Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İslami kesimde aforoz devri

Ruşen Çakır “İslami kesimde aforoz devri” başlıklı yayınında, kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü ve başka isimlerin, özellikle sosyal medya üzerinden, çoğu ilahiyatçı olan bazı isimleri hedef göstermelerini değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tuğbanur Toprak


Merhaba, iyi günler. Bugün (8 Şubat) sosyal medyada karşıma bir olay çıktı. Hitit Üniversitesi’nden, ilâhiyatçı Prof. Mehmet Azimli’yle ilgili. Açıkçası, kendisi bildiğim birisi değil; fakat kendisine yönelik çok ciddî bir kampanya var. Bir kitabında yazdığı –belli ki bayağı kalın bir kitap– içinden bir cümle, paragraf bile değil, bir cümleden hareketle kendisinin dinden çıktığı, şu olduğu bu olduğu yolunda çok ciddî bir kampanya yürütülüyor. Olayın ne olduğunun çok fazla bir anlamı yok. Sonuçta bir ilâhiyatçı, İslam adına konuştuğunu iddia eden birileri tarafından bir linç kampanyasına mâruz tutuluyor ve bu ilk defâ olan bir şey değil. Bilmediğim bir ilâhiyatçıya yapılan bu olayın, ne zamandır kafamda olan bu yayını yapmama vesîle olduğunu özellikle söyleyeyim. Çok bâriz bir olay yaşanıyor aslında. Bunun en çarpıcı örneği, bir dönem bizde de yayın yapan, program yapan Mustafa Öztürk Hoca’nın başına geldi. Tefsirci, Türkiye’nin en önde gelen ilâhiyatçılarından birisi; ama farklı görüşler dile getirdiği için, hedef gösterildiği için, önce direnmeye çalıştı, sonra erkenden emekliliğini istedi ve şimdi Almanya’ya gitti. Hâlâ özellikle Instagram üzerinden bir şeyler yapmaya çalışıyor, yazıp çiziyor. Ama kendisiyle bayağı da bir sohbetimiz olduğu için biliyorum, tam anlamıyla illallah demiş durumda, “Ne hâliniz varsa görün” diyor — Türkiye böyle bir değerini kaybetti. İlâhiyat dünyasında bu çok oluyor, öteden beri olan bir şey aslında bu. Genellikle cemaatler ve özellikle de tarikatlar diyeyim, Nakşîler’in kolları daha çok ilâhiyattaki birtakım farklı akademisyenlerle, tarih boyunca, Cumhuriyet tarihi boyunca, özellikle ilâhiyat fakültelerinin öne çıktığı tarih boyunca hep bir kavga içerisinde olmuşlardır. Ama bu hep kapalı devre kavgaları olmuştur. İslâmcılık üzerine ilk çalışmaya başladığım sırada, 1980 ortalarında, böyle çok sayıda kitap görmüştüm; ama bunlar çok popüler olmayan kitaplardı. Kimileri, meselâ şu anda gündemin en meşhur isimlerinden olan ve iktidar yanlısı fetvâlarıyla dikkat çeken Hayrettin Karaman, meselâ cemaatlerin büyük bir kısmı tarafından –Hayrettin Karaman ve onun dahil olduğu çevre– çok ciddî, ağır bir şekilde suçlanırdı. Ama aradan geçen zaman içerisinde Hayrettin Karaman şu anda ülkenin bir nevi gayriresmî, daha doğrusu ülkenin değil Erdoğan’ın gayriresmî şeyhülislâmı gibi bir pozisyonda. Onun yaptığı her şeyi doğrulamaya çalışıyor ve bunu da İslâm’dan referanslarla yapmaya çalışıyor. Şimdi bu eskidendi, hep sürüp geliyordu; ama dediğim gibi dar bir çevrede kalıyordu. Şimdi AKP iktidarı döneminde, özellikle AKP’nin, Erdoğan’ın Fethullahçılar’la kopmasının ardından, diğer cemaatlere daha fazla ihtiyâcı olduğu bir dönemde ve sosyal medyanın da yardımıyla aldı başını gidiyor. Yani ellerinde palalarla kelle koparta koparta gidiyorlar ve burada en çok da dikkat çekeni tabii ki –en çok da skor yapan diyelim– Cübbeli Ahmet Hoca.

Şimdi onun Twitter hesabından çıkarttım, ki hızlı bir tarama… O kadar çok insan var ki…, birbirinden farklı insanlar. Meselâ Cihat Kısa. Cihat Kısa kimmiş? 9 Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Din Psikolojisi Anabilim Dalı Başkanı Cihat Kısa. Belli ki ilâhiyat çevrelerinde din psikolojisi konusunda bilinen bir isim. Onun bir ses kaydından hareketle, ilâhiyatlardaki dinsizlik boyutunun arttığının kanıtı olarak Cübbeli Ahmet Hoca göstermiş. Bir başka örnek, İsmail Kılıçarslan –bu bir gazeteci, Yeni Şafak’ta gazeteci, İslâmcı– onun da bir lâfından hareketle, sözlerinden hareketle diyor ki: “İsmail Kılıçarslan’ın Müslümanlar’ın kanallarında konuşmaması gerekirken, tasavvuf ehlinin kanallarında ne işi var?” diyor. Bir başkası, Saadet Partili milletvekili Abdülkadir Karaduman. Arkasını Siyonizme dayıyormuş Karaduman, nasıl oluyorsa? Onu hedef gösteriyor. Mustafa İslamoğlu zaten en çok uğraştığı isimlerden birisi, İhsan Eliaçık kezâ öyle. Burada elimdeki olayda ne var? Mustafa İslamoğlu bir hadis için, “Böyle bir hadis olamaz” diyor. Hadis nedir? Tekbirin yangını söndüreceğiyle ilgili hadis-i şerif. Mustafa İslamoğlu bununla dalga geçmiş, Cübbeli Ahmet Hoca da ona cevap yetiştiriyor, onu da tabii ki tekfir ediyor. Devam ediyoruz: Eşcinsellik, lezbiyenlik üzerine yaptığı birtakım açıklamalar var, onlar hadi diyelim ki daha farklı bir alana giriyor. Hz. Âdem meselesinde Ali Babacan’ı çok alenî bir şekilde karşısına aldı. Daha sonra tabii Cumhurbaşkanı Erdoğan “Ben Sezen Aksu’ya bir şey demedim ki” deyince, bu biraz açığa düşmüş oldu. Böyle devam ediyor. Tabii ki, “Bundan böyle din de kitap da hepten sizindir, tepe tepe kullanın” diyen Mustafa Öztürk’ün –ki Mustafa Hoca böyle deyip gitmişti Türkiye’den– tefsir çalışmalarını bırakmış olmasından dolayı, “Müslümanlar son derece sevinç içerisindedirler, darısı diğer müfsit tefsircilerin başına” diyor. Şimdi bütün bunlar… ki Cübbeli yalnız değil, başka bir yığın isim var, çoğu son dönemde ortaya çıkan, son dönemde yıldızları parlayan isimler var ve bunlar, İslâm adına, İslâmiyet adına, onu bunu dinden çıkmakla, dinsiz olmakla vs. itham ediyorlar, bunun adı aforoz. Bu aforoz meselesi çok eskiden beri konuşulur ve derler ki: “İslâmda aforoz diye bir şey yoktur, bu Hıristiyanlıkta, Katoliklikte vardır”. Ama peki sizin yaptığınız ne? Tekfir. Daha Arapçası diyelim, İslâmîsi: İslâm dışına atmaca. 

Türkiye’de ve genel olarak Sünnî dünyada böyle bir otorite yok. Yani merkezde bir otorite olup, “Sen çıktın, sen iyi Müslümansın, sen kötü Müslümansın” deme gibi bir yetkisi yok. Hele laik Türkiye Cumhuriyeti’nde hiç yok. Ama böyle her dönem birileri, kendini din adına konuşmaya yetkili, tek otorite olarak görüp, onu bunu dinden çıkmakla itham edebiliyorlar. Bu bir din içi tartışma, İslâmî kesim içi tartışma ya da kavga olarak kalabilir, olabilir. Geçmiştekiler büyük ölçüde böyleydi ve kendi aralarında bunu yapıyorlardı. Ama şimdi sonuç alıyor. Meselâ Mustafa Öztürk bırakıp gidiyor. Diğerleri, adlarını daha önce duymadığım, ama meselâ Mehmet Azimli, Hitit Üniversitesi, Çorum’da, bütün bu saldırılar karşısında ne durumdadır kim bilir? Kendisine çok az sayıda –baktım–, çok az sayıda destek var. Bunun bir özgürlük olduğu, yani söylediği de çok öyle âhım şâhım bir şey değil; ama o kitabın içerisinden bir cümleyi cımbızla çıkartıp, onun üzerine birtakım zorlama yorumlarla onu İslâm dışı olmakla falan itham ediyorlar ya da Cübbeli’nin söylediği, İzmir’de din psikolojisi konusundaki dekan yardımcısının kim bilir başına neler gelmiştir ya da gelmesinden endişe ediyordur? Burada kimin müdâhil olması lâzım? Tabii ki yetkililerin, vatandaşların. Özellikle de söz konusu olan kişilerin büyük bir kısmı devletin kadrolu öğretim üyeleri, ilâhiyatçıları, profesörleri ise, bu kişilere devletin sâhip çıkması lâzım.

Vaktizamanında Mısır’da bir olay yaşanmıştı. 1980 ortalarında, Nasr Ebu Zeyd adında bir ilâhiyatçı, Mısır’ın önde gelen ilâhiyatçılarından, daha liberal bilinen bir ilâhiyatçı, Kur’an ile ilgili yaptığı bir yorum nedeniyle tekfir edildi, aforoz edildi, ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Öyle ki, kendisinin Mısır’da kalan, onunla beraber ülkeden çıkmayan eşinden boşanmış oldu –nasıl söylenir? Şimdi tam çıkaramadım ama– sonuçta dediler ki: “Nikâhları düştü, artık evli sayılamazlar, çünkü bu kişi artık Müslüman değil” diyerek bayağı dünya çapında bir tartışma olmuştu. O, ilk çıkan tartışmalardan birisi. Daha sonra, mâlûm, Şeytan Âyetleri meselesi var, o bambaşka bir olay tabii ki, Salman Rüşdi’nin kitabı bambaşka bir olay. Ama burada ilâhiyatçıların din konusunda, din ilimleri konusunda farklı görüşlerde olanların, birbirleriyle atışmaları, kavga etmeleri, şu bu, bunlar bildik bir şey; ama şu anda Türkiye’de birtakım yerler sizi hedef alıyorsa, sosyal medyada sizinle ilgili linçler düzenliyorsa kalakalıyorsunuz, yalnız kalıyorsunuz. Özellikle ilâhiyatçılar söz konusu olduğunda ya da burada adı geçen diğer kişiler söz konusu olduğunda, bunlar yalnız insanlar. İlâhiyatçılar öteden beri her konuyu kendi aralarında konuşuyorlar, tartışıyorlar. Normal şartlarda, hele biraz eleştirel bakan ilâhiyatçılarla bir araya gelseniz, onların tartışmalarına konuk olsanız, o ortamın çok da dinî bir ortam olmadığını düşünebilirsiniz; çünkü akademik bir tartışma yapıyorlar ve orada olabildiğince özgür bir şekilde, kendi aralarında konuşabiliyorlar. Ama bunu kitaplarına bir şekilde yansıttıklarında falan, hemen birtakım din polisleri çıkıp kafalarına vuruyor, “Oturun aşağı!” diyorlar, “Susun!” diyorlar, “dillerini koparıyorlar” — ki Erdoğan da ilk başta Sezen Aksu için benzer bir şey söylemişti. 


Yıllar önce Hizbullah çok insanı katletti, öldürdü, sorguladı, domuz bağlarıyla vs. katletti ve bunların içerisindekilerin hatırı sayılır bir bölümü dindarlardı. Konca Kuriş ilk aklıma gelen; meselâ İzzettin Yıldırım — İzzettin Yıldırım bir Kürt Nurcusuydu, kendine ait bir cemaati vardı, belli bir gücü vardı, ağırlığı vardı. İzzettin Yıldırım, İstanbul’da bir şekilde kaçırıldı ve öldürüldü. Onun cenâzesine gittiğimde, daha sonra AKP iktidarı döneminde çok da meşhur olan, öne çıkan bir isimle sohbetimi hatırlıyorum. Şimdiki pozisyonu böyle değil, ama o tarihte bana şöyle demişti: “Ruşen, bunlar hepimizi öldürür!” Hiç unutmayacağım. Orada da görmüştük ki birileri İslâm adına, din adına, o ülkede çoğunlukta olan din adına kendilerini otorite olarak gördükleri zaman, sadece o dinin dışında olan gayrimüslimleri, dinsizleri, vs.’yi değil, ama o dine inandığı iddiasındaki insanlar için de tehdit olabiliyor. Meselâ diyorlar ki: “Sen nasıl hadisi reddedersin? Sen nasıl şuna şöyle dersin? Sen nasıl burada…?” Tamam, bu bir tartışma olabilir; ama sosyal medyada ve arkanızda büyük bir cemaat ve devlet desteği varsa –ki bunu devlet adına yapanlar da oldu ve olmaya devam ediyor–, Diyânet İşleri Başkanı da yakında isim vermeye başlarsa, isim vererek hedef göstermeye başlarsa, açıkçası hiç şaşırmayacağım. Şu âna kadar da onun böyle bir duruşu var maalesef. Bunu yaptığı andan îtibâren, bu insanların özgürlükleri tehdit altında oluyor ve aforoz ediliyorlar. Aforoz edilmenin dışında, işlerini kaybetmek vs, şu bu… 

Aklıma geliyor: Habertürk’te çalıştığım dönemde bir gün stüdyoda bir tartışma programına gireceğiz — o sırada düzenli olarak televizyonlara çıkardım, zâten Habertürk’te çalışıyordum ve tartışmalara çıkardım. Stüdyoda bizden önce Cübbeli konuktu ve ilk defâ orada karşılaştık, bir daha da karşılaşmadım, ama telefonla bir-iki kere konuşmuşluğum var. Hapishaneden yeni çıkmıştı, yani yakın bir zamanda çıkmıştı. Hapishaneye neden girdiğini biliyorsunuz: Fethullahçılar’ın bir operasyonuyla içeri girdi, birtakım kasetler, şunlar, bunlar, vs.. Bir müddet Fethullahçılar Cübbeli Ahmet Hoca’ya haddini bildirdiler –tâbir kendilerinin tabii ki–, orada bana sormuştu: “Ya, bu Fethullahçılar benden ne istiyor? Ne yapmam lâzım?” Öyle bir gülüşmeli sohbet yapmıştık, ama sütten ağzı çok kötü yanmıştı. Yani kendisi gibi olmayan bir başka cemaatin kendisine yapabileceği kötülükleri bizzat yaşamıştı. Şimdi ne oluyor? Bunu yaşamamış gibi, birilerini pekâlâ şu ya da bu nedenle –hepsinde haklı da olabilir yani böyle bir iddia yok, haklı olduğu, o benim tartışmam zâten değil– o ilâhiyatçıya bilmem ne, İsmail Kılıçarslan’a şu, Mustafa Öztürk’e bu, meselâ Câferî İlmihâli’ne zehir zemberek lâflar, ya da Diyânet’in Şiilik üzerine söyledikleri, İran üzerine söyledikleri… bunlar çok hassas noktalar. Kendi ağzı yanmış birisinin, kendi tâbiriyle “komplolar düzenlenmişti” kendisine. Şimdi benzer yöntemlerle, birebir cezaevine kimseyi attırmıyor ama… sonuçta Fethullahçılar da zamanında nasıl yapıyorlardı? O tarihlerde sosyal medya bu kadar güçlü değildi, ama Fethullahçılar’ın kendi medyası vardı ve diğer medya üzerinde de çok ciddî güçleri vardı. Onları kullanarak insanları önce îtibarsızlaştırıp sonra kendi savcılarına, polislerine, yargıçlarına onları içeri tıktırıyorlardı, biliyoruz. Burada kendileri gibi olmayan başka dinî gruplar da vardı ve bunlardan birisi de Cübbeli idi, bunu Türkiye yaşadı. 

Şimdi de Türkiye başka bir şeyi yaşıyor. Şu âna kadar içeri girmiş kimse yok çok şükür, ama bundan sonra olmayacağı anlamına gelmiyor. Ama hayâta küsmüş, yalnızlaşmış, kendini yalnız hisseden, ülkeyi terk eden insanlar var. Bütün bunlara şu ya da bu nedenle ses çıkarmayan bir siyâsî iktidar var. Vatandaşına, kendi yönettiği devletin üniversitelerinde hocalık yapan kişilere sahip çıkmayan, böyle yerlerde onların meze edilmesine göz yuman bir devletimiz var. Bunlar beni birinci dereceden ilgilendiren bir konu değil; yani şöyle ilgilendiren konu değil: Gazeteci olarak ilgilendiğim bir konu, ama şunu da pekâlâ diyebilirdim: “Kendi aralarında ne yapıyorlarsa yapsınlar”. Hayır, böyle değil. Bu olay aslında Türkiye’nin ne kadar hukuk devletinden, çoğulculuktan, temel hak ve özgürlüklerden uzak olduğunun bir başka versiyonu olarak karşımıza çıkıyor. Bu aforozlar aslında tüm Türkiye’ye yönelik bir operasyon — öyle söyleyeyim. Ne derece örgütlü, değil, bunlar ayrı bir tartışma konusudur; ama bugün Mustafa Öztürk’ü ya da Mehmet Azimli’yi, şunu bunu susturmakla, susturmaya çalışmakla, Osman Kavala’yı, Selahattin Demirtaş’ı içeri atmak ya da başka öğrencileri, Boğaziçili öğrencileri ya da bir başkasını içeri atmak arasındaki farklar çok kısmîdir. Sonuçta eninde sonunda hepimiz aynı demokrasiden uzak, temel hak ve özgürlüklerden uzak, hukuk devletinden uzak bir ülkede, kendi mahallemizde, kendi işimizde ayakta durmaya çalışıyoruz, en azından birbirimizden haberdar olmamız gerekir diye düşünüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.