Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (80): Savaş ve gazetecilik

Ruşen Çakır, Gomaşinen’in bu bölümünde savaş ve gazetecilik üzerine konuştu.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 80. bölümünde savaş ve gazetecilik üzerine konuşmak istiyorum. Gazeteciliğin tarihinden beri zâten savaş gazeteciliği hep olmuştur. Çünkü insanlık tarihine hep savaşlar damgasını vurdu ve savaşın kendisi, tüm detayları, her biri birer haber konusu olduğu için, gazetecilikle savaş hep yan yana, birlikte anılan bir şeydir. Fakat tabii şunu özellikle vurgulamak lâzım. Bir de savaş gazeteciliği diye bir şey var. Özellikle savaş alanlarına giden muhâbirler, orada öncelikle görüntü almaya ve olabildiğince bilgi almaya çalışırlar. Bunda uzmanlaşmış insanlar vardır. Tabii çok riskli bir iştir. Bu konuda dünya çapında ve Türkiye’de birtakım eğitimler verildiğini, verilmek istendiğini biliyoruz; ama benim tanıdıklarımdan bildiğim, gördüğüm kadarıyla savaş gazeteciliği ya da savaş muhâbirliği yaşana yaşana öğrenilen bir şey. İş bilmekle ilgili bir şey. Çünkü gittiğiniz yerde bir yığın imkânsızlık var, bir yığın yasak var ve bir yığın tehlike var. Bütün bunların arasında gazetecilik yapmak çok zor ve tabii ki sizi, sizin yaptıklarınızı sürekli kontrol eden birileri var. 

Eskiden şöyle oluyordu; meselâ siz haberinizi yapıyordunuz, yolluyordunuz. O haber gazetede çıkıyordu ya da televizyonda bir şekilde yayınlanıyordu. Ondan sonra kaldığınız yerden devam edebiliyordunuz. O savaş bölgesinde kimse sizin ne yaptığınızı ne ettiğinizi çok fazla bilmeyebiliyordu. Gerçekleri söylemeyebilirdiniz. Ama şimdi öyle değil. Meselâ şu anda Kiev’den yayın yapan birisinin yayını, haber yazan birisinin yazısı, ânında hem Kiev’dekiler tarafından hem Moskova’dakiler tarafından hem dünyanın dört bir tarafından görülebiliyor. Yani sosyal medya, özellikle internetle birlikte, hem bu işler daha kolaylaştı, hem de aynı zamanda bayağı bir zorlaştı. Şu anlamda zorlaştı: Savaşı ele alan, savaşı yerinden izlemek isteyen gazetecilerin güvenliği iyice tehdit altında olabiliyor. Başlarına iş gelebiliyor. Bu bir parantez…

Ben hayâtımda hiçbir zaman savaş gazeteciliği, muhâbirliği yapmadım. Direkten döndüğüm anlar oldu. Bunları “Gomaşinen”de de anlattım. Meselâ 50. bölümde, Şubat 2003’te Irak’ta, ABD işgalinden önce Bağdat’taki izlenimlerimi anlatmıştım. Oraya foto muhâbiri arkadaşım Burak Kara ile berâber gitmiştik, Vatan gazetesi adına. Her an ABD işgal edebilirdi. Gittik, kaldık. Ben oradayken işgal etmedi. Ben döndüm. Burak kalmıştı. Döndükten yaklaşık bir hafta sonra işgal başladı. Dolayısıyla savaş muhâbirliğinin direğinden döndüm. Yine bir başka “Gomaşinen”de anlatmıştım; Irak’tan iki büyük Kürt göçünü Türkiye’de izlemiştim. Birisi Ağustos 1988, birisi Mart 1991. Burada, Türkiye’de savaş yoktu; ama bu insanlar savaştan kaçıyorlardı. Saddam Hüseyin’den kaçıyorlardı. Yani savaşın kendisini değil; ama savaşın sonuçlarını ilk kez canlı bir şekilde gördüğüm olaylardı Ağustos 1988 ve en önemlisi Mart 1991. Ağustos 1988’de daha az sayıda, genelde Peşmergeler ve aileleri Türkiye’ye sığınmıştı. Ama Mart 1991’de çok sayıda Kürt, Irak’tan Türkiye’ye, Hakkâri ve çevresine kaçmıştı. Çok büyük bir sefâlet vardı, yoksulluk vardı. Türkiye, hem bir taraftan güvenlik meselesinden dolayı kaygıyla yaklaşıyordu. Ama aynı zamanda da bu insanlara sâhip çıkmaya çalışıyordu. Uluslararası yardım kuruluşları geliyordu ve savaş muhâbirleri de tabii ki oradaydı. Olayı, savaşın bir boyutunu da oradan izlemeye çalışıyorlardı. 

Orada bayağı bir savaş muhâbiri gördüm, tanıdım. Yerli-yabancı tanıdım ve açık söyleyeyim: Büyük bir kısmıyla kan uyuşmazlığı yaşadığımı söyleyebilirim. Çünkü savaş muhâbirliğinin en önemli hususlarından birisi: Var kalma, yani “survival”. Böyle olunca da, bâzı durumlarda ahlâk vs. gibi şeylere çok fazla îtibar edilmeyebiliyor. Hepsini söylemeyeceğim tabii ki, ama meselâ hiç unutmuyorum, yabancı bir foto muhâbiri bir kamyonun tepesine çıkmıştı, Hakkâri’nin bir kırsal alanında, yüksek bir yerinde; orada bir yığın insan aç vs., bir çuval dolusu ekmek almış. Ekmekleri atıyor, insanlar kapışırken fotoğrafını çekiyordu. Hiç unutmayacağım onu. Çok büyük bir acımasızlıktı. O fotoğrafı çekebilmek için, o hareketi yapıp insanların o ekmeği kapış kapış etmesini sağlıyordu ya da seyrediyordu, öyle söyleyeyim. Tabii ki olumsuz örneklerin dışında olumlu örnekler olduğunu da vurgulamam lâzım. Meslektaşlarımın hepsini aynı kaba koymak istemem. 

Bir başka savaş muhâbirliği deneyimini de Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Irak’ın kuzeyine yaptığı bir harekâtı izlemeye gittiğimde gördüm. Aslında harekât izlemeye gitmemiştim. Arkadaşım Kadri Gürsel harekât sırasında Agence France-Presse’te çalışıyordu. PKK tarafından kaçırılmıştı ve bir şekilde serbest bırakılması ve bırakıldıktan sonra da sağ salim Türkiye’ye dönmesi için bölgeye gitmiştim. O sırada operasyon sürüyordu. Gazeteden gelen –Ufuk Güldemir’in zamanıydı– bir haberle ben de orada Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin yaptığı bir operasyonu kısmen, bir iki gün de olsa izleme imkânı buldum ve orada da hepsi Türkiye’den gelmiş olan savaş muhâbiri arkadaşlarla, meslektaşlarla karşılaştım. Savaş yoktu. PKK’lılar terk etmişti o yerleri, kamplarını vs.. Orada Türk Silâhlı Kuvvetleri vardı ve onların fotoğraflarını çekmekten ibâret bir olaydı. 

Şu anda Ukrayna’da çok acı bir şey yaşanıyor ve bir yığın haber, bir yığın görüntü yağıyor. Bu haber ve görüntülerin içerisinde hangisinin doğru, hangisinin yanlış, hangisinin çarpıtma, hangisinin eski, hangisinin dezenformasyon amacıyla verildiği konusu başlı başına bir muammâ. Bu aslında hep böyleydi. Târih boyunca böyleydi. Târih boyunca hep söylenir ya: “Savaşla berâber önce gerçekler ölür”. Taraflar, olabildiğince kendilerini haklı ve güçlü, karşı tarafı haksız ve güçsüz göstermek için her türlü propagandayı ve dolayısıyla haberi –haber görünümlü ya da haber görseli görünümlü şeyleri– pazarlamaya çalışırlar. Teknoloji geliştikçe bunların sayısı, yoğunluğu ve hızı çok daha fazla artıyor. Şimdi Ukrayna’da bir olay yaşanıyor meselâ. Zâten bayağı çarpıcı görüntüler var. Ama daha çarpıcı olsun diye insanlar, dünyanın başka bir köşesinde yapılmış, yaşanmış ya da daha önce yaşanmış birtakım görüntüleri yeniymiş gibi piyasaya sürebiliyorlar sosyal medya üzerinden. Hatta bâzı durumlarda, tamâmen yalana dayalı haberler servis edilebiliyor. 

Burada, özellikle savaş ve gazetecilik denilince, sâhadaki muhâbirler kadar, masadaki, merkezdeki kişilerin önemi çok belirleyici oluyor. Birincisi, tabii ki sizin sâhada bulunan elemanınız varsa, arkadaşınız varsa, öncelikle ona bağlı oluyorsunuz. Ama artık günümüzde medya kuruluşu sayısı arttı. Buna karşılık sâhada izleyen gazeteci sayısı azaldı. Bunlar çok daha fazla pahalı olmaya başladı ve sayısı artan medya kuruluşlarının bunları karşılama imkânı yok. Bir diğer husus da, “Nasıl olsa başkaları yapıyor, biz de bunları alabiliriz” düşüncesiyle insanların çok rahat copy-paste yapabilmeleri. Dolayısıyla şöyle bir şey diyelim: Şu anda diyelim ki Türkiye’de Ukrayna’yla ilgili yayın yapan yazılı, görsel, sesli –artık neyse– 500 tâne medya kuruluşu varsa, bildiğim kadarıyla bunların biri ikisi dışında kimsenin orada doğrudan elemanı yok. Dolayısıyla ya abone olduğunuz ajanslara bağlı oluyorsunuz –ki ajanslara abonelik de öyle kolay bir şey değil, özellikle mâlî yönü bakımından–, başkalarının mallarını alıp kullanıyorsunuz. İşte bunu yaptığınız zaman da denetlemeniz çok daha zorlaşıyor. Bunu özellikle vurgulamak lâzım. 

Bir diğer husus; savaşta siyâsî olarak nerede durduğunuz meselesi. Meselâ sosyal medyada gördüm, çok güzel; Amerika Irak’a gittiği zaman “özgürlük götürüyor”; Rusya Ukrayna’ya girdiği zaman “işgal ediyor”. Halbuki aslında hepsinin yaptığı aynı. Hepsi işgal ediyor. Ama bâzıları Amerika’nın işgalini desteklerken; bâzıları da Rusya’nın işgalini destekliyor ve bunlar da tabii ki bu pozisyonları nedeniyle savaş haberlerini ona göre aktarıyorlar. Meselâ Rusya’nın işgaline karşı pozisyon alan kişiler, orada en çarpıcı sivil kayıpları vs. öne çıkartıyorlar. Ama Rusya’nın işgal etmediğini, aslında NATO’nun kışkırttığını söyleyenler de, olabildiğince steril görüntüler servis ediyorlar. Burada aslında gazeteci duruşunun olabildiğince nötr ve savaş karşıtı bir duruş olması gerekiyor bence. Savaş, kim tarafından yapılırsa yapılsın, ne tür ulvî gerekçelerle yapılırsa yapılsın, sonuçta kötü bir şey ve savaşta önce gerçekler ölüyor, sonra da savaşta en büyük kaybı yoksullar, güçsüzler veriyor. Onlar ödüyor faturayı. Esas olarak onlar ödüyor. 

Yine sosyal medyada Ukrayna’yla ilgili, orada gazetecilik yapan bir kadın meslektaşımızı gördüm. Çok çarpıcı bir videoydu. Türkçe konuşuyor, adından anladığım kadarıyla galiba kendisi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayabilir, ama Türkçesi çok iyi. Şunu söylüyor: “Kiev’den insanlar kaçıyor. Kimler kaçıyor? Zenginler kaçıyor; yoksullar kalıyor, kaçamıyor ve zâten dünyanın her yerinde savaşta hep böyle olur. Barış zamânında ise tam tersi olur”. Barış zamânında da yine zenginlerin öne çıktığını görüyoruz. Aslında bu tamâmen sınıfsal bir olay. Burada da sınıf meselesi çok net bir şekilde karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla buradaki pozisyon, savaşla ilgili pozisyon, bizim Medyascope’ta yapmaya çalıştığımız, olabildiğince, savaşı hiçbir şekilde olumlu göstermemek; yalan, yanlış, çarpıtılmış haberlerden olabildiğince uzak durmak; erken vereceğim, çabuk vereceğim, çarpıcı vereceğim derdinde olmamak. “Geç olsun, ama güvenilir haber olsun” perspektifiyle bakmak ve olaya olabildiğince birbirinden farklı kanallardan birlikte bakabilmek. 

Tabii burada, demin bahsettim, birtakım kelimeleri nasıl seçtiğiniz de çok önemli. Şu anda meselâ Rusya’nın yaptığı nedir? İşgal midir, saldırı mıdır? Bu bir savaş mıdır?  Yoksa kendilerinin söylediği gibi bu bir özel operasyon mudur? vs. Bütün bunların hepsi çok ciddî hususlar. Bâzen bir kelime sizin duruşunuzu belirleyebiliyor ve sizin duruşunuz da kamuoyunun kafasındaki savaş algılamasında etkili olabiliyor. Lavrov’un ısrarla, “Biz işgal etmeyeceğiz” demesi de, veya birilerinin ısrarla daha ilk andan îtibâren bunu bir işgal olarak vermeleri de bundan. Daha önce ABD’nin Irak’ı işgaline işgal diyenlerin, bugün Ukrayna’nın işgaline işgal diyememeleri de… Hepsi, bize olayın ne kadar zor olduğunu gösteriyor ve gerçekten Allah kimseyi bu zor duruma düşürmesin. Tabii öncelikle savaşın doğrudan mağduru olan kişiler şu anda Ukraynalılar. Daha önce Suriyelilerdi. Ondan öncesinde Iraklılardı ya da Afganistanlılar. Daha yeni Afganistan’da ne oldu meselâ? Bir önceki Taliban yönetimine müdâhale eden Amerika Birleşik Devletleri, bu sefer Taliban’ın tekrar gelmesine sesini çıkarmadı. Çok basit. Taliban aynı Taliban. Gerekçe ne? Eskiden El Kaide’yi destekliyorlardı, artık desteklemiyorlar. Dolayısıyla burada, özellikle büyük güçlerin savaşa bakışları belli bir standartta değil; tamâmen kendi çıkarları, kendi perspektifleri açısından bakıyorlar. Bunu artık hepimiz çok net bir şekilde görüyoruz. Dolayısıyla burada iyi süper güç, kötü süper güç gibi bir ayrım yapmamak, hepsine olabildiğince aynı perspektifte bakabilmek lâzım. 

Fakat şunu da unutmamak lâzım: Meselâ Irak meselesinde olduğu gibi, ABD Irak’ı kimyasal silah yalanıyla vs. işgal etti, evet ve haksız bir işgaldi. Gerekçeleri haksızdı en azından. Ama öte yandan Saddam Hüseyin rejimi de hiçbir şekilde savunulabilecek bir rejim değildi. Bu tür olaylarla çok sık karşı karşıya kalıyoruz artık. Yıllar önce, ilk baba Bush zamanında ABD’nin Irak’a müdâhalesi söz konusu olduğu zaman, Le Monde Diplomatique’in o dönemdeki yayın yönetmeni Alain Gresh –solcu bir Ortadoğu uzmanı gazetecidir, çok saygın bir isimdir– Türkiye’ye gelmişti. Kendisiyle röportaj yapmıştım. O zaman bana demişti ki: “İlk kez, bir savaş oluyor ve ben en yakın arkadaşlarımın kimin yanında olduğunu kestiremiyorum”. Eskiden çok basitti. Özellikle Soğuk Savaş döneminde… Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından işler çok karıştı. Tam da Alain Gresh’in söylediği Irak meselesinde, benim tanıdığım, sevdiğim ve solcu olarak bildiğim arkadaşlarımın bâzıları, ABD’nin Irak’a müdâhalesini olumlu buldular. Saddam’ın iktidardan edilmesi gerektiğini, iktidârının alınması gerektiğini savundular ve bu böyle devam edegeldi. Bütün savaşlarda… El Kaide meselesinde herkes farklı bir şey söyledi… En kolay komplo teorileriyle, “El Kaide diye bir şey aslında yok” vs. ile… El Kaide ile mücâdele, bu mücâdelenin yöntemleri, bütün bunların hepsinde… 

En son Suriye meselesinde… Kimin yanındasınız? Kimi destekliyorsunuz? Esad rejimini mi destekliyorsunuz? Muhâlifleri mi destekliyorsunuz? Muhâliflerin arasında hangilerini destekliyorsunuz? Türkiye’nin politikası, İran’ın politikası… Bunların hepsinde kafalar alabildiğine karışmış durumda. Şu anda Ukrayna meselesinde de öyle. Şunu diyenlerin içi rahat: “Bana ne? Ben ilgilenmiyorum. Orada birileri birileriyle bir şey yapıyor. Bana dokunmasın. Ne halleri varsa görsünler” diyebilen insanlar var. Ama biliyoruz ki hemen yanı başımızdaki bu savaşın bize dokunmaması diye bir ihtimal yok. Ama onun ötesinde, bir olayı sâdece millî bir perspektifle değil de daha küresel ölçekte ve insanlık üzerinden desteklediğinizde, bir egemen ülkenin daha güçlü başka bir ülke tarafından alenen ezilmesi söz konusu ve daha zayıf olan ülkeye, o zamâna kadar destek vermiş olan ve destek vereceğini söyleyen başka ülkeler, o desteği bir askerî desteğe dönüştürmüyorlar. Ukrayna’nın başına gelen bu. Yani çok kabaca, kimileri bunu, “Hak ettiler” şeklinde veriyor. Hiçbir şekilde hak etmiş olduklarını sanmıyorum, o ayrı. Ama Batı’nın desteğine alabildiğine güvenen Ukrayna’nın şimdi yalnız kaldığını ve bu yalnızlıktan çok ciddî bir şekilde şikâyet ettiğini ve bir anlamda çâresizlik içerisinde olduğunu görüyoruz. Sonuçta bu tür çatışmalarda her ülke kendi millî çıkarlarını, kendi stratejik ve bölgesel çıkarlarını –artık her ne ise–, bunları önemsiyorlar ve sonuçta başta söyledikleriyle sonra yaptıkları arasında çok ciddî farklar oluyor ve burada da özellikle olaya dışarıdan bakan vatandaşlar, meselâ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları da, birtakım önceden söylenenlere îtibar edip, ona göre pozisyon aldıklarında, onlar da zor durumda kalıyorlar. 

Şu anda meselâ şunu biliyorum: Rusya karşıtı olan insanlarda Batı’nın ne yapıp edip Ukrayna’ya sâhip çıkacağı yolunda, hattâ savaşı engelleyeceği yolunda bir beklenti vardı. Çok büyük bir hayâl kırıklığı yaşıyorlar. Ama bu hayal kırıklığını yaşarken, diğer yandan bunu çok yüksek sesle dile getirmekten de çekiniyorlar. Bir başka husus meselâ: NATO meselesi. Şu anda Türkiye’de bunu yaşıyoruz. Türkiye’nin NATO üyeliği iyi bir şey mi, kötü bir şey mi? Bunu aslında, çok küçük bir çevreyi hariç tutarsak, insanlar tartışmaya çekiniyorlar. Gerçekten çekiniyorlar. Şu Ukrayna olayı olmadan önce belki daha kolaydı ve “NATO’da olmasak daha iyi olur” diyenlerin sayısı herhalde fazla olabilir, sesleri daha güçlü çıkabilirdi. Ama şu son olaydan sonra NATO’yu, birçok insanın, istemese de bir mecbûriyet olarak gördüğünü düşünüyorum. Şu anda çok acı bir şey yaşanıyor. Çok kötü bir şey yaşanıyor. Daha da kötü olma ihtimâli var. Rusya’nın tam anlamıyla Ukrayna’yı işgal edip etmeyeceğini bilmiyoruz. Ederse bunun devâmının nasıl geleceğini bilmiyoruz. Ama belli ki bu, Kırım gibi olmayacak. Daha uzun bir süre dünyanın gündemini işgal etmeye devam edecek ve biz gazeteciler de buradan, bu krizden olabildiğince sağlıklı bilgileri vermeye ve kamuoyunu bilgilendirmeye çalışacağız. Ama bunu yaparken, kamuoyunu kendi çıkarları için yönlendirmek isteyen çok sayıda kişiye, devlete rağmen bunu yapmaya çalışacağımızı ve imkânlarımızın onlarla mücâdele etmekte çok da yeterli olmadığını özellikle vurgulamak istiyorum. Evet… Ne olursa olsun savaşa hayır demek gerekiyor. Gazeteci, özellikle gazeteci, hele savaş muhâbiriyse, bence savaşa daha fazla “Hayır!” demesi gerekiyor. Fakat şu hâliyle gördüğümüz, dünyadaki medyanın şu son savaşa bakışında, savaşa eleştirel bakışın çok da fazla öne çıkmadığını maalesef görüyorum. Umarım ben yanlış gözlemliyorumdur. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.