mı? Böyle bir mekanizma olabilir mi? Hep gerçekçilikle ya da taktisyenlikle, siyâsî gereklerle açıklanıyor ya; bu temel tezin hakîkaten bir gerçeklik payı yok. Böyle bir seçmen grubuyla ilişki içerisindeyseniz, “Bitti. Bunlar ne yapsalar çâre değil. Artık bu insanlar geri dönmez” iddianızın bir karşılığı olabilir mi? Parmak şaklatınca birdenbire başka bir şey düşünmeye başlayan insanlar olduğuna inanmamız mümkün olabilir mi? Evinde ya da fabrikasında gazı olmayan, fabrikada gazı olmadığı için bilmem kaç gün izinli sayılan işçi, birdenbire bunlar konuşuluyor diye bundan habersiz hâle mi gelecek?

Ruşen Çakır: Sanki “sâhici gündem”denilen meselenin üzerine çok ciddî bir şekilde gidiyorlar da… Muhâlefet, üç gün boyunca enerji verilmeyen fabrikalar meselesini acayip şekilde Türkiye’nin gündemine taşımış, ama Sezen Aksu olayı gelince millet kafasını çevirmiş oraya bakıyor ve o emekler boşa gidiyormuş sanki. Aslında sâhici gündemi yakalamış, oradan yürüyor gibi bir olay da yok.

Kemal Can: Yok tabii. Ben muhâlefete muhâlefet etmeyeyim diye girmemiştim, ama sen tamamladın, iyi oldu. Ben daha çok onların neyi eksik bıraktığını konuşmayayım diye bunu söylemiyorum, ama çok haklısın. O gündemi devam ettirerek, yeni oluşmuş gündem üzerine lâf söylemeye engel olanın ne olduğu ayrı. Bir de, esas olduğunu söylediğiniz gündemde nasıl bir hareketlilik olduğu da ayrı bir konu. 

Ruşen Çakır: İstersen seni burada biraz dinlendirelim. 

Kemal Can: Şunu da ekleyeyim: Üstelik bu sâdece sembolik alanda, dinsel meselelerde olmuyor. Çok yakın bir geçmişte, asıl gündem konusunda oldu: Ekonomik kriz ve insanların çektiği sıkıntılar yüzünden mitinglerle erken seçim baskısı yaratmaya kalkacağını iddia eden muhâlefete, Erdoğan çıktı dedi ki: “Sizi meydanlardan süpürürüz”. Bu asıl gündemle ilgiliydi işte. Bu, laiklikle, dinsel kutuplaşma meselesiyle ilgili değildi. Ama orada da aynı şey oldu. Dolayısıyla meselenin dikenli alanlar, kutuplaştırmanın aracı olan mevzûlar kısmında çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Burak, ne diyorsun? Seninle devam edelim.

Burak Bilgehan Özpek: Ben Kemal Abi’nin endişesini anlıyorum. Çünkü benzer bir paradigma Rusya’da kuruldu. Putin’in “Rus neye benzer?” sorusuna verdiği cevap var. Aslında kimsenin tanımlayamadığı, ama insanlara bir şekilde belirli imgelerle ulaştırılan bir “Rus ruhu” meselesi var. Belirli meselelerden bahsetmek zinhar çok büyük bir kabahat oluşturuyor. Dolayısıyla orada dilin, jargonun üzerinde kimsenin îtiraz edemediği, îtiraz edenin de hızlı bir şekilde marjinalleştirildiği bir paradigma oluştu. 

Ancak Türkiye’de, bence Tayyip Bey bu avantaja sahip olmak için yeterince güçlü değil. Hatta haddinden fazla güçsüz. Bunun için çabalıyor, bunu yapmak için bir uğraşının olduğunu düşünüyorum. Yani gündem değiştirmekle iktifâ etmiyor, aynı zamanda belirli bir dili, belirli bir ruh hâlini ve belirli bir kimliği Türkiye’yle özdeşleştirmeye çalışıyor. Bunun inatçı bir politika olduğunu, sistemli olduğunu ve biraz da Ruslar’a öykünerek yapıldığını kabul etmemiz lâzım. Bu sâdece basit bir gündem değiştirme meselesi değil; aynı zamanda, Türkiye’nin kimliğini, Türkiye’nin konuştuğu kelimeleri, jargonu ve bir şekilde Türkiye’nin ruhunu belirleme mücâdelesi ve Tayyip Bey bunu ısrarla sürdürüyor. 

Dolayısıyla bu türdeşliğe karşı îtiraz etmek, toplumdaki bu türdeşliği bozabilecek elementleri öne çıkartmak, farklı tercih gruplarını, kimlik gruplarını, ideolojik grupları olabildiğince ayakta tutabilmek, demokrasi açısından çok önemli. Bir demokrasi istiyorsak, öncelikle îtiraz etmemiz gereken şey, siyasal otoritenin türdeşlik yaratma çabasıdır. Türkiye Tayyip Bey’in jargonundan ibâret değildir, olmayacak. Zâten bunu başarmak için de yeteri kadar oy oranı yok. Putin’in yüzde 60 ilâ yüzde 90 arasında değişen bir popülerlik oranı var. Tayyip Erdoğan hiçbir zaman bu popülerliğe sâhip olmadı. Yani Türkiye öyle bir otoriterlik kurabilecek, öyle bir paradigma inşâ edilebilecek bir gücü Tayyip Erdoğan’a hiçbir zaman vermedi. Dolayısıyla bu tip çabalar, başarısız mühendislikler veya bir kimliği dayatma meselesi olarak öne çıkıyor. Onu söylemem lâzım. Fakat anlıyorum, Kemal Abi’nin söylemek istediğine îtirazı buradan geliştirmem. Onun endişesine tamamıyla katılıyorum. 

Ama şöyle bir şey var: Bu tip yönetimler, klasik baskıcı yönetimlerden biraz daha farklı. Biz hayatımızda bir kısıtlama, bir otoriterlik hissediyoruz, fakat otoriterliğin de ötesinde bir durumdan bahsetmemiz lâzım. Yani otoriterlik eksenine paralel başka bir eksenden bahsetmemiz lâzım. Çünkü otoriterlik, biraz demokrasinin zıttı gibi gözüküyor, ama insanların Adalet ve Kalkınma Partisi’nin demokratik olduğunu düşündükleri zamanda bile bizim hayatımızda hissettiğimiz bir despotizm vardı. Bizim hayatımızda hissettiğimiz bir iktidar söylemi, gündemi manipüle etme ve bunun üzerinden iktidar kurma çabası vardı. O yüzden, sâdece muhâlefetin yıldırılması, kısıtlanmasının dışında, iktidârın kendisini ve kendi despotizmini tanımlama biçimleri olarak bu meseleleri çok önemsiyorum. Çünkü yeni tip despotluklarda, biz aslında bir siyâsî partiye karşı, bir siyâsî örgüte karşı, bir hükûmete karşı değil, bir medya imparatorluğuna karşı, bir iletişim stratejisine karşı mücâdele ediyoruz. Gündelik hayatta konuştuğumuz meseleler, kişilere dâir kafamızda oluşan imajlar, hepsi aslında hükûmet tarafından kontrol ediliyor.

Bugün, eksi 10 derecede bir saat boyunca Halk Ekmek sırasında bekleyen bir emekli, yoldan geçen arabaları muhâbirlere göstererek ekonominin ne kadar iyi olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu, sersemlemiş bir ruh hâli. Sersemletilmiş toplumun bireylerine işâret ediyor. Ve özellikle bu medya imparatorluğunu finanse etmek için, belirli meseleleri akıl yoluyla açıklayarak tartışmanın önlenmesi için harcanan bir para var. Komplo teorileriyle dolu, birbirine bağlanmayan önermelerle dolu, kişiler hakkında sadece nefret, sevgi, hayranlık veya öfke uyandırabilecek duyguları besleyen bir medya kültürü bu. Bunu söylemek gerekiyor. Dolayısıyla aslında bu bizim rutinimiz, hayâtımızın içinde var olan bir şey. Birisinin iyi olması, kötü olması ya da birisine dâir kafamızda oluşan imajları belirleyebilmek için bu kadar kamu bankası reklamlarını Turkuaz Medya Grubu’na ya da Demirören Medya Grubu’na aktarıyor zâten. Bu adamların aslî vazîfesi bu. Biz, bu meselenin aslında daha az sersemlemiş insanları olarak farkında olduğumuz için olgular arasında neden-sonuç ilişkileri kurmaya çalışıyoruz. 

Meselâ hatırlarsanız, geçen ay “Köpek sâhibi Beyaz Türkler” meselesi vardı. Bu asla bitecek bir şey değil. Keşke Sezen Aksu’yla bitse, ya da köpek sâhipliğiyle keşke bitse. Bu, belirli imajları belirli başka imajlarla bütünleştirerek, toplumu biraz önce bahsettiğim sersemletme aşaması ve birbirleri hakkında kötü düşünme, kötü hissetme duygusunu verme meselesi. Bu, maalesef sistemin alâmet-i fârikası. Çünkü bu tip sistemler, hayâlet bir halk üzerinden gidiyorlar. Walter Lippmann’ın yıllar önce söylediği “hayâlet bir kamuoyu” var burada. Nasıl bir hayâlet kamuoyu? Aslında hem var, hem yok. Sezen Aksu’nun şarkı sözünden rahatsız olan bir halk yok aslında. Ya da Beyaz Türkler’in köpek sâhipliği konusunda mustarip olan bir halk kitlesi de yok. Hattâ o dönem asıl tartıştığımız konu, sâhipsiz sokak köpekleriyken, asıl meselenin birden sâhipli köpekler ve Beyaz Türk sâhiplerine gelmesi gibi… Birçok noktada olduğu gibi, toplumda böyle bir talep yok. Yani toplumun aslında Tayyip Bey’in konuştuklarının konuşulmasına dâir bir talebi yok. Tam tersine, Tayyip Bey konuşulsun diye bu arzı yaratan ve o hayâlet halkı kurgulayan, şekillendiren, nasıl düşünmesi gerektiğini, nasıl hissetmesi gerektiğini söyleyen taraf. 

Zaten bu tip sistemlerde siyâsetin işlemediği nokta bu. Normalde siyasal alanın toplumsal tepkiyi temsil etmesi gerekir. Ama bizde, siyasal alanın sâhibi, yani muktedir, toplumsal tepkiyi şekillendirme yeteneğine sâhip. Çok enteresan bir şey. Hattâ bunu sâdece medyayla sınırlı tutmayalım; Türkiye’de patronaj ağlarıyla yeni bir insan tipi çıktı: Sezgileri kuvvetli, kafası karışık, ama bir şekilde kendisinden emin, herhangi bir konuda tavrını siyasal otoritenin tavrına göre hemen değiştirme becerisini siyâsî ustalık olarak gören bir toplum tipi ortaya çıktı. Bu toplum tipinin gerçekten var olduğunu ve siyâseti etkilediğini düşünmüyorum. Tam tersine, bu karakterin siyâset tarafından oluşturulduğunu düşünüyorum. İlginç bir şekilde, iktidar ile hayâlet kamuoyu arasındaki çarpık ilişki, benzer şekilde muhâlefette de ortaya çıkıyor. Nasıl ki iktidar, aslında talebi olmayan bir halkı temsil ediyorsa, muhâlefet de bir talebi olan halkı temsil etme konusunda sıkıntı yaşıyor. 

Ruşen Çakır: İkinci bölümde tam da onu konuşmak istiyoruz. Söylediklerin bence çok önemli Burak. 

Kemal Can: Burak’ın söylediğine bir şey ekleyeceğim: Aslında şu anda iktidar da muhâlefet de, o yapay halkı, stratejisinin ana ekseni yapmış durumda. İkisi de o halka konuşuyorlar. 

Burak Bilgehan Özpek: Tabii, doğru.

Kemal Can: Asıl problem bu. 

Burak Bilgehan Özpek: Doğru Kemal Abi.

Kemal Can: “Gündem değiştirme” lâfı buna tekabül ediyor. O halkın doğru olduğunu ve o gündem değiştirme işinin o halk tarafından alınacağı varsayımına dayanan bir yorum.

Burak Bilgehan Özpek: Doğru. Orada şöyle bir durum var: Muhâlefetin karşısına yine kurgusal bir halk çıkartarak, onun politika yapma alanını daraltmaya çalışıyor. Meselâ HDP konusunda İYİ Parti’den ılımlı bir açıklama geldiğini düşünelim: Hemen, bu ılımlı açıklamayı yapan İYİ Partili siyâsetçinin etrafına bir halk diziliyor. Bu, önce sosyal medyadan başlıyor, daha sonra ulusal medyadan devam ediyor. Sanki halkın büyük kısmının talebi, İYİ Parti’den HDP karşıtı bir beyan duymakmış gibi hissettiriliyor siyâsetçiye. Bunun ismi “meşrûluk krizi” yaratmak. Siyâsetçi büyük bir kabahat işlediğini, büyük bir günah işlediğini düşünerek eli kolu bağlı bir şekilde pısıp duruyor. Sanki hayâtı boyunca onu var eden değerlerin hilâfına bir şey söylemiş, sanki çarşıya pazara çıkamayacakmış gibi, çok büyük bir kabahat, çok büyük bir günah işlemiş gibi hissediyor. 

Benzer şekilde, Cumhuriyet Halk Partili bir milletvekilini veya bir siyâsetçiyi düşünelim: O da toplumun farklı kesimleriyle, daha muhâfazakâr kesimlerle, ılımlı, müzâkere zemini açık bir Türkiye hayal ettiğini düşünüyor ve bunu ifâde ediyorsa, onun etrafına daha ortodoks bir kurgusal seçmen kitlesi sürülüyor. Sâdece iktidârı destekleyen bir kurgusal halktan değil, aynı zamanda muhâlefeti kuşatan bir kurgusal halktan da bahsedebiliyoruz. Zâten bahsettiğim “muhâlefetin seçmenin beklentilerini temsil edememe” konusu bu. Sezen Aksu’ya saldırmak veya Sezen Aksu’yu savunmak aslında çok da organik bir mesele değil. Muhâlefetin orada temsil etmesi gereken şey, muhâlefetin siyasal alana taşıması gereken talep, aslında hükûmetin kurgusal halkı oyalamak için ortaya koyduğu gündemin dışında başka bir şey de olabilir. Bence muhâlefeti eleştirmemiz gereken nokta, Sezen Aksu tartışmasında aldığı olumlu, olumsuz veya alamadığı pozisyon değil. Muhâlefeti eleştirmemiz gereken nokta, halkın başka taleplerini de, yani gerçek talepleri de siyasal alana taşıma konusundaki yetersizliği. Mesela Sezen Aksu konusunda muhâlefet tavır alsaydı, bu, sivil toplumun talebinin siyasal alana taşındığı anlamına gelir miydi? Bence gelmezdi. 

Ruşen Çakır: Hayır, orada büyük bir ihtimalle şu olurdu: Siyâsî iktidarın saldırısına karşı, Türkiye’nin en önde gelen sanatçılarından, değerlerinden birisinin yanında olduğunu göstermiş olurdu. Devlete karşı, iktidâra karşı tavrını göstermiş olurdu. Toplumsal bir meseleden ziyâde, orada saldırıya uğramış önemli bir figür var. O figürün bir anlamda yalnız bırakılması olayı oldu. Yoksa bu, senin dediğin gibi bir toplumsal mücâdele meselesi değil. Başka bir şey. Daha sembolik bir şey. Ondan da birçoğu, “Aman oyuna gelmeyelim” diye imtinâ etti. Ne diyorsun Ayşe?

Ayşe Çavdar: Bu konuda sana da, Burak’a da katılmadığımı söyleyerek başlayayım.

Ruşen Çakır: Çok güzel. Hadi bakalım.

Ayşe Çavdar: Çünkü mevzû keşke Sezen Aksu olsaydı. Sezen Aksu’nun muhâlefet partilerinin hiçbirinin desteğine ihtiyâcı yok. Çünkü Sezen Aksu’nun öyle bir desteği var. Mevzûmuz, Adem’le Havva hakkında söylenmiş bir şarkı sözünün bir hafta boyunca sosyal medyada “Haddini bil” diye dolaştırılması. Şuna da dikkatinizi çekerim: Beş yıl önce yapılmış şarkıyla ilgili bu hikâyeyi ilk konuşan, bir vâiz, muhtemelen Diyânet’e ait bir câmide pazarlığı şöyle yapıyor: “Hilâfet olsaydı, bunlar böyle konuşamazlardı, böyle şarkılar yazamazlardı” diyor. İlk oradan çıkıyor. Sonra iş büyüyor ve Tayyip Erdoğan bunu bir pas olarak alıp, Çamlıca Câmii’nin içinde, böyle konuşanların“dilini koparmak”tan bahsediyor. Burada gündem değiştirmekle ilgili bir şey yok. Daha çok şöyle bir şey var: “Evet, gündemde ekonomi var, ekonomik sıkıntılar var. Sanayinin gazı kesilmiş. Bu, işsizlik getirecek, daha fazla yoksulluk getirecek, bütün Türkiye halkı milyarlarca lira zarar edecek. Ama bunun karşılığında bakın size ne veriyorum?” Bunun karşılığında aldığınız şey şu: “Sizin bu konudaki hassâsiyetinizi alıyorum ve buraya taşıyorum.” 

Bu arada, Çamlıca Câmii de herhangi bir câmi değil. Çamlıca Câmii, dini yerine getiren, bir dini temsil eden bir câmi. Çünkü Çamlıca Câmii, yalnızca İstanbul’un siluetini değil, aynı zamanda o siluetin içindeki dinî çoğulculuğu da ezecek bir şekilde mîmârî olarak konumlandırılmış bir câmi. Bunu oradan söylüyor. Bu konuşmaları yapabilmek için o câmiyi inşâ ettirdi. Dolayısıyla orada bir pazarlık var: Hepimizin daraldığını düşündüğümüz, üstelik de bu türden çıkışlar yaptıkça daraldığını düşündüğümüz “hayâlî kamusu”na konuşuyor. Burak orada çok güzel söyledi; muhâlefetin de o hayâlî kamuya göre tavır alacağından emin. Dolayısıyla bir pazarlık yapıyor: “Ben, beceriksizliğimle, abuk sabuk iktisâdî teorilerimle, iktidarda kalma ısrarımla, senden o refâhını alıyorum, ama karşılığında sana bir şey veriyorum.”

Geçenlerde çok tuhaf bir sokak röportajı vardı hatırlarsanız. Adam, “Özgürüz artık, doktorlara saldırabiliyoruz” diyor. “Tamam, her konuda bir sürü sıkıntı çekiyoruz, ama doktorlara saldırabilecek kadar da özgürüz” diyor. Önce ironi yaptığını düşündüm, ama anladığım kadarıyla ironi değildi. Sınırlı ve hayâlî olduğunu düşündüğümüz kendi kitlesine, bu özgürlüğü veriyor. Üstelik bir de trol ordusu var. Otoriter sistemlerin gündem oluşturma ve saptırmada kullandıkları önemli yöntemlerden bir tânesi, çoğunluğun böyle düşündüğünü hissettirme. Az önce Burak, “İYİ Partili milletvekilinin etrafında böyle bir şey olsa…” diye tekrar eden bir kurgudan bahsetti. Sıradan vatandaşa da bunu yapıyor. Sıradan vatandaşa da “Bak, çoğunluk böyle düşünüyor. Bundan geri kalma” diyor. Algoritmalarla ilgili bayağı konuştuk hatırlarsanız. Facebook, Amerika’da hesap vermek zorunda kaldı, birtakım skandallar patladı. Bir şirket vardı onun içerisinde, Analytica’ydı galiba. Bunlar teknikler. Bu teknikleri de eli yettiğince kullanıyor.

Pazarlığı böyle kullanıyor. “Senden bunu alıyorum, ama karşılığında verdiğim şey, bu saldırma özgürlüğü. Kime saldıracaksın? Ona saldıracaksın. Niye saldıracaksın? Bu hassâsiyetin üzerinden saldıracaksın. Bu esnâda kendi meşrebini de, kendi hayâtını da daraltacaksın, ama zâten elindeki kaynaklarla yaşayabileceğin hayat da bu” pazarlığı. Bütün sahneyi bütünlüğü içerisinde ele aldığımız zaman, hikâyenin ana fikri bu. Muhâlefet buna karşılık, “Provokasyonlara gelmeyeceğiz, aslında gündem başka. Bunlar gündem değiştirmek için yapıyorlar” dediğinde, “Ben bu pazarlığa katılmıyorum” diyor. Ama şöyle bir çelişkisi var muhâlefetin — onu Kemal de Burak da söyledi: Muhâlefet de iktidâra ancak bu hassâsiyetlerle donanmış kitlenin kalbini kazanabilirse gelebileceğini düşünüyor. Böyle de bir paradoksumuz var. Yani hem onlarla yaptığı pazarlığa katılmıyor, “Ben bu pazarlığın dışındayım” diyor, hem de o pazarlığın yapıldığı taraflardan birinin oyuna tâlip. Üstelik o oyu almazsa iktidar olamayacağını düşünüyor. Bu obsesyon öyle bir hâle gelmiş vaziyette ki, birazdan ikinci bölümde de söyleyeceğim ama burada azıcık çıtlatayım: Muhâlefetteki kitlesinin arzusunun ne olduğu, ekonomik taleplerinin ötesinde nasıl bir Türkiye istediğiyle ilgili de fazla kafa yormuyor. Onları çeşitli kategoriler ve klikler hâlinde düşünüyor, onlarla arasına özellikle mesâfe koyuyor ki, muhalefetin o hayâlî kamusuyla konuşabilsin. 

Böylece, herkesin daraldığını düşündüğü o tuhaf ve hayâtı hassâsiyetleri ölçüsünde daraltan, başka da hiçbir şey düşünmeyen, ekonomiye bile bu hassâsiyetler karşısındaki talepleri karşılandığı zaman susacak, onu kabul edecek, hayatın daraltılmasını onaylayacak bir kitleden ibâret zannediyor. Hepimiz hayâtımızı, söylemlerimizi onlara göre ayarlamak zorunda kalıyoruz. Biz lâfa gelince, “Türkiye Tayyip Erdoğan’a oy verenlerden ibâret değil, başka bir Türkiye var” diyoruz, ama o Türkiye’yi göz önünde bulundurarak siyâset yapan kimse yok. Böyle bir dilemmamız var elimizde. Dediğim gibi, her gündem değiştirmeymiş gibi görünen operasyonda –algı operasyonu demeyeceğim, bu bir pazarlık operasyonu– siyâsetin alanı biraz daha daralmış oluyor. Muhâlefetin sorunu, bunu kaçırmaması. Çünkü muhâlefet, “Ben şimdi bu topa girersem, din iman konuşmak zorunda kalacağım. Bu din iman konuşmayı ya beceremeyeceğim, ya kimseyi inandıramayacağım, bunun bir kazananı olmayacak. Üstelik kutuplaşmaya hizmet edeceğim” diye düşünüyor. Kutuplaşmaya hizmet etmeyecek. Çünkü muhâlefet bu tartışmayı din iman üzerinden yapmak zorunda değil. Diyebilir ki: “Kardeşim, bu ülkede düşünce özgürlüğü var. Anayasa var. Sen de bir devlet başkanısın. Laik bir devletin ve hukuk devletinin devlet başkanıysan böyle davranmak zorundasın.” Bunu demek yerine, “Zâten ne dediğini bilmiyor. Bu ne dediğini bilmeyen adamla karşılıklı oturup konuşarak ya da ona cevap vererek zaman harcayamam” demek, kendini taca atmak, oyunun dışına atmak anlamına geliyor. Oysa sınır koyabilir. Kararsızlar dağıtılmadan var olan %24-26’ya, “Siz bu adama oy verseniz de, burası hâlâ bir hukuk devleti, hâlâ ifade özgürlüğü diye bir şey var burada, ona rağmen var. O da, şu lâfı ederek devlet başkanı olarak taşıdığı sorumlulukları ihmal ve ihlâl etmekte. Bizim size vaadimiz de, kendi dinî inançlarımızın da daraltılmadığı, bu şekilde müzâkereye konu edilmediği bir Türkiye. İstemiyorsanız, zâten geride bir çoğunluk var, biz onlarla bunun teâtîsini yapabiliyoruz” diyebilmesi lâzım. Ama bunu diyebilmesi için o teâtîyi yapması lâzım. Bunu ikinci bölümde konuşacağız.

Bir şey daha var — muhtemelen Kemal de görmüştür: Bu “muhâlefete muhâlefet yapma” Sezen Aksu meselesinde bir kez daha ortaya çıktı. Çünkü sanki Sezen Aksu’yu savunmak, hedef kitleye baktığımızda bir taraftan da muhâlefetin alanını daraltmakmış gibi göründü. O yerinde duracak bir şey değildi. Bir kere dediğim gibi, Sezen Aksumeselesi Sezen Aksumeselesi değil; Sedef Kabaş meselesi de Sedef Kabaşmeselesi değil. Bu, genel olarak özellikle kadınlara yapılmış bir saldırı. Çünkü bu saldırının kadınlara yapılması, Türkiye’de hayat tarzları sürekli kadınların ne düşündüğü, nasıl davrandığı, ne giydiği, ne söylediği üzerinden belirlendiği için, iyice sembolik bir evren yaratıyor. Dolayısıyla o orada kalmayacaktı. Bu defa şöyle bir imaj da yaratıldı: “Muhâlefet partileri bu tartışmaya katılmıyorlar, benim yaptığım bu pazarlığa dâhil olmuyorlar; ama bakın, toplumsal muhâlefet böyle bir şey yapıyor. Dolayısıyla, kendi kitlelerini idâre edemiyorlar. O kitle gayet rahat kutuplaşıyor”. Mevzû bana “endişeli muhafazakârlar”meselesinde çıktığı gibi geliyor: “Tamam, muhâlefet partileri böyle yapıyorlar, ama Kemalistlere, muhâlefete bakıyorsunuz, neler neler söylüyorlar. Rövanşizm orada da var” gibi kalıplarla geliveriyor. Çünkü siyâsî muhâlefet böyle durumlarda topa girmediği için, toplumsal muhâlefetin uç tarafları moderatörsüz kalıyor. Karşılık bulamadığı için daha da keskinleşiyor. Oysa bunu yumuşatabilmenin, bunu içerebilmenin de yolları var. Bunun bir dilini üreterek yapabilir. Yapmıyor. Her gündem değiştirme ya da her siyâsî muhâlefetin “Biz onu değil bunu konuşmak istiyoruz” dediğinde ve konuşmadığında… Dediğin doğru, konuşmuyorlar. Ekonomiyi de öyle çok konuşmuyorlar. Ne yapıyorlar? Bize, “Her şey çok kötü, hayat çok kötü. Çok kayıp verdik. Ülke kötü yönetiliyor” diyorlar. Bunu biz biliyoruz zâten. O yüzden sık sık twitter’da şununla karşılaşıyorlar: “Kardeş biz bunu yazıyoruz. Sen milletvekilisin, parti genel başkanısın, başka bir şey yap. Bunları biz yazarız, biz biliyoruz, hayâtımızda yaşıyoruz, deneyimliyoruz”. O da yok.

Ben bunun iki şeyden kaynaklandığını söyleyip, söyleyeceklerimi bir dahaki tura bırakayım. Çünkü bundan sonrası onunla ilgili. Bunun şöyle bir sonucu var: Muhâlefet kendisiyle ilgili doğrudan bir şey konuşmadığında, sürekli dağılıyor. Bunun çeşitli örüntülerini gördük. Ben bunun iki sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisini daha evvel de söylemiştim: Muhâlefet, muhâfazakârların oylarını almak istiyor, ama muhâfazakârları tanımıyor. Millet İttifakı’nın etrafındaki muhâfazakâr partiler de muhâfazakârları tanımıyorlar. Muhâfazakârların ne olduğu konusunda, pek aynaya da bakmadıkları için, kendilerinin de pek fikirleri yok. Muhâfazakârlığı, bir tür “değer koruma, olanı koruma, değerler üzerinden var olanları koruma ve geleceğe mîras bırakma” gibi gayet romantize ettikleri bir entelektüel kısırlık içerisindeler. 

İkincisi, bence kendilerini de çok tanımıyorlar. Çünkü kendilerini tanısalar, “Bizim güçlü taraflarımız şu. Şunları savunduğumuz, şunları konuştuğumuz zaman ön plana çıkıyoruz, gündemi biz belirliyoruz. Şunları yaptığımız zamansa elimize yüzümüze bulaştırıyoruz” tahlilini yapmış olurlardı. Bunu yapmadıkları anlaşılıyor. Çünkü sık sık yumuşak karınlarından vuruluyorlar. O yumuşak karın da, dediğim gibi birinci sebebe bağlı. Muhâfazakârlık, şu anda AKP’de konsolide olmuş türde bir muhâfazakarlıktan ibâret değil; kabul ediyorum. Ama AKP’de konsolide olmuş türden muhâfazakârlıkla diyaloğa girmek istedikleri ya da istemedikleri her durumda çuvallamalarına sebep oluyor. Çünkü iktidar, yumuşak karınlarından nasıl vuracağını biliyor. O yumuşak karın genellikle ya Kürt meselesi, HDP’yle ilişkiler oluyor ya da bu örnekte gördüğümüz gibi dini hassâsiyetlerle, düşünce ve ifâde özgürlüğünü, yaşam tarzlarını karşı karşıya getirdiği bir denklem oluyor. Bunu da her seferinde yapıyor ve her seferinde hakîkaten çuvallıyorlar. Dediğim gibi kendilerini de çok iyi tanımadıkları için. Kendi kitlelerini de, kendi siyâsetlerini de çok iyi formüle etmedikleri için. 

Ruşen Çakır: Aslında buna üçünüz de epeyce değindiniz; ama şimdi, ikinci turda, “Sâhici gündem nedir ve bu konuda yapılanlar, yapılmayanlar, yapılması gerekenler nelerdir?” Onu konuşalım. Kemal, seninle başlayalım.

Kemal Can: İlk turda konuştuklarımızdan çıkan çok temel, ortak bir şey var: Asıl gündem, tam da bu kurgulanan “iktidar kurma” biçimini mesele etmek ve bunun dışında bir dil ve yaklaşım geliştirebilmekle mümkün. Ne konuşulursa konuşulsun, kime ve nasıl konuşulacağıyla ilgili temel bir mesele var. Dolayısıyla bunun bir gündem olması lâzım. Çünkü kurgusal halk ya da birtakım barajlarla nüfuz edilmesi imkânsız sanılan kitleye kurgulanmış, ona odaklanmış, hem iktidârın stratejisi hem de bunu kabul ederek başlayan muhâlefet stratejisinin yarattığı ortak bir dilsizlik var. Dolayısıyla bu dilsizlik çözülmeden, her neyi gündem yaparsan yap, buradaki kurallar ve koşullarla bağlı olacak ve her zaman da o gündemin konuşulmasıyla, derinliğiyle, varacağı sonuçla ilgili bir tartışma yapıyor olacağız.

Muhâlefetteki pek çok siyâsetçi de söylüyor; aslında iktidârın seçmeni bile bu iddiaların doğru olduğunu, Sezen Aksu’nun hakaret ettiğini düşünmüyor. Böyle düşünen çok küçük bir azınlık. Hatta AKP’nin MYK toplantısında bile bunların gündeme getirildiği, bâzılarının bir acayiplik olduğunu söylediği, bazı AKP’lilerin sosyal medyaya yansıyan böyle değerlendirmeleri oldu. Herkes bunu söylüyor. Kimsenin aslında böyle bir gündemi yok. Gündem değiştirme iddiasını ortaya atan siyâsetçiler de, “Halkın böyle bir gündemi yok” diyor. Peki, halkın böyle bir gündemi yoksa, iktidârın böyle bir gündemle halkı yöneteceği ve dolayısıyla bu tuzağa düşmeme varsayımı nereden çıkıyor? Eğer böyleyse, zâten baştan bunu kabul etmeyerek,  böyle olmadığını varsayarak… Bir de, Ayşe biraz değindi, Sezen Aksu’yu desteklemek, onun yanında durmak meselesi. Konu hiç bununla ilgili değil ki. Bu daha önce sokaklar meselesinde de yaşandı: “Ben sokağa çıkarım ya da çıkmam. Bunun talîmâtını verecek ya da bunu tehdidini savuracak merci değilsin. Böyle bir şey söz konusu olamaz” demekle, sokağa çıkıp çıkmamayı bir siyâsî taktik olarak kullanıp kullanmamayı birbirine karıştırmanın hiç anlaşılır tarafı yok. Üstelik bu tez, asıl gündem olduğunu iddia ettiği konuyla ilgili. Ne laiklikle ilgili sokağa çıkmaktan bahseden kimse vardı, ne Erdoğan’ın çıkıp îmâ ettiği bununla ilgiliydi. Îmâ ettiği şey, halkın, çektiği sıkıntılar dolayısıyla, mitingler serisinin –ki iki muhâlefet partisi de iki deneme yaptılar; ama ondan sonra gördük ki devâmı gelmedi– “Biz baskı yaratacağız ve artık ülkenin, vatandaşların dayanamadığı sıkıntılar karşısında, ülkeyi hızla kaçınılmaz yıkımdan bir çözüm kapısına taşımak için bir seçim baskısı yaratacağız” iddiasını bırakmalarına yol açtı. 

Türkiye’nin asıl gündemi neydi? İktidârın konuşulmasını engellediği asıl gündem denilen o “Thegündem” neydi? İnsanların artık dayanacak gücünün kalmadığı değil miydi? Konuşulması gereken bu. Peki, bu, siyâsî aktörler açısından nerede? Bu dayanılmazlığı bir an önce sona erdirmeye ilişkin politik program nerede? Bu, değiştirilmesine iktidârın uğraştığı, muhâlefetin de “değişmesin” diye hiçbir konuya girmeyip, buna odaklandığı şeyin odağında olan ne? Şunu görüyoruz: İnsanlara gidip insanların sıkıntılarını dinliyorlar, sonra dönüp insanlara, insanların yaşadığı sıkıntıları anlatıyorlar. İnsanların zâten bilmekte olduklarını onlara anlatıyorlar. “Siz çok fenâsınız, çok fenâ yoksulluk çekiyorsunuz, çok fenâ sorunlar var.” Tamam, bu görünürlük işin bir tarafı. Ama bir muhâlefetin iktidar alternatifi olarak ortaya çıkmasının temel göstergelerinden biri –ki asıl muhâlefetken bunu gösterebilmesinin yolu–, kimden taraf ve nasıl taraf olduğunu göstermesi. Dolayısıyla aslında, kurulan bütün gündemlerde, “O gündem tehlikeli” deyip, oluşturulmuş kurgusal ve varsayımsal kalabalığa ilişkin bir “hassâsiyete dokunurum” diye oraya girmemek, ondan konuşmamak ve ondan bahsetmemek değil, tam tersine, her durumda kendisinin pozisyonunu açıklamak. Çünkü o zaman insanlar, karşılarında sanal, gerçek, uydurulmuş her türlü gündemde, kimin neye karşılık geldiğini, kimin ne söylediğini tartarak bir karar verecek. 

Aylardır konuşuyoruz ya; kimi anketlerde %60’lara kadar varan muhâlefet desteğine ve Burak’ın başta söylediği gibi iktidarın bu hegemonyayı kurmaya yetecek desteği olmamasına rağmen, bu kadar fütursuz ilerleyebilmesini sağlayan şey, bu denklemin bu hakîkatle karşılık bulan bir siyâsî dile çevrilmemesi. O sanal kalabalığı, o sanal kamuyu, hâlâ üzerine konuşulacak, üzerine siyâset yapılacak alan olarak târif etme yeteneğini devam ettirdiği için, iktidârın oradaki etkisi daha fazla muhâlefetin daha az olduğu için –ki bu da varsayımsal, ama öyle göründüğü için–, o alanda yalnız kalmayı, karşısına kimsenin çıkamamasını mümkün kıldığı için, Putin kadar desteği olmadan Putin olabilmeyi başarmasına katkı veriyor muhâlefet. O yüzden de, bence bu gerçek gündem meselesinde, Türkiye’nin sorunlarını da çözüm perspektifinde konuşmak için, önce şu temel meseleyi hem taktik açısından değiştirmeleri hem de bunu bir veri olarak kabul etmekten vazgeçmeleri gerekiyor. Bunu geçmeden, konuşmaya başlanacak her aşamada, programın müthiş olması, iddiaların çok inandırıcı olması ya da çok kuvvetli argümanlar içermesi de bir anlam taşımayacak. Çünkü asıl olarak, kurgulanmaya çalışılan politik programın varmak istediği hedef, onun kime göre hazırlandığı, kim için iknâ edici yapılmaya çalışıldığıyla ilgili. Ben o yüzden bu meseleye takıntılıyım. Bu yaşanmakta olanı ve asıl gündem tartışmasını bu yüzden çok önemli görüyorum. Çünkü gündemi ne yapacaksanız önemli. İktidar bunun farkında olduğu için, bu meseleyi özel olarak çalışıyor. 

Bu olayda, Sedef Kabaş ve Sezen Aksu sembolleri rastlantısal değil. Muhâlefet blokunun içerisinde, birbirine mesâfeli olabilecek ve desteklerken bir şey hissedebilecek tarafların olduğu noktalarda bulunuyorlar. Yani birileri diğeri için, diğerleri öbürü için. Ayşe’nin söylediği şey önemli: Muhâlefetin siyâsî tutumu, iddia ettikleri gibi, “Biz bütün muhâlefetin birlikteliğini temsil ediyoruz” yaklaşımına karşılık gelebilecek bir bütünlük ve doğru perspektif içermeli. Bu ekonomi için de böyle, diğer kurulan gündemler için de böyle. Ekonomide de bu anlamda çok ciddi bir sorunla karşı karşıya görünüyoruz. Bu sorun sâdece, muhâlefetin herkesin derdine çözüm üretebilecek ortak bir program üretmesiyle ilgili değil, bu programı hangi önceliklerle hangi çerçevede oluşturacağıyla ilgili belirsizlikten kaynaklanıyor. O nedenle senin soruna çok somut önerilerle gelmiyorum. Çünkü o önerileri kuracak bir ön baraj olduğu kanaatindeyim. 

Ruşen Çakır: Burak, aynı konuya seninle devam edelim. Sen ne düşünüyorsun? Aslında senin ilk bölümde söylediklerin, bu sorunun cevabını da içeriyordu. Herhalde kurgusal kamuoyu ekseninde muhâlefetin onu gözeterek bir pozisyon alması gerekiyor. Gözeterek derken, onun suyuna gitmesi anlamında kullanmıyorum, yanlış anlaşılmasın. Onun kurgusal olduğunu görerek hareket etmesi gerektiğini söylemek istiyorum. 

Burak Bilgehan Özpek: Aslında biz bütün bunları, muhâlefet temsil görevini yerine getirmediği için de konuşuyor olabiliriz. “İktidar gündemi belirlediği için mi muhâlefet siyâsetini yapamıyor, yoksa muhâlefet siyâsetini yapamadığı için mi iktidar konuları bu kadar rahat dağıtıyor?” sorusuna cevap vermek lâzım. İkincisi de olabilir. Çünkü hakîkaten son birkaç aydır, siyâset ve söylem kurmakta ciddî anlamda zorlanan, “Nasıl olsa seçimi kazandık” psikolojisiyle Ankara’daki o küçük dünyalarına çekilen bir muhâlefetten bahsediyoruz. Ciddî bir siyâset kuramadılar, bir söylem geliştiremediler, hattâ birçok gündemi de atladıklarını düşünüyorum. Aslında, muhâlefet tam gaza basacağı sırada, tam daha agresif ve insanların onları dinlemeye daha açık olduğu bir zamanda, insanlara hiçbir şey söylemediler. Daha agresif bir şekilde politika yapacakları alanda frene bastılar. Halbuki şu anda insanlar muhâlefeti hiç olmadığı kadar dinlemeye açık. Ama muhâlefet hiçbir şey söylemiyor. Siyâset yapma pratiği açısından konuşuyorum. “Muhâlefete muhâlefet etme” meselesi çok konuşuluyor. Maksimalist bir çizgiden muhâlefete muhâlefet yapanlar var. Mesela, anarko-kapitalist bir çizgideyseniz, bütün partiler size aynı görünür. Biz muhâlefete, “Bizi mutlu etmediği için muhâlefet yapma” ile, muhâlefeti, sonuca ulaşacak hamleleri yapmadığı için eleştirme arasında bir ayrım yapmamız lâzım; daha pragmatik davranmamız lâzım. Bu iki tarz arasında bir fark var. Mesela, Ümit Özdağ da, “Bütün partiler birbirinin aynı” diyor. 

Ayşe Çavdar: Ümit Özdağ anarko-kapitalistdeğil ama.

Burak Bilgehan Özpek: Ama maksimalizmin binbir çeşidi var Ayşe. Son derece liberal olup maksimalistolabilirsin, ya da sosyalist olup da maksimalistolabilirsin. Kendinizi siyâsetin dışına çıkartıp bütün partileri birbirinin aynı olarak görebilirsiniz. Bu yanlıştır demiyorum, doğru da olabilir. Ama bunun bize getireceği bir fayda yok. Bu iktidârın ikbâli üzerinde olumsuz bir etkisi yok. O yüzden, muhâlefete bu şekilde muhâlefet yapmayı ben de eleştiriyorum. Ama sonuca ulaşacak adımları atmadığı için muhâlefeti sonuna kadar da eleştirmeliyiz. Geçen haftaki programımızda da söyledim: 36 yeni hapishane yapılması için bütçeye yeni ödenek koyuldu. Hakîkaten artık bu işin şakası yok. 

Kemal Can: Sanal hapishane değil onlar meselâ.  

Burak Bilgehan Özpek: Değil tabii. Çok gerçek bir şey var burada. Muhâlefet önümüzdeki seçimi ezilerek kaybederse, bugünkü durumumuzdan daha kötü bir duruma düşeceğiz. Orada Putin meselesi tamamen hakîkat olabilir. O yüzden, sonbaharla birlikte muhâlefet, gerek iletişim stratejisi açısından, gerek mevzû ettiği siyâsî konular açısından, gerekse siyâsî liderlerin performansı açısından, halka duymak istedikleri şeyi çok fazla söylemedi. Mazotun 15 TL olduğu, insanların yaşamaktan artık usandığı, süpermarket kasalarının miting meydanına döndüğü, herkesin huzursuz olduğu ve herkesin maddî olarak kaybettiği bir dönemde, insanların muhâlefet partilerini en fazla dinlemeye hazır olduğu bir dönemde, muhâlefet partileri bir gündem oluşturamıyorsa, biz Sedef Kabaş ve Sezen Aksu gibi gündemlerin esîri oluruz. Zâten bu tip gündemlerin ortaya çıkmasının sebebi, muhâlefetin çok becerikli olmaması. Oradaki neden-sonuç ilişkisini biraz doğru koymak lâzım. 

Kemal Abi’nin söylediği, “Siyâsî partilerin sivil toplum tepkilerini dizayn etme” meselesine tamamen katılıyorum. Bunlar iki ayrı alandır. Sivil toplum da siyâseti dizayn etmeye o kadar hevesli olmamalı, aynı şekilde siyâset de. Tepki organik gelişiyorsa, organik gelişir. Bunu tartışırız, karşı oluruz, yanında oluruz; fakat entelektüellerin bunun yanında ya da karşısında olması o organik tepkinin yanında olmasını engellemez. Meselâ bir sendikanın ya da bir kimlik grubunun eylem yapması, siyâset kurumunun işi değildir. Bu, siyâsetin ilgisi dışındadır. O organik tepki gelişir, siyâset oradan bir pay çıkartır. O bakımdan, bu iki alanın birbiriyle etkileşiminin kuvvetli olması lâzım. Fakat birbirlerini dizayn etme çabaları hakîkaten demokrasiye çok zarar veriyor. 

Bu “gündem değiştirme” meselesi aslında bizi bir noktaya sürüklüyor. Karşısında olduğumuz parti, siyâsî bir partiden ziyâde bir medya imparatorluğu. Fakat benim görebildiğim kadarıyla, 90’lı yıllarda her siyâsetçinin, üzerine söylem ve siyâset kurduğu medya karşıtlığı, 2022 Türkiye’sinde bir türlü siyâsî söyleme dönemiyor. Şu anda muhâlefet partilerinin, medya düzenini ciddî anlamda sorgulayarak, karşısında siyâset yaptıkları aktörün bir medya iletişim ajansı olduğunu ve buna karşı siyâset yapması gerektiğini, bunun finansmanını sorgulaması gerektiğini düşünüyorum; meseleyi buradan alması gerekiyor. 90’lı yıllarda, 28 Şubat’tan sonra, “Kartel medyası”, “Boyalı basın” muhabbetleri her siyâsetçinin gündemindeydi. Şu anda siyâsetçiler ısrarla medyaya dokunmadan, sanki dışarıda hiçbir şeye etki etmeyen bir medya varmış gibi davranıyorlar. Fakat bu doğru değil. İletişim Başkanlığı’na da, medyaya da, Demirören Grubu’na da, Turkuaz Grubu’na da ve bunlara finansal destek sağlayan kamu kurumlarına da değinmek gerekir bence. Sadece Tayyip Bey’e konuşarak, onu itham ederek, sadece onu eleştirerek siyâset yapmak yerine, biraz daha halka konuşarak Tayyip Bey’in dışındaki mekanizmaları da anlatmak faydalı olacaktır diye düşünüyorum. 

Son olarak, kadınlar konusunda, katılıyorum. Kevin Passmore Faşizm kitabında bunu çok açık bir şekilde tartışıyor. Passmore, 1920’li, 30’lu yıllarda Avrupa’da faşizmin yükselmesini, I. Dünya Savaşı’nda ölen erkeklerin yerini, iş hayatında kadınların almasına bağlıyor. Kadınların sosyal hayatta görünür olmasından rahatsız olan bir erkek psikolojisinden bahsediyor ve rahatsız olan erkek psikolojisinin de otoriterliğe meylettiğini anlatıyor. Bugün güçlü kadınların bir şekilde mağdur edilmesi, aslında çok gizli bir haz da veriyor olabilir birtakım insanlara.

Ruşen Çakır: Ayşe Hanım, güçlü bir kadın olarak sizi dinliyoruz.

Ayşe Çavdar: Estağfurullah, yok öyle bir şey. Burak’la anlaşamamamızın nedenlerinden bir tanesi, galiba disiplinlerimiz. Hem gazeteci hem etnograf olarak, bu sivil toplumla siyâsetin alanını nasıl ayıracağımızı benim aklım kesmiyor. Nasıl olacak o iş? Sivil toplumla da yolunu ayırırsa siyâsetçinin işi ne olacak? Ya da sivil toplumla neyin siyâsetini yapacak? Ben tam da aksini düşünerek katılıyorum. Siyâsî muhâlefet talepleri görüp ona göre kendisine bir gündem oluşturamıyor. Çünkü kiminle ne konuşması gerektiği konusunda ciddi bariyerleri var. Bir ara sosyal ağlarda Clubhouse varken, orada denk geldiğim siyâsetçilerle konuşurken de bunu hissetmiştim. Siyâsetçilerin garip bir korkuları var; etki altında kalmaktan korkuyorlar. “Sivil toplum” lâfı pek çok insana liberal geldiği için, “toplumsal muhâlefet” diye bir şeyden bahsetmeye başladım. “Toplumsal muhâlefet” tamlamamasının benim için şöyle bir karşılığı var: Kurumsal siyâset belli talepleri kapsamaktan o kadar uzak ki, bir de o siyâsetin dışında bir muhâlefet oluşuyor. Bu sadece, 2000’lerde konuştuğumuz sivil toplumun, çıkarlarını rasyonellikle tartışmasına ve oradan bir siyâset üretmesine, baskı grubu oluşturmasına benzemiyor. Kendi hâline bırakılmış, terk edilmiş birtakım toplum kesimlerinin, ne kadar bağırsalar da seslerini duyuramamaları gibi bir durum var. Bu da, kurumsal siyâsetin kulağını oraya tıkamasından, garip bir şekilde etki altında kalmaktan korkmasından kaynaklanıyor. Eğer bu olmayacaksa, siyâset ne işe yarayacak? Siyâsetçi ne önerecek bize? O zaman hepimiz muhâfazakârız gerçekten. Siyâsetin işi, “Ben devleti oluşturan kurumların içerisine iyice gireyim, onları düzgün işleteyim” yaklaşımından mı ibâret olacak? İyi de, kurum düzgün olmayabilir. Belki kurumun bir yeniliğe ihtiyâcı vardır. Hattâ belki ortadan kaldırılmaya ihtiyâcı vardır. Bunu nasıl bileceksin? Teknokratlarına mı soracaksın? Bu yeter mi? O zaman bu siyâset olur mu gerçekten? Bunun gibi kafamda birtakım deli sorular var. Ben, bu siyâsetle sivil toplumun ya da toplumsal muhâlefetin yollarının nasıl ayrılacağı ve toplumun ya da sivil toplumun, hatta adını da koyalım: çıkar gruplarının siyâseti etkilemesinde ne beis olduğunu asla anlamayacağım. Siyâseti aynı zamanda bir kavram ve etkinlik alanı olarak düşünürken gayet geniş bir çerçevede ele almamdan kaynaklanıyor. Zâten öyle de olması gerekiyor. “Hele Türkiye’nin şöyle bir durumunda” diye kavramsal tartışmayı bir kenara bırakıp hayatın gerçeklerine geleyim. Çünkü bir taraftan devlet çökerken… O çöküşü bir daha söylemeyeceğim. 1999’da bir çöküş olduğunu ve hakîkaten bir enkaz devraldıklarını, enkazı yağmalamak suretiyle o çöküşün topluma sirâyet ettiğini, yalnızca toplumsal ilişkilere değil, toplumu var eden kurumların da, mesela ahlâk algımızın da, dinle ahlâk arasında kurduğumuz ilişkinin de –bir şekilde o kültürün içerisine sirâyet ettiği kadarıyla dinden bahsediyorum– tamamen çökertildiği, esâsında bizi birbirimize bağlayan hiçbir değerin kalmadığı bir vaziyetteyiz. Dolayısıyla böyle bir yerde herkes birbirini etkilemek zorunda. Siyâset de bu vaziyeti görmek ve okumak zorunda. Muhâlefetin problemi, bunu okumaksızın, “Biz liyâkatliyiz, iyi eğitimliyiz. Diplomalarımız var. O kurumların başına gelirsek, biz iyi yönetiriz” yaklaşımı. Sanki her şey düzgünmüş gibi. Sanki 99’da sözünü ettiğim bütün bu yıkım ve sonrasındaki yağma gerçekleşmemiş gibi. Olur da seçimi kazanırlarsa, geldiklerinin ertesi günü görecekleri manzara karşısında ne hissedeceklerini çok merak ediyorum hakîkaten. Çünkü muhtemelen, tahmin ettiklerinin çok ötesinde bir yıkım ve yağmayla ve onun sonuçlarıyla karşılaşacaklar. Bu iktidar, büyük oranda bunları saklayarak, sümen altı ederek gidiyor. Merkez Bankası’nın bir zamanlar ulaşılabilen kimi verilerine artık ulaşılamıyor. Ya da TÜİK’in rakamlarına güvenmiyor insanlar. Dolayısıyla artık devletin ve o tâlip olunan kurumların hâlinin ne olduğu konusunda göstergelerimiz de yok.

Birkaç ay önce şöyle bir iddiam vardı, o dönemde Gazete Duvar’da yazmıştım https://www.gazeteduvar.com.tr/bogac-han-usulu-siyaset-makale-1519655 bunu. Boğaç Han usûlü siyâset demiştim. Ne demek bu? Boğaç Han’ın yumruğunu boğanın alnından çektiği an, boğanın kendi ağırlığıyla yerle yeksan olduğu an. O yumruğu çekmek, “Ben senin konuştuğun konuları konuşmayacağım. Provokasyona gelmeyeceğim. Değiştirdiğin gündemin içinde olmayacağım, benim kendi gündemim var” demekle olmaz. Eğer gerçekten kendi gündemin varsa, bu cümlenin ilk ikisi söylenebilir. Bu gündem de, ekonominin ne kadar kötü gittiğinden ibâret olamaz. Bu gündem şöyle oluşur — ki burada ikinci aşamaya geliyoruz: Muhâlefetin bir şekl ü şemâile ihtiyâcı var.  Çünkü şu anda bir şekli yok muhâlefetin, biz göremiyoruz. Bizim onları birlikte görmeye alıştığımız bir fotoğraf bile yok. Muhâlefet partileri muhtemelen, “Konular üzerinde anlaştıkça biz bu ittifakı güçlendirelim” diye öngörüyorlar. Fakat böyle bir zamâna ihtiyaç yok. Üstelik konular üzerinde anlaştıkça üretecekleri bir ittifaktan önce, siyâseti etkilemesi gereken kesimlerin katılabileceği bir alan da yok. Konuları toplumun katılımına, düşünmesine açmaları lâzım. Gündem oluşturmak bu demek. Şunu yapabilirler: Zâten önce düzenli olarak birlikte bir görüntü vermeleri gerekiyor. Bir de, bu görüntünün anlamı üzerinde düşünmek üzere bir mühlet vermeleri gerekiyor. Çünkü o görüntü verilmediği müddetçe, misal, İYİ Parti ve DEVA Partisi gençleri günlerdir twitter’da delice bir kavga içerisindeler. Bunu görüyor musunuz bilmiyorum. Bu tartışma da HDP üzerinden, Kürtler üzerinden giden bir tartışma. İYİ Parti Genel Sekreteri Uğur Poyraz’ın, HDP ile ilgili, sonradan geri aldığı düşüncesini söyledikten sonra başlayan delice bir kavga var. O kavgayı sakinleştirecek olan, birlikte bir görüntü. Muhâlefettekiler, “Biz anlaştığımız zaman, tabanlarımız da anlaşacak” zannediyorlar. Bence bu konuda, muhâlif olan halkın çâresizliğine çok fazla yatırım yapıyorlar. “Çâresiz olduğunuz için bizi seçin” demek istiyorlar. Ben bunun kadar büyük bir acziyet deklarasyonu bilmiyorum. Bundan vazgeçmeleri lâzım. Halkın onları istediği için seçebileceğini gösterecekleri bir düzeneğe ihtiyaç var. Bunun için bir şekil versinler bize. Temel ilkeler hakkında uzlaşsınlar. O ilkeler, o şekli bir boş gösterene dönüştürsün ve herkes, onu etkilemek sûretiyle bunun içerisinde var olabileceğini hissetsin. Bizim buna ihtiyâcımız var. Siyâset niye siyâsetçilerin konuştukları üzerinden bizim de mâruz kaldığımız bir şey olsun ki? Ne münâsebet? Öyle olduğu için bu hâle gelmedi mi? Bizler, siyâsetçilerin bile siyâset hakkında konuşmaktan çekindikleri, “Hayır, provokasyonlara gelmeyeceğiz” dedikleri bir yere, siyâsetçilerin konuştukları şeyler üzerinde konuşmayarak, onlar üzerinde konuşma hakkımız olmadığını düşünerek gelmedik mi? O zaman, muhalefet demek, siyaseti herkese açmak demek değil mi? Dolayısıyla önerim şu: Tamam, oraya girmek istemiyorsanız girmeyin; Sezen Aksu’nun ihtiyâcı yok zâten. Sezen Aksu’nun sevenlerinin sayısı, muhâlefete oy verenlerin sayısından fazladır zannediyorum ve toplum Sezen Aksu’ya sahip çıkar. Sizin orada sâhip çıkacağınız şey düşünce özgürlüğü ve oradan bir gündem oluşturmak. O konuşmadaki gündemin, ifâde özgürlüğü, hayat tarzlarının dokunulamaz olduğu, kimsenin sözünün sınırının kimsenin hassâsiyeti olmadığını söylemek. Sizin oradaki gündeminiz o. Bu da bir provokasyon değil.

İkincisi, bize sürekli birlikte olduğunuza dâir görüntü verin ki, taban da o birliktelikten bir anlam çıkarmaya, bir siyâset tarzı, bir tartışma çıkarmaya başlasın. Üçüncüsü, her konuda anlaşmanız gerekmiyor; zâten anlaşmayın. Böyle bir ekip her konuda anlaşıyorsa yanmışız gerçekten. Anlaşmadığınız konuları da söyleyin; ama anlaştığınız konuları da söyleyin — ki seçmenler olarak bizler de onlar hakkında fikir yürütebilmeye başlayalım.

Yine “muhâlefete muhâlefet etme” konusunda bir şey söylemek istiyorum. Ümit Akçay bu konuda çok güzel bir tweet attı, kaç gündür kafamın içerisinde dönüp duruyor. Sezen Aksu üzerinden, ama ismini anmadan, geneli târif eden bir şey olarak şunu söyledi: “Böyle durumlarda, hepimizin muhâlefete bakmasının ve muhâlefetle ilgili bir eleştiri yapmasının, ‘muhâlefete muhâlefet etmenin’ bir sebebi var. Çünkü iktidârın, ne hukukî ne de güvenlik mekanizmaları açısından yapabileceklerinin sınırı yok. Ama iktidârın yapabileceklerine bir siyâsî sınır konması gerekiyor ve bunu muhâlefet yapacak.” Muhâlefet “iktidar gündem değiştiriyor, ben bu provokasyona gelmiyorum” dediği her anda, o sınırı koymaktan vazgeçiyor. Bu sınırı da koymayacaksa, muhâlefet ne işe yarayacak? Bu sınırı seçmenle müzâkere ederek, onunla kol kola, dayanışma içerisinde koymayacaksa, neye dayanarak koyacak? Onun sınırı ne olacak yani? Dolayısıyla, muhâlefetin muhâlefet yapması yalnızca, “Evet, halkımız. Siz çok kötü durumdasınız” demekten başka bir şey olmalı. Ben sâdece çözüm önermekten bahsetmiyorum. Çözüm bulunur. Özellikle ekonomiyle ilgili herkesin çok güzel ekonomi programları var. Çözüm bulunur. Bizim, söz bulmamız, dayanışma bulmamız gerekiyor. Dayanışma da hiç öyle romantik, naif bir lâf değil. Çünkü bir sınıf dayanışması, sınıflararası bir dayanışma, siyâsî duruşlar arası bir dayanışma olmadan, o yüzde 24-25’in radikalliği içerisinde, onların radikal sınırlı hayatlarına tâlim etmeye başlayacağız. Başka bir Türkiye istiyorsak, öncelikle bunu görüp, bunu istemediğimizi söyleyerek başlamamız lâzım. O yüzden, düşünce özgürlüğü ekonomik gündemin gerisinde bir şey değil. Ekonomik özgürlüğü, ekonomik iyileşmeyi niye istiyoruz biz? Toplamda iyi bir hayat istemiyor muyuz? İyi bir hayâtın ne demek olduğunu konuşmamız gerekmiyor mu? Peki, niye konuşmuyoruz? 

Muhâlefet partileri, muhâfazakârların o yüzde 24-25 olan oylarına o kadar takıldı ki… Bence orası yüzde 15; enseyi karartmasınlar, o kadar bile değil. Muhâlefetin onların taleplerine bakarak siyâset yapması öyle kolaylarına geldi ve buna o kadar alıştı ki… Bir de, kendi aralarındaki kurumsal dengeyi, ancak orayı göz önünde tutabileceklerini zannediyorlar. Geriye kalan yüzde 75, cepte oy gibi göründü onlara. Çok ciddi bir tehlike var: İnsanlar siyâsetten umutlarını kesebilir, siyâsete yabancılaşabilirler. Özellikle genç insanlar. 

Ruşen Çakır: Sözü ağzımdan aldın Ayşe. Seçime katılım oranının ortalamadan da fazla düşük olma ihtimâlinin olabileceği konusunda bir hissiyâtım var. Bunun da muhâlefetin aleyhine olacağını düşünüyorum.

Ayşe Çavdar: O zaman sinikler kazanır. “Zaten bu ülkeden bir şey olmaz” diyenler kazanır. Bu, bütün siyâsî partilerin içinde var. Bu hal sadece partisizlerde yok, bütün siyâsî partilerin içinde var. Var ki hâlâ böyle olağanüstü bir durumda bile parti içindeki kliklerden bahsedebiliyoruz.

Ruşen Çakır: Şöyle bir toparlama yapmak istiyorum: Muhâlefete muhâlefet yapmamak için, muhâlefetin muhâlefet yapması lâzım. 

Ayşe Çavdar: Tam olarak öyle.

Ruşen Çakır: “Adını Koyalım”ı burada bitiriyoruz. Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.