1 Mart tezkeresini reddeden TBMM’den geriye ne kaldı?

Ruşen Çakır, 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinin 19. yılında “TBMM bugün neden işlevsiz ?” ve “Güçlendirilmiş parlamenter sistem sorunları çözer mi?” sorularına yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı

Merhaba, iyi günler. Sonunda bu da oldu, karşınıza kravatla çıktım; ama biraz önce Meclis’teydim. Meclis’e kravatla girdim, bari çıkartmayayım, izleyicilerin karşısına da böyle çıkayım istedim, bakalım ne diyeceksiniz.

Evet, bugün 1 Mart. 1 Mart 2003’teki tezkerenin 19. Yıldönümü. Ben şanslı birisiyim galiba; çünkü dünkü 28 Şubat muhâlefet zirvesi için geldim ve bir gün de, salı günü grup toplantılarını izlerim diye düşündüm; ama inanın, 1 Mart o anda aklıma gelmemişti. Fakat bu sabah bir şekilde Turhan Çömez’in tweet’ini gördüm. Turhan Çömez, 1 Mart Tezkeresi’ne nasıl karşı çıktıklarını hatırlatıyordu.

O tarihte, kendisi AKP’den milletvekiliydi ve ben de NTV adına yorum yapmaya gittiğimde, Meclis’te basın kısmına girerken kapıda karşılaşmıştık ve tanışmıyorduk. Orada bana kendisinin tezkereye “hayır” oyu vereceğini söylemişti ve herkesin çıkacağını sandığı tezkere, muhâlefetin ve AKP’den de bâzı milletvekillerinin katılımıyla 19 yıl önce reddedilmişti ve Türkiye o Körfez Savaşı’nda aktif bir şekilde yer almamıştı.

Bu olay tabii ki sâdece milletvekillerinin yaptığı bir olay değildi. Sivil toplum çok ciddî bir şekilde savaş karşıtı bir hareket yürütmüştü, mitingler yapmıştı. 1 Mart öncesinde yapılan büyük mitinglerin fotoğraflarının da sosyal medyada paylaşıldığını görmüşsünüzdür. Ve Meclis orada tarihî bir âna tanıklık etmişti. Ben de orada bir gazeteci olarak ve savaşa karşı çıkmış, bununla ilgili önceki yayınlarda, NTV’de yapılan yayınlarda birkaç kişiyle berâber, azınlıkta kalmaya rağmen savaşa karşı çıkmış birisi olarak bayağı bir mutlu olmuştum; ama en önemlisi Meclis’le bir anlamda gurur duymuştum.

O tarihte, Erdoğan seçilmiş birisi değildi. AKP Genel Başkanı’ydı. Başbakan Abdullah Gül’dü; ama Erdoğan, fiilen başbakan gibi hareket ediyordu ve tezkere pazarlıkları yapıyordu — özellikle Başkan Bush’la, hattâ buna, mâlûm “at pazarlığı” lâfı bile yakıştırılmıştı. İşin içerisinde Ali Babacan da vardı, başkaları da vardı. Erdoğan, defâlarca parti grubuna, milletvekili olmamasına rağmen, basına kapalı yapılan parti gruplarında sürekli olarak milletvekillerini tezkereye “evet” demeleri için iknâ etmeye çalıştı, hattâ üstü kapalı bir şekilde tehdit ettiği de olmuştu; ama sürekli de ertelediler. Belli ki iknâ edemediler ve o gün, 1 Mart’ta artık bu yapıldı ve Meclis, AKP’den Turhan Çömez gibi birtakım isimlerin, ama bu arada belli ki Bülent Arınç’ın, başbakan olmasına rağmen bir şekilde Abdullah Gül’ün, bâzı bakanların doğrudan dâhil olduğu, ama doğrudan müdâhil olup çaktırmadıkları, kamuoyuna açıkça deklare etmedikleri bir engellemeyle tezkere geçmedi ve Türkiye savaşın eşiğinden döndü. 

Burada, benim başta söylediğim talihim nedir? Hem o olayı o tarihte yaşamış olmak, hem de bu sefer gelişimde bunun yıldönümüne denk gelmesi. Bilerek yapılmış bir şey değil, ama böyle oldu. Bir diğer talihim de şu: Meclis’te bugün iki grup toplantısı vardı; HDP ve CHP toplantıları. Yan yana salonlarda yapıyorlar. HDP’nin bitmesini bekledim, çünkü orada HDP’li milletvekilleriyle ve Eş Genel Başkan Pervin Buldan’la en azından selâmlaşmak istedim. Bittikten sonra CHP grubuna geçtiğimde, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu tam da benim bugün yayında söylemek istediğim hususu anlatıyordu: Meclis’in savaş zamanında nasıl devre dışı bırakıldığını. 

  “Kimse bize bir şey anlatmıyor, AKP Grup Başkanları çağırılıyor, Grup Başkan Vekilleri çağrılıyor, AKP sözcüleri açıklama yapıyor; ama kimse bizi, Meclis’i savaş konusunda bilgilendirmiyor.” Çok net. Yarın Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Meclis’te bilgilendirecekmiş; ancak yarına denk geldi. Mevlüt Çavuşoğlu’nun da ne tür bilgiler vereceğine açıkçası çok emin değilim; ama onun verdiği bilgilerin ardından tabii ki diğer partiler de, parti grupları adına söz alacak milletvekilleri de, bir savaş tartışmasını nihâyet yapabilecekler.

Bu kadar bizi ilgilendiren bir olayda, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), halkın, milletin seçtiği milletvekilleri tamamen devre dışı. Tabii burada sâdece Meclis söz konusu değil; bugün Kılıçdaroğlu’nun yine grup toplantısında söylediği gibi, Güvenlik Zirvesi diye bir şey toplanıyor, Dışişleri’nden kimse yok. Devletin önemli birimlerinin büyük bir kısmı by-pass ediliyor, ama AKP’nin birtakım değişik kademelerindeki yetkilileri bir araya geliyor. Yani bir devlet politikası yerine parti politikası yürütülüyor ve bunun da nedeni tabii ki başkanlık sistemi. Neydi? “Türk tipi Başkanlık sistemi”, ya da resmî adıyla “Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi”.

Açıkçası, şunu rahatlıkla söyleyebilirim: 1 Mart Tezkeresi’nin reddi, Erdoğan’ın liderliğindeki ilk ciddî kırılmalardan birisiydi. Kendi grubu onun bütün dayatmalarına rağmen; ricâlarına, iknâ çalışmalarına, dayatmalarına, üstü kapalı tehditlerine rağmen, onun çok yatırım yaptığı bir olayda kendisini devre dışı bıraktı ve yıllar sonra Erdoğan’ın her şeyi tek elde toplamak istemesinin doğrudan bu olayla da bir ilişkisi olduğu kanısındayım.

Erdoğan kurumlara güvenmiyor, özellikle Meclis’i çok da fazla umursamıyor. Tabii ki Meclis’in bir rolü var, milletvekili seçimleri yapılıyor; ama esas olarak görüyoruz: Bütün atamaları kendisi yapıyor, kanun hükmünde kararnamelerle bu işleri özellikle OHAL döneminde yürütüyor ve Meclis şu anda Türkiye’de gerçek anlamıyla devre dışı kalmış durumda. Orada kimin kaç milletvekili olduğunun tabii bâzı durumlarda, anayasa değiştirme falan gibi hususlarda önemi olabilir; ama şu hâliyle baktığımızda, yeni sistemle birlikte iyice Meclis’in etkisinin kalmadığını görüyoruz. 1 Mart 2003’te tarih yazan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), şu anda yaşanan tarihi seyirci olarak izlemekle yetiniyor.

Bu bağlamda, dünkü toplantıya referans verecek olursak; güçlendirilmiş parlamenter sistem önermesinin sırf bu olayda bile ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Meclis, gerçekten önemli. Türkiye’de Meclis’in çok önemli şeyler yaptığını Kurtuluş Savaşı’ndan beri biliyoruz ve arada başka şeyler de oldu, çok önemli yasalar da çıkarıldı; özellikle Avrupa Birliği sürecinde, ama bu tezkerenin reddi meselesi gerçekten önemli zirvelerden birisiydi ve Erdoğan şu anda onun bir nevi rövanşını alıyor.

Rövanşını alıyor, ama burada şöyle bir sorun var: Erdoğan şu anda ne yapacağını da bilmiyor. Savaş konusunda, meselâ Montrö konusunda yapılan açıklamalar var; “Montrö’ye sâdığız, Montrö’yü sahipleniyoruz” diyorlar; ama bunun sonucunda ne yapacaklarını deklare etmiyorlar. Büyük bir ihtimalle boğazlardan birtakım Rus savaş gemilerinin geçmesi söz konusu olduğu zaman, yani bıçak kemiğe dayandığı zaman bir şeyler söyleyecekler, bir şeyler yapmak zorunda kalacaklar ve büyük bir ihtimalle de bunun olmaması için herhalde dua ediyorlardır; çünkü Erdoğan’ın eli şu anda çok zayıf.

Her ne kadar Ukrayna’ya destek verdiğini söylese de, işgali reddettiğini söylese de, Rusya’nın Avrupa Konseyi’nde üyeliğinin askıya alınmasına verdiği çekimser oy bile başlı başına bu tereddüdü gösteriyor ve buna karşılık Batı âleminde beklenmedik yerlerden, meselâ İsviçre dâhil Finlandiya gibi yerlerden de beklenmedik şekillerde Ukrayna’nın yanında, Rusya’nın karşısında birtakım uygulamalar yapılıyor. Giderek artan böyle garip bir furya var, özellikle ekonomik yaptırımlarda artan bir furya var.

Erdoğan bu açıdan aslında belki de topu Meclis’e atmayı bile tercih edebilirdi. An îtibâriyle tam bir belirsizlik hâli var. Tekrar güçlendirilmiş parlamenter sisteme gelecek olursak, bence Türkiye’de geçmişteki parlamenter sistemin birtakım sorunları muhakkak vardır, ama yaşadığımız bu kısa süre içerisinde başkanlık sisteminin, hele Erdoğan’ın dayattığı türden her türlü kuvvetler ayrımını yok eden şekliyle başkanlık sisteminin Türkiye’nin tam anlamıyla aleyhine olduğunu gördük. Erdoğan Türkiye’nin uçacağını söylemişti, tam anlamıyla yere çakılmasına yol açtığını görüyoruz.

Ekonomi başlı başına böyle bir şey, jeostratejik konular böyle bir şey, temel hak ve özgürlükler konusu böyle bir şey. Hiç kimse, hiçbir kurum Erdoğan iktidârının yaptıklarını denetleyemiyor, ses çıkartamıyor, onun önünü kesemiyor. 1 Mart 2003’te Türkiye’yi uçurumdan alan bir meclisimiz vardı; ama şu hâliyle baktığımız zaman, Meclis’in kendisi tam anlamıyla fonksiyonunu yitirmiş bir yer olarak duruyor. 

Dolayısıyla, güçlendirilmiş parlamenter sistemin Türkiye için detaylarında birtakım tartışmalar olur, şu olur bu olur; ama Türkiye için sanki en önemli çıkış yollarından birisi gibi gözüküyor. Hele, Tansu Çiller’in son günlerde nereden çıktığı belli olmayacak şekillerde, sanki birileri onu çağırmış gibi ortaya çıkıp, Türkiye’nin artık parlamenter sisteme dönmesinin yanlış olduğunu, ihânet olacağını söylemesi de aslında, bize parlamenter sistemin ne kadar isâbetli bir tercih olduğunu, buna güçlendirilerek dönüşün ne kadar elzem olduğunu gösteriyor; Yani, Tansu Çiller’e bakarak parlamenter sistemin doğru olduğunu pekâlâ önerebiliriz.

Bir diğer nokta da tabii, Erdoğan’ın muhâlefet içerisindeki sağ unsurlardan birkaç parça koparabilmek için Tansu Çiller’e bile muhtaç olduğunu görmek de, onun yaşadığı krizi bize başlı başına gösteriyor.

Her neyse, iki günlük Ankara mâcerâmı… “mâcerâ” diyerek abarttığımın farkındayım, ama uzun zamandır gelmemiştim, çok sevdiğim bir şeydir Ankara’da gazetecilik yapmak, Meclis’te grup toplantılarını izlemek, parti kongrelerini izlemek; hele dünkü gibi tarihî sayılabilecek bir zirveyi izlemek. Bu vesîleyle de kravatımla karşınıza çıkmış oldum, ama yarından îtibâren tekrar İstanbul’da ve eski hırpânî hâlimle tekrar karşınızda olacağım. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.