Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sezen Aksu, Tarkan, Haluk Levent: İyi ki varlar!

Ruşen Çakır, 18 gün boyunca eylemde olan Migros işçilerinin taleplerinin Haluk Levent’in arabuluculuğuyla kabul edilmesini, Sezen Aksu ve Tarkan’ın şarkıları nedeniyle hedef alınmasını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan : Emine Bıçakcı

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bu yayında üç pop star’a minnet duygumu ifâde etmek istiyorum. Daha önce değişik vesîlelerle Sezen Aksu‘dan ve Tarkan’dan bahsettik — en son Tarkan konusunda Kemal Can’la “Haftaya Bakış”ta “Geççek olayı”nı bayağı uzunca yorumladık. Bugün tekrar deneyeceğim; ama esas olarak bahsetmek istediğim Haluk Levent, dün Migros İstanbul Esenyurt Deposu’ndaki direnişin sonlanmasına katkıları nedeniyle –bayağı arabuluculuk yaptı– ve dün sekiz saat süren bir toplantıda tarafları, kendisinin kurucusu olduğu Ahbap Derneği’nde bir araya getirip sekiz saat sonunda tarafların anlaşmasına yardımcı oldu. 

Gerçekten çok ilginç bir olay, çok iyi bir olay; çünkü bu olaylara baktığımız zaman, Migros direnişine –Esenyurt Deposu’ndaki direnişe– baktığımız zaman, çok ilginç detaylar oldu; kimisi can acıtıcı kimisi ümit verici detaylar oldu. Şöyle ki burada, bu depoyu Migros’un bizzat kendisi değil, bir taşeron şirket –US Grup, artık her neyse– bunlar işletiyorlar ve US Grubu’nun sâhipleri de vaktizamânında Migros’ta örgütlü olan sendikanın yöneticileri; yani Migros Koç Grubu’nda iken, oradaki Migros direnişini vs. örgütleyen sendikacılar bir şekilde –ne olmuşsa olmuş– bir şekilde kendi şirketlerini kurup Migros’a taşeron olmuşlar. Ve şimdi de işçilerin taleplerini kabul etmeme konusunda bayağı bir direndiler — geçmiş deneyimlerinden hareketle yapmış olabilirler. Sonuçta işçileri işten çıkarttılar, 72 tanesi geri geldi, kabul etti işverenin şartlarını; ama diğerleri direnişi sürdürdü. Özellikle Migros’un esas sâhibi olan Anadolu Grubu’nun başkanı Tuncay Özilhan’ın Beykoz’daki evinin önünde yapılan gösteri başlı başına bir olay oldu. Orada gözaltına alınanlar, ters kelepçe takılanlar ve özellikle de Gülabi Aksu isimli işçinin polis otobüsündeki kelepçeli fotoğrafı bayağı gündemi etkiledi. “Gündemi etkiledi” derken şunu özellikle vurgulamak lâzım: Bu tür kurumların, kurumlarda yapılan direnişlerin büyük medyada çok fazla yer bulma imkânı olmuyor. Bunun en önde gelen nedenlerinden birisi, birincisi de zâten büyük medyanın işçi mücâdelesine çok fazla bir merakı yoktur, ikincisi de tabii çok reklam veren bir şirket Migros –zâten sürekli reklamla yürüyen bâzı sektörler var, biliyorsunuz–, dolayısıyla reklam gelirini kaybetmemek için birçok kişi buna sessiz kaldı ve bildiğim kadarıyla da Migros’un ve US Grup’un halkla ilişkiler şirketleri bu konuda bayağı bir çaba yürüttüler ve büyük ölçüde de başarılı oldular; fakat özellikle sosyal medya burada çok devreye girdi ve bizler gibi, Medyascope gibi sosyal medya üzerinden, internet üzerinden yayın yapan bağımsız medya kuruluşlarının devreye girmesiyle bu olaya belli bir kamuoyu yaratma imkânı bulundu ve Migros boykotunda işin içerisine vatandaşlar da katılınca, bir şekilde talepleri kabul etmek zorunda kaldılar. Kişisel bir deneyim söyleyeyim: Direniş sürerken bana da bir açıklama geldi ve bu açıklamayı da yayınlamamızı istediler — Migros haberimizin içerisinde, direniş haberi içerisinde. Ben de kendilerinden ters kelepçeyle ilgili açıklamayı da beklediğimi söyledim. Tabii ki öyle bir açıklama gelmedi. Bu sabah da görüyorum; Habertürk’te Migros’un İcra Kurulu Başkanı hemen televizyona çıkıp orada, ekonomi programlarında nasıl anlaştıklarını vs. anlatıyor. Çok ciddî bir imaj sorunu yaşadı Migros, çok kötü yönettiler bütün bu süreci ve “Nasıl olsa bir şey olmaz” yaklaşımıyla, medya da zâten sessiz vs., işçiler de gözaltına alınıyor, şu oluyor, bu oluyor diye; ama sonunda vatandaşın da boykot olayına katılmasının bir ölçüde etkisi var. Sonunda işçilerle anlaşmak zorunda kaldılar ve burada Haluk Levent kilit bir rol oynamış, onu görüyoruz. 

Bir kere Haluk Levent, daha önce yaptığı birçok faaliyetle zâten kamuoyunun yakından bildiği, hatta kimilerinin cumhurbaşkanı adayı olmasını istediği birisi. Şahsen tanışmıyorum, ama bir iki kere telefonda konuşmuşluğum var, arada mesajlaştığımız oldu; gerçekten nev’i şahsına münhasır bir insan. Herhalde eleştirenleri de vardır; ama son dönemde yaptıkları, Türkiye’de hâlâ bir şeylerin yapılabileceğini bize göstermesi açısından çok önemli. Böyle bir olayı kendisine dert edinmesi ve –bu konuda dokuz gündür sürüyormuş çabaları, daha önce de benzer olaylarda arabuluculuk yapmıştı– sonunda dün sekiz saatlik toplantıda bunu yapıyor. Normal şartlarda “Bir pop star niye böyle işlerle uğraşır?” diye düşünebilirsiniz; ne elde ediyor, bunu niçin yapıyor? İşte burada, benim çok sevdiğim “diğerkâmlık” kavramı devreye giriyor; kendisine doğrudan bir çıkar gözetmeden başkaları için enerjisini, popülaritesini, şusunu busunu, zamânını, hattâ varsa bazen maddî imkânlarını ayırabilmek. Yabancı dildeki karşılığı “altruizm”; Türkçe’de bizim Tanıl Bora “diğerkâm” diye söylemişti, herhalde odur diye tahmin ediyorum. Gerçekten Haluk Levent’in yaptığı diğerkâmlık konusunda, Türkiye’de son dönemde alkışlanacak çok iş yapıyor. Müziğini vs.’sini ayrıca insanlar sever sevmez o ayrı; ama kendisi bir star, onu biliyoruz, belli ki bir karşılığı da var, bunlara ihtiyâcı olduğunu da açıkçası sanmıyorum. Bununla birlikte bir şey yakaladı; çünkü Türkiye’de özellikle sosyal alandan devlet tam anlamıyla kendini çekmiş durumda ya da sâdece kayırmacılık üzerinden yürüyen bir sosyal devlet anlayışı var. Muhâlefetin durumu ayrı bir konu –şimdi onu tekrar açmayalım–, sivil toplum kuruluşlarının durumu da çok parlak değil. Bunun da en önemli nedeni Türkiye’deki otoriter sistem. İnsanlar sivil toplum kuruluşlarında çalışmaya, buraya zamanlarını vermeye, paralarını vermeye çekiniyorlar, özellikle son dönemde — bunu da özellikle vurgulamak lâzım. Halbuki ülkede derinleşen çok ciddî bir yoksulluk var, yoksunluk var. Gençlerin –üniversite çağındaki, lise çağındaki gençlerin– ayrı sorunları var. Yardıma ihtiyâcı olan, dayanışmaya ihtiyâcı olan bir dizi toplum kesimleri, tek tek bireyler var — öyle olaylarda da Haluk Levent’i çok gördük biliyorsunuz; özellikte tedâvi konusu ya da tekerlekli sandalye vs.. Bu anlamda gerçekten helâl olsun ve haklarını vermek gerektiğini düşünüyorum ve bir vatandaş olarak bunu özellikle bir görev olarak görüyorum.

Sezen Aksu ve Tarkan olayı da tabii Haluk Levent’in yaptığı ile birebir aynı değil; ama onlar da aslında korunaklı yerlerinde, popülariteleriyle, geniş maddî imkânlarıyla, bir anlamda dokunulmazlıklarıyla kendi köşelerine çekilebilirlerdi. Sezen Aksu’nun aslında yaptığı çok fazla bir şey yoktu, yıllar önce yaptığı bir şarkıyı kullanan birileri iktidârın propagandası için oradan Sezen Aksu’ya vurarak bir propaganda yapmaya çalıştılar. İlk başta Sezen Aksu sessiz kaldı, birileri ona –hak ettiğinden daha az sayıda insan diyelim– kendisine destek verdi; ama sonunda kendisi öyle bir açıklama yaptı ki, orada işte insan hakîkaten demin Haluk Levent’e söylediğimi tekrar söylüyor: Burada Sezen Aksu, yaptığı açıklama ile –Hancı-Yolcu açıklamasıyla– “Helâl olsun”u hak ediyor. Sezen Aksu, Sezen Aksu olduğu için bunu yapabiliyor. Ne oldu sonunda? Sezen Aksu geri adım atmadı, tam tersine ileri adım attı; ama Cumhurbaşkanı Erdoğan, dilini kopartılmasını istediği Sezen Aksu’dan, sonra “Onunla alâkası yok” diyerek, Ahmet Hakan’ın o muhteşem deyimiyle “muhteşem” bir geri adım attı. Bunu da Türkiye’nin bu döneminde birçok kişinin sessiz kaldığı, “Ya, ne olur ne olmaz, çok da fazla üstüne gitmeyeyim” ya da “Olabildiğince az zararla atlatayım” düşüncesinin baskın olduğu bir dönemde ne yapacağı merakta beklenirken, geriye değil ileriye doğru gitmiş olmasını özel olarak not etmek ve orada da ona bir minneti vurgulamak lâzım.

Tarkan olayı bambaşka bir olay — onu Kemal’le de konuştuk, tekrar üzerinden bir geçmekte yarar var. Bugün yine gördüm, bir iktidar yanlısı gazetede birisi Tarkan’a teşekkür etmiş. Neymiş? Tarkan sâyesinde Erdoğan’ın etrafında kenetleniyormuş insanlar falan — tam fukara tesellisi bir olay. Bunu yapan başka kişiler de oldu, ilk yapanlar mâlûm –Türkiye’nin troll kategorisindeki çiftleri vs.’ler– böyle bir akıl yürütme ile, “İşte, aslında bu Erdoğan’a yarıyor” deniyor — ne alâkası varsa, nasıl yarıyorsa. Tarkan’ın yaptığı aslında çok büyük bir yaratıcılık diyelim. Gerçekten klibi izlediğiniz zaman koronavirüsü görüyorsunuz; ama sözlerini iyice dinlediğiniz zaman, aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ı görüyorsunuz. İşte sanat da böyle bir şey — popüler sanat özellikle, popüler kültür böyle bir şey. Ve iktidar yanlılarının verdiği tepki nedeniyle olayın koronavirüsten ziyâde Erdoğan olayı olduğu görüşü baskın oluyor. Aslında burada deniyor ya, hani diyorlar ya, “Erdoğan’ı güçlendiriyor bu olay” diye; tam tersine bunu Erdoğan’a bir saldırıymış gibi görüp, Tarkan’ı tehdit edenler de oldu biliyorsunuz, açık açık tehdit edenler de oldu. Tarkan’ı îtibarsızlaştırmak, şu bu, vs. Bunu yapmaya çalışanların tam tersine onu daha da güçlendirdiğini görüyoruz. Yani bir konsolidasyon varsa, bu Erdoğan’ın etrafında değil; Erdoğan’ı savunma iddiasıyla akıllarına gelen ilk şeyi söyleyenlerin sâyesinde Tarkan etrafında oluyor. Tabii ki sanatçılar, popüler kültürün öne çıkan aktörleri –kimileri bu kişilere “sanatçı” denmesinin doğru olmadığını söylüyor, bence bir mahzuru yok– değişik dönemlerde Türkiye’de de dünyada da değişik dönemlerde değişik siyâsî çıkışlar yaptılar, öne çıkan pozisyonlar aldılar, bunun çok büyük örnekleri özellikle açlığa karşı mücâdele konusunda dünya çapında yapılan konserler vs. oldu. Ama onun ötesinde, birtakım isimlerin Amerika Birleşik Devletleri‘nde, Avrupa’da bâzı dâvâları –ırkçılığa karşı mücâdele olsun ya da göçmen konularında olsun–, başka konularda savunuculuk yaptıklarını biliyoruz ve bunların her biri de ayrı ayrı bir saygınlık kazanıyorlar. Sonuçta hani “Sanat sanat içindir” gibi bir basitlikle sanatçıları, bu tür müzik-sinema gibi sektörlerde var olan kişileri bir alana hapsetme çabalarının çok anlamlı olmadığını görüyoruz. 

Bir diğer taraftan da tabii Türkiye’de “makbul isimler” var. Meselâ Erdoğan çağırdığı zaman Külliye’ye ya da başka yerlere giden isimler var. Bu isimlerin ne kadar bir ağırlığı var açıkçası çok emin değilim. Bir de önemli olduğunu düşündüğüm bir not düşmek istiyorum: Yıllar önce Fethullah Gülen ilk Polat Renaissance Otel’de, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı adına bir toplantıyı düzenlediğinde –ben de Milliyet gazetesinden bir muhâbir olarak yerinde izlemiştim– acayip büyük bir salonda –yani yüzlerce kişi vardı diyeyim– ve çocukluğumda sinemada izlediğim ya da televizyonda şarkı söylerken gördüğüm, ama çoğunun adını hatırlayamadığım çok sayıda isim de oradaydı, koşa koşa gelmişlerdi. Çünkü Fethullah Gülen “makbul dindar” ya da “ılımlı İslâm sözcüsü” diye, ordu dışındaki sistem tarafından medya vs. tarafından benimsenmiş bir isimdi. O kişileri Fethullah Gülen bayağı bir vitrine çıkarttı, değişik toplantılarda onlara ödüller verdi vs.. Onların önemli bir kısmının şu anda iktidar çağırdığı zaman giden isimler olduklarını, olur-olmaz yerlerde birtakım açıklamalar yaptıklarını görüyoruz. Bu da aradaki çok büyük bir kalite farkını gösteriyor ve bir zamanlar Erdoğan’ın –bir zamanlar dedim, aslında sık sık– söylediği, Fahrettin Altun’un da söylediği “Niye biz kültürel anlamda yeterince güçlü olamıyoruz?” sorusunu da, sordukları bu soruyu da tekrar önümüze koyuyor. Yani arada onca yatırım var, yirmi yılı geçen bir süre var, onca yatırım var, birilerinin önü açılıyor, birilerinin önü açılırken birilerinin önü de kapanıyor, onlar yıldırılmak isteniyor, susturulmak isteniyor; ama baktığınız zaman, kültürel alanda hâlâ iktidara destek verme konusunda yarışanların etkilerinin çok az olduğunu, buna karşılık iktidarı eleştiriyor gibi olanların çok fazla sayıda öne çıktığını görüyoruz. Tabii ki Haluk Levent siyâsî bir pozisyon almıyor; ama kendisinin zamanında Cumhuriyet gazetesinden tutuklanan gazetecilere verdiği destekleri falan da unutmuyoruz, o konuda aldığı tavırları da duruşları da biliyoruz; ama şu anda daha çok bir sosyal faaliyet yürütüyor ve Migros’ta olduğu gibi arabuluculuk yapıyor ve çözüyor, çözülebileceğini bize gösteriyor. Dolayısıyla bu üç isme de ayrı ayrı teşekkür etmek gerekiyor. Ve de şunu da özellikle vurgulamak lâzım: Hâlâ Türkiye’de insanlarda –bazı insanlarda– garip bir biçimde, her şeyden şikâyet edip, her şeyi eksik bulanlar var: Sezen Aksu’yu, Tarkan’ı, Haluk Levent’i vs.’yi. Yani bunu yapanların, her şeyden sızlananların, her şeyin üzerine, “Öyle ama bir de şu var, bilmem ne” filan diyenlerin ne yaptığı da ayrı bir tartışma konusu; hani kendileri muazzam bir şey yapıyorlar da diğerleri eksik-gedik yapıyor değil; sürekli bir şikâyet hâli var. Şikâyet yerine iş yapmanın önemli olduğunu, sorun çözmenin ya da sorunlara işâret etmenin önemli olduğunu gösterdikleri için bu kişilere teşekkür etmek ve özellikle de menfî olmak yerine, yani hep böyle bir kötümserlik vs. pompalamak yerine, iyi şeyleri görmek, sâhiplenmek ve bunu yapanlara teşekkür etmek ve daha fazla bir şeyler yapmaları için teşvik etmek isâbetli olur görüşündeyim. Bitirmeden, bugünün siyâsî –bu da tabii ki siyâsîydi ama– siyâsî yayınını ayrıca saat 17:00’de yapacağımı şimdiden söyleyeyim. Orada –daha önce de dile getirdim, değişik şekillerde yaptığım bir konu– tekrar “Kılıçdaroğlu aday olursa ne olur?” konusunda –en son Haziran ayında başlı başına böyle bir yayın yapmışım, o zamandan bu zamana neler değişti? Bayağı bir şey değişti– böyle bir yayını saat 17:00’de yapacağını söylemek istiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.