Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Edgar Morin: Yaşam ve ölüm

17 OCAK 2022 — L’HUMANOLOGUE

Filozof Edgar Morin’in L’Humanologue’ta yayımlanan “Yaşam ve ölüm” başlıklı yazısını Haldun Bayrı çevirdi.

Yüzüncü yaş günüme kadar bana kendi ölümüm hakkında sorulan soruları, içimdeki ölüm bunaltısını güçlü bir biçimde bastıran yaşam kuvvetlerini zikrederek cevaplıyordum. Kimi anlarda yokluğun şiddetli istilâsına uğruyordum elbette. Çoğu zaman uykuya dalmadan evvel, soruyordum kendime: “Yarın sabah uyanacak mıyım acaba?” Bunaltmaktan ziyâde işkillendiren bir soru bu üstelik.

Sonra, 2021 başında, durmak bilmeyen, peşinden de –son anda önüne geçilen– bir kan zehirlenmesine (septisemi) yol açan bir bağırsak kanamasıyla ölümün kapılarına geldiğim zaman, sersemlikle durgunluk arası bir hal yaşadım — ama içim bunalmadan.

Yüzüncü yıl geldiğinde, yaşımı hesaplamak için onlulardan yüzlü sayılara geçiş özellikle şaşırttı beni. 10 yaşımdan beri, çoğu insan gibi ben de, on yıllık dilim değişimlerini yaşamın simgesel aşamalarından biri gibi hissederim. Ama, ergenlikten doksanlık ihtiyarlığa kadar, iki basamaklı bir sayının sınırlarında kalırdım.

Yeni bir çağın, iki sıfırıyla yüz yaş çağının zuhûru, önce yaş günü seremonilerimle bir kutlama gibi yaşandı. Matematiksel olarak yeni ve insanların pek azının teşrik-i mesâide bulunduğu bir zaman-mekâna giriyor olmamı maskeledi bu.

Daha sık görülen o bunaltıyı hissettim sonra: Ölüm yaklaşıyordu, ama karşımdan gelerek değil, sırtımın ardında, saklı; görünmez ama hep mevcut ve daha yakında.

Jacques Lanzmann’ın şarkısının dediği gibi: “Aklıma bir gelir, sonra da unuturum”. Ama onu düşündüğüm zaman, hakîkaten düşünemiyorum bunu: Kendi ölümüm zihnimi geçici olarak istilâ eden bir kara delik.

Öte yandan zihnim yitirilmiş dostlarla meskûn. Her hâtıra, geçmiş anları zihnime tekrar serpiştirmekle kalmayıp, kısa da olsa benimle yaşamış herkes için bu yaşamı hayâlete döndürüyor. Dostlukta ya da aşkta en değerli varlıklar, mevcûdiyetlerinde yok iken, yokluklarında da böyle mevcut oluyorlar. Bu da üzerime git gide daha sık çöken bir melankoliye yol açıyor.

Yaşlılıktaki en beter şeyi dert etmiyorum: Yalnızlığı. Bir refîkam var ve onunla sevgi içinde yaşıyorum. Şefkat ölümü unutturuyor. Onun ânî öfke patlamaları, benim bunak asabîliklerim bir an sürüyor. Bu konuda ayrıcalıklıyım. Sonlara doğru, kızlarım ve çocuklarıyla da kavuştuk ve “kendi” âileme sâhip olmanın mutluluğunu yaşadım — ki bu da rûhuma bir huzur verdi.

İnsan ve ölüm

Ölüm, biyolojik kesinliğinin ötesinde, varoluşun beyhûdeliği üzerine tefekküre yol açmıştır dâima. Bir şiir konusudur da: “Ey ölüm, koca kaptan, haydi zamanı! Demir alalım!” (Baudelaire) Veyâhut: “Sürüklenip dururken hep yeni kıyılara/Bu ebedî gecede dönmemek üzere biz/Bir tek gün için bile zaman okyanusunda/Demir atacak bir yer göremeyecek miyiz?” (Lamartine, çeviri: Hicabi Karaçorlu).

Ne güneşe ne ölüme dosdoğru bakılabilir” diye yazmıştı La Rochefoucauld. Kendi payıma, 28 yaşımda, “ölümle yüzleşmek” için değil, fakat ölüme insanın bakışını anlamayı denemek için “İnsan ve Ölüm”ü (L’Homme et la mort, 1951) yazdım: Tarih ve uygarlıklar boyunca ölüm karşısındaki tavırları, duyguları, inanışları ve kavrayışları…

O kitabı niçin yazdım? Kendi ölümümle meşgul değildim. Fakat beni 10 yaşımda öksüz bırakan annemin ölümünden beri içimde hep mevcuttu o; annemin tek oğluydum ve sevdiğim tek varlıktı. Sonra, savaş boyunca, yakınlarım öldü: benim gibi direnişçilerin ölümleri (dostum Claude Dreyfus, anti-Nazi Alman yardımcım Jean Krazatz), toplama kampına götürülen akrabalar (dayılarım Jo ve Benjamin), ayrıca da milyonlarca asker ve sivilin ölümü.

O zaman iki önemli şeyi keşfettim.

İlki, Tarihöncesi’nden beri Homo sapiens’in, ölümde tenlerin kaçınılmaz çürüyüşünün bilincinde olduğu, fakat bu bilinci ölümün ötesinde bir yaşama inançla aştığıydı. O yaşam, ürkmek ya da yâd etmek gereken ataların ruhlarının hayâletimsi biçimine de bürünebilmekteydi, insânî veya hayvânî bir varlıkta da dirilebilmekteydi. Roma İmparatorluğu’nda çoğalan selâmet dinleri tensel bir diriliş vaadinde bile bulundular. Havârî Pavlus, meydan okuyarak, “Ey ölüm, senin zaferin nerede?” diye haykırabiliyordu.

Rönesans’tan sonra Avrupa’da rûhun ölümsüzlüğü üzerine ve yaratıcı bir Tanrı inancı üzerine gizli ya da kendini belli etmeyen bir kuşkuculuk belirdi; Fransa’daki 18. yüzyıl filozoflarında açıkça bilinemezcilik/agnostisizm ve din aleyhtarlığı hâline gelen bir kuşkuculuk. Bununla birlikte Tanrı ve selâmetin ölümsüzlüğü, güçlü bir biçimde direndiler. Amerika Birleşik Devletleri’nin hem en materyalist toplum, hem de en dindar toplumlardan biri olması; 70 sene boyunca ideolojik bakımdan materyalist olup dîni yasaklayan Rusya’nın, rejimin çöküşünden sonra devrimden önce olduğu kadar dindarlaşması kaydadeğerdir. 20. yüzyıl boyunca büyük demokratik, sosyalist ve komünist akımlara tanık olan Arap ülkelerinin bugün sofuluk toplumlarına dönüştüğünü görüyoruz; bu arada da fanatik bir câniler azınlığı ortalığı kırıp geçiriyor. Yeryüzündeki selâmetin/kurtuluşun dîni komünizmin çöküşü, çok sayıda ülkede eski semâvî selâmet dinlerinin dönüşüne yol açtı.

İkinci keşif, her ne kadar ölüm karşısında dehşete düşse de Homo sapiens’in, üstün bir dâvâ için, âile ya da vatan için yaşamını tehlikeye atabildiğidir.

Kuşkusuz ölümün dehşetiyle hareketlenen bu kitapta, sonuç bölümünde, insan ömrünün tedrîcî uzamasını tasarlamıştım[1]. Ölümsüzlük değildi bu — insan varlığının ölümcül kazâlara tâbi kaldığı; ama bilimin, ölümü, sınırı belirsiz biçimde geciktirmeyi mümkün kıldığıydı.

Ama kimyacı ve biyolojist Leslie Orgel, San Diego’daki (Kaliforniya) Salk Biyoloji Enstitüsü’nde kaldığım bir sırada, hücrelerin bağrındaki molekül alışverişlerine etki eden kesintisiz kuantum rastlantılarına bağlı olarak ölümün kaçınılmaz biçimde geldiğine iknâ etmişti beni; sonra apoptozis mekanizmasını keşfettim — hazan mevsimindeki yaprakların düşüşüyle kıyaslanabilir o programlanmış hücre ölümünü. Dolayısıyla ölümü yenerek bilimsel bir zafer kazanma düşünden vazgeçtiğim özeleştirel bir önsöz kaleme aldım.

Daha da sonra, biyolojist Jean Claude Ameisen 1951’deki ilk sonucumun isâbetli olduğunu bildirdi bana. Hayli yakın bir gelecekte, yaşamda bir uzatma tasarlanabilirdi: Organizmamızda uyuyan kök hücrelerin kullanılmasıyla, DNA’larımızın telomerler üzerindeki hareketiyle, son olarak da yapay kalp, böbrek, karaciğer ve diğer uzuvlarla. Dolayısıyla bu yönde yeni bir sonuç yazdım.

Ama transhümanizmin (zihin ve bedenin fiziksel sınırlarının teknolojik araçlarla aşılması gerektiği inancı – Ç.N.) bâzı habercilerinin tekrar ele aldığı, yeryüzü yaşamında ölümsüzlük fikrini akıl almaz bularak reddetmeyi sürdürüyorum. Ölümcül kazâlardan kaçınamadığımız gibi, virüslerle bakterileri ve onların dönüşüm/mutasyon stratejilerini de eleyemiyoruz, zâten elememeliyiz de.

O kitaptan yirmi sene sonra, ölümün fiziksel bir bakış açısıyla telakkî edilebileceğini öğrendim: Madde ve evren de bozulma ve ölüme tâbi. On sene sonra bunu tam anlamıyla biyolojik bir bakış açısıyla telakkî edebildim. Beni La Méthode’u yazmaya yönelten entelektüel evrimim boyunca, termodinamiğin ikinci yasasının evrensel önemini keşfettim — ki o da, düzenli her şeyin er ya da geç düzensizleşmeye meylettiğini ve bunun tüm unsurlarının ayrışıp saçılacağını öğretir. Her şey ölür, vaktiyle bize ebedî görünen yıldızlar da dâhil. Her şey çürüyüp ayrışacaktır, moleküller ve atomlar bile.

Ölüm sâdece biyolojik bir gerçeklik değildir. Yıldızların ölümüyle dâimî bir kozmos gerçekliğidir. Evren’in nihâî gerçekliği o olacaktır: Meğerki, kim bilir, anka kuşu gibi küllerinden doğmasın, ölümünden de yeni bir Evren çıkmasın.

Öyleyse, Güneşimizin de, Ayımızın da, Yeryüzümüzün de, orada gelişmiş yaşamın da, insan türünün de ölümden kurtulamayacağı öngörülebilir.

Clausius’un (Termodinamiğin ikinci yasası “Clausius ifâdesi” diye geçer. Bu ifâdeye göre; “Termodinamik bir çevrim ile çalışan düşük sıcaklıktan alınan ısıyı yüksek sıcaklıktaki bir ortama hiçbir enerji aktarmadan aktaran bir makine tasarlamak olanaksızdır”– Ç.N.) ve Hubble’ın (İlk uzay teleskobu – Ç.N.) kaçınılmaz kazanımıdır bu: Evren’in ölümlülüğü.

Bununla birlikte şu soru kalır: Evrenimizde neden ve nasıl düzen olmaktadır? La Méthode’un ilk cildi “Doğanın Doğası”nda bunu ele aldım. Şu ikinci soruya çıkıyordu: Yaşam niçin?

Yaşamın temâyüzü

Yaşamın belirmesi, olağanüstü ve gezegenimize özgü eşsiz koşullara bağlı bir tür mûcize gibi görünmüştür önce. Moleküller bir girdapta birleşip sıralanarak kendini düzenleyebilen görece özerk nükleoproteinli bir varlık meydana getirmiştir; bu varlığın içsel etkinliği (DNA-RNA-proteinler iletişimleri) ve dışsal etkinliği (hareketler ve yer değiştirmeler) enerji tüketmektedir, dolayısıyla dışsal enerjilerle beslenmeye ihtiyâcı vardır. Her canlı özerklik, çevresine bağımlıdır.

Yaşamın temâyüz şartlarının evrendeki sayısız gezegenin bâzılarında bulunup bulunmadığını kendimize sorabiliyoruz bugün. Her ne olursa olsun, yaşamın şafağında, ilkel tekhücreli varlıkta beliren şaşırtıcı bilişsel-düzenleyici melekeyi kayda geçmek gerekir. Önce bölünme, sonra da DNA’sının çoğaltılmasıyla ikiz varlıklar oluşturan bu kendini yeniden üretme melekesi tam olarak dâhiyane bir îcattır. Kendini yeniden üreterek ölüme karşı bu mücâdele, kendi canlı çevre düzenlemesinin içinde bulunan temel ve birincil önemde bir niteliktir. Bizim için bilişsellik bir beyin (bütün bilişsel etkinliklerin dayanağı) gerektirirken, bakteriler ve bitkiler bilişselliği kendi düzenlenmeleriyle bütünleştirmişlerdir.

Cinsiyetin îcâdıyla, yani eril-dişi farklılaşması ve bunların bir yeni varlık döllemek için birbirlerini tamamlamalarıyla, canlının çoğalması yeni bir dönüm noktasına ulaşmıştır. Ondan sonra, birey ile tür arasında yeni bir bağ kurulmuştur.

Birey, bir yandan türe eklenirken, türü aşan bir birim de eklemiştir. Tür onun içinde (DNA’sında) mevcutken, ölümün meydan okuması karşısında kendini türden kopmuş halde bulmaktadır. Birey kısa vâdede ölümlüdür, oysa tür sınırsız bir biçimde bireyler üretmeyi sürdürür.

O zaman iki paradoksla karşı karşıya kalırız: Birey hem her şeydir hem de hiçtir. Kendi için her şeydir, zîra tür onu öznellikle, yani benmerkezcilikle donatmıştır; kendi kendinin hazînesidir, ama o hazîne hiçliğe adanmıştır. Tür her şeydir ve hiçtir. Bireyleri sonsuza kadar kapsayan bütündür, ama hiçbir somut varoluşu yoktur; dâimî olarak yaşam verir ama yaşamı yoktur. Bireyler canlı makinelerinin bozulmasıyla ölür, ortadan kalkacak son bireye kadar.

Birey için dehşet vericisi, solumayla, kalp atışlarıyla, organizmadaki kanın dolaşımıyla, içme ve yeme lüzûmuyla kesintisiz biçimde ölüme karşı mücâdele vermeye adanmışken, bir yandan da bu kavganın mukadder sonunun ölümle geleceğinden emin olmasıdır. Bunun metaforu Sisyphos efsânesidir.

Bu yazgıyı bize verilmiş olan geçici yaşam sevgisiyle mi sevmek gerekir? Amor fati’yle mi [kader sevgisi]? Kaçınılmaza tevekkül ederek mi? Resignazio mu? Unutarak mı? Eğleşerek mi?

Sonunda her birimiz kendinde bir anlamı olmayan, yani insan zihninin erişebildiği ne bir mânâsı ne de maksadı olan bir yaşama anlam vermek zorundayız. Yaşamıma verdiğim anlam, onun serüvenine katılımdır: Bir yandan onun gaddarlıklarına isyan ederken, şâirâne yaşamak (yani ruh ortaklığı heyecânıyla, estetik heyecanla, yaşamın güzelliklerinden büyülenerek). Yaşamıma verdiğim anlam, bilinmezin ve Esrar’ın kapılarına götüren bilginin serüvenini sürdürmektir. Hayatını bir Esrar gibi yaşamaktır da — Ortaçağ’daki “neredeyse kutsal tasavvur” anlamında. Esrar’ın şiirini hissetmektir o.

Tür diye adlandırılan, dezoksiribonükleik asidin fiziksel-kimyasal ikili pervânesinde “zihinsel kayda giren” ve düzenleyici zekâsı ancak bir hücre ve organizmanın içinde canlanabilen düzenleyici ve zeki o gücün tasallutu altındayız. Kendi canlı çevresini düzenleyebilen görece özerk varlıklar olarak var olmamızı mümkün kılmaktadır o güç: Biz ona sâhip olurken, o da bize sâhip olur.

Bize bağlı olan fiiliyatımız, sözlerimiz, düşüncelerimiz ona da bağlıdır. Tür ve –onun üzerinden– organizmamız, bizim yerimize düşünürler ölümü. Biz bilincine varmazken onunla çarpışırlar. Kendi içinde ölümü ve bunaltısını bastıran yaşam atılımını tür verir bize.

Eğleşme ikilemi

Buradan da Pascal’in şu iki kavrayıcı formülle özetlemiş olduğu “Pascal eğleşmesi” (divertissement de Pascal) meselesine [Pascal’e göre eğleşme, ölümün bunaltısından kaçmak için bütün kalkıştıklarımızı bir araya toplar. Oyunlarda, sporda, ya da hattâ savaşlarda bulduğumuz ürperti, hayli daha derin ve bilinçdışı bir korkudan kaçışlardır: Yok olma ve, bir gün, artık olmama korkusundan. Dolayısıyla kendini eğlemek, meselâ varoluşumuzun ve eylemlerimizin anlamı üzerine kafa yormak gibi, varoluşumuza yön vermesi gereken ilk sebeplerden, temel ve metafizik konulardan yüz çevirmektir – Ç.N..] varılır: “İnsanlar ölüme, çilelere, cehâlete devâ bulamayınca bir hikmete varmışlar: Kendilerini mutlu kılmak için ölümü hiç düşünmemek” ve “Çilelerimizin tek tesellisi eğleşmededir; halbuki çilelerimizin en büyüğü de odur”.

Pascal insandaki muğlaklıklara ve çelişkilere en duyarlı Fransız düşünürüdür; bununla birlikte eğleşmenin muğlaklığına duyarlı olmamıştır.

Eğleşme ölümü perdeleyerek zihnimizi eğler nitekim. Jansenist Pascal, yaşamda ağırbaşlılıkla elde edilen selâmeti saplantı hâline getirmiştir; eğleşmeyi reddetmeye itekler bizi. Fakat Pascal, Henri Bergson’un iki asır sonra gördüğünü görmez: Yaşam aynı zamanda bir “yaşamsal atılım”la hareket eder. Yaşamsal atılımın alanına giren her şey –aşk, haz arayışı, oyun, faaliyet– eğleşme olarak kavranabilir.

Eğlence diye adlandırılanlar –tiyatroya, sinemaya, futbol maçına gitmek– zihni hayal güçleriyle de besler: Bir eğleşmeden mi ibârettir bu? Estetik heyecan sâdece eğleşme midir? Yaşamayı istemenin çok sayıdaki dışavurumları da söz konusu değil midir? Dolu dolu, yoğun, şâirâne yaşamayı istemenin… Yaşamlarımızdaki derin özlemlerdir bunlar.

Durmadan, bilinçsiz ve bilinçli olarak yaşamaya çalışarak, ancak yaşarken hissedilip tadılabilecek lezzetleri ve mutlulukları aramıyor muyuz?

Ölüm yaşamın sonudur, fakat yaşamın maksadı bizâtihi yaşamdan başka değildir. Var olmak, yaşamak için yaşamaktır. Yaşamak ise var kalmaktan fazla bir şeydir; yaşamak, istifâde edebildiğimiz ya da etmek istediğimizden istifâde etmektir. Çiftleşmedeki en uç zevk, Eros ile Kozmos’un birbirine karıştığı muvakkat kaynaşmanın temsîlidir.

Bilincimiz ölümü unutmamamızı ister. Aklımız ölüme tevekkül etmemizi ister. Ama yaşama isteğimiz onu unutmamızı ister bizden. Böylece muğlaklık içinde yaşamalıyızdır: Onu unutmadan unutmalıyızdır.

Dolayısıyla öznelliğimiz iki kutup tarafından çekiştirilmektedir: bir yanda, ölümün ancak dehşetini hisseden ben-kendim’in benmerkezciliği ve diğer yanda üstün bir biz’e katılım. Bu katılım bizi, kendimizi aşan bir şey için canımızı fedâ etmeye yöneltir: Kendi insanlarımıza (ebeveynlere, eşlere, çocuklara) sevgimizden ya da topluluğuna bağlılıktan ölüm tehlikesine atılma. Her duygu ortaklığı, her topluluk “var olma kuvveti”ni, “harekete geçme gücü”nü artırır (Spinoza) ve ölüm bunaltısını bastırır.

Çokhücreli varlıklar olan bitkiler ve hayvanlarda yaşamla ölümü ince ve yakın bir ilişki birleştirir. Bedenimizdeki hücrelerin dâimî yenilenmesi, bu hücrelerin dâimî olarak eski hücreleri yok ederek onların yerine yenilerini koymalarını gerektirir. Nitekim, bedenlerimizin içinde olup bitenler dâimî bir kıyımdır; bütünün yenilenmesini sağlayan bir kıyım. Yaşam, ölüme karşı ölümü kullanabilme yeteneğindedir.

Sonunda tek bir galip var: Ölüm” demiş bir gün Stalin, De Gaulle’e. Yaşam ve Evren’in serüveninin nihâî galibi ölüm olacakmış gibi göründüğü doğruysa da, yeni bir başlangıçla bir başka Evren’in doğup doğmayacağını hiç kimse bilmez oysa. Mâlûmâtımızın ve cehâletimizin hâlihazırdaki durumunda bunu ne öngörmeye ne de düşünmeye kadir olduğumuza göre, bu sırada: Daha iyi yaşamayı düşünelim öyleyse.

Yaşam: Hem oyuncakları hem oyuncuları olduğumuz, anlamayı da kavramayı da beceremediğimize ad veren, en bâriz ve en esrârengiz, en düz ve en derin sözcük.

Edgar Morin

[1] Bilhassa bağışıklık biliminin (immünoloji) kâşifi Rus hekim Elie Metchnikoff ve “Ölüme Karşı Mücâdele”nin (La lutte contre la mort, 1937) yazarı biyolojist Sergey Metalnikov okumalarının akabinde.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.