Ruşen Çakır, ekonomik kriz ve dış politikadaki gelişmeleri ele aldı ve “Zaman Erdoğan’ın aleyhine mi işliyor?” sorusuna yanıt aradı.
Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı
Merhaba, iyi günler. Benim bir erken seçim teorim vardı, izleyenler hatırlayacaktır. Çok basit bir akıl yürütme yapıyordum, o da şu: Ekonomi her geçen gün kötüleşiyor ve Türkiye’de seçmen –dünyada da böyle, ama esas olarak bizim konumuz Türkiye–, seçmen tenceresine bakarak, cebine bakarak daha çok karar veriyor. Erdoğan’ın ekonomiyi düzeltmesi mümkün gözükmüyor, kriz derinleşiyor. Dolayısıyla ne kadar erken seçim yaparsa, Erdoğan o kadar az kayıpla seçimden çıkar.
Dolayısıyla “Erdoğan bir şekilde erken seçime mecbur” diye bir akıl yürütme yaptım. Bunu bayağı da bir dile getirdim; ama her geçen gün, benim bu akıl yürütmemin çok da isâbetli olmadığı, ülkenin erken seçime gitmediği, gidecek gibi de görünmediği bir ortamdayız.
Şu anda biliyorsunuz, yarın Anayasa Komisyonu’nda yeni seçim yasası görüşülmeye başlanacak. Onunla berâber, iktidar sözcüleri de artık erken seçim tartışmalarına son verdiklerini dile getirdiler; ama yine de her halükârda bir seçim olma ihtimâlinin iyice azalmış olmasıyla berâber, bir kenarda tutmak lâzım, bu konuya tekrar geleceğim.
Bir gün, gazetecilerle bir sohbet toplantısında bu önermemi, bu yaklaşımımı DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’a söylediğimde, Ali Babacan bana şu cevâbı verdi; “Sanmıyorum. Benim bildiğim Erdoğan son âna kadar hâlâ işleri düzelteceğini düşünür ve böyle bir akıl yürütmez. Ekonomik nedenlerle seçimi erkenden yapacağını düşünmüyorum” demişti. Tabii ki Erdoğan’ı benden daha iyi tanıyan birisi, berâber yıllarca çalışmış birisi. Sözlerini ciddîye almak gerekiyor. O zamandan bu zamana da ben haksız çıktım, Ali Babacan haklı çıktı.
Bir diğer husus da ilginç: Ali Babacan’la onu konuştuğumuzdan bu yana –birkaç ay önceydi– ekonomi daha da kötüleşti. İşin ilginç tarafı, artık Erdoğan başta olmak üzere iktidar sözcüleri de bunu kabul ediyorlar. “Sıkıntı” diyorlar belki, ama kabul ediyorlar ve sorumluluğu tabii ki kendi üstlerine almıyorlar. Meselâ ne oluyor? Sorumlu istifçiler oluyor; ayçiçekyağı meselesinde gördük en son. Daha önce de gördük. Ya da en son Ekonomi Bakanı Nureddin Nebati’nin dediği gibi birtakım bürokratlar –kimse onlar?– yatırımların olmasına izin vermeyen bürokratlar, sorun çıkartan, özellikle yabancı yatırımlara sorun çıkartan bürokratlar.
Halbuki biliyoruz ki Türkiye’de Erdoğan’a rağmen, hele yabancı yatırımcıya sorun çıkartacak bürokrat bulmak pek mümkün değil. Zâten bütün atamaları Erdoğan yapıyor ve görüyoruz, sık sık da istediğini ânında görevden alıp yerine başkalarını getiriyor. Şu hâliyle baktığımız zaman, benim ilk dile getirdiğimden ya da demin söylediğim, Ali Babacan’la yaptığımız sohbetten bu yana ekonomi daha kötüye gitti; fakat kamuoyu araştırmalarına baktığımız zaman, iktidar partilerindeki çöküşün ya da oy kaybının çok hızlı bir şekilde devam ettiğini görmüyoruz.
Genellikle şöyle bir hava var: Kararsızların ya da “oy vermeyeceğim” diyenlerin ya da “protesto edeceğim” diyenlerin oranı hâlâ yüksek gözüküyor; ama Erdoğan’a oy veren, vereceğini söyleyenlerin sayısında son dönemde çok çok büyük bir artış yok. Yani, ekonomi daha da kötüye gidiyor, ülke çok daha beter bir yere gidiyor, hayat iyice pahalanıyor. En son ne oldu? Et ve Süt Kurumu’ndan gelen son açıklama %40 ve üstü zamlar, akaryakıt fiyatları vs.. Bütün bunlara rağmen çok ciddî bir kopuş yaşanmıyor. Demek ki burada şöyle bir sorun var; zamânın Erdoğan’ın aleyhine işleyeceği –ki bu yayının başlığı bu– ön kabulü tam doğru olmayabilir. Bu da özellikle muhâlefetin ana stratejisinin sorunlu olduğunu düşündürüyor bana açıkçası. Muhâlefetin ana stratejisi ne? “Nasıl olsa gidecekler, gitmekten başka çâreleri yok, ekonomi böyle, hiçbir şey dikiş tutmuyor, seçmen bunları sandığa gömecek”. Peki nasıl olacak bu iş? “Seçmenin irâdesine güveniyoruz…” Tabii ki irâde seçmende; ama bu irâdenin hayata geçebilmesi için muhâlefetin ya da iktidardan memnun olmayan kesimlerin çok aktif bir şekilde sürece müdâhil olmaları gerekiyor.
Şu hâliyle bakıldığı zaman gördüğüm şöyle bir tablo var — katılırsınız katılmazsınız bilmiyorum: Ama şimdi bugün Devlet Bahçeli’yi dinledik grup toplantısında; tamâmını dinlemedim, ama önemli noktalarını gördüm. Köprüye, “Geçmek zorunda değilsiniz, isterseniz yüzersiniz de” dedi ve Adana’da Furkan Vakfı’nın insanlarına yönelik polis şiddetini alkışladı, polisleri alınlarından öptü. Yani, hiçbir geri adım yok. Süleyman Soylu bile orantısız şiddet kullanıldığını ve soruşturma açıldığını söyledi, Devlet Bahçeli tam tersi bir tutum takındı. Devlet Bahçeli şu hâliyle iktidarın –nasıl söyleyelim?– “kötü polis”i; her türlü, doğabilecek tepkilerin hepsini paratoner gibi üzerine çeken birisi, ama Erdoğan bu tür konularda daha temkinli, daha dikkatli.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Meselâ köprüyle ilgili 200 “liracık” diyebiliyor, ama onun ötesinde “Geçmiyorsanız yüzün” demiyor. En azından şu âna kadar demedi, o da sonra belki der. İşbölümü var dediğimde, yani bilinçli olarak yapılmış bir işbölümü değil tabii ki; ama şu hâliyle baktığımız zaman, birtakım sorunlu işlere Bahçeli kalkan oluyor, Erdoğan ise daha korunaklı sularda yüzüyor — öyle diyelim, böyle bir durum var.
Buna karşılık Erdoğan ne yapıyor? Dünya liderleriyle buluşuyor. Bugün, Hollanda Başbakanı geliyor. Polonya Cumhurbaşkanı geldi, Almanya Başbakanı geldi, İsrail Cumhurbaşkanı geldi… Ben bunları sürekli vurguluyorum, insanlar diyorlar ki: “Ya, bununla oy vermezler”; ama Erdoğan’ın yeniden inşâ etmeye çalıştığı bir güçlü lider imajı var.
Hattâ şöyle de diyebilir: “İçeride siz benim değerimi bilmiyorsunuz; ama bakın, dünya bana îtibar ediyor, ayağıma geliyorlar.” Yani bu, son dönemde yapılan ziyâretlerin büyük bir kısmı Türkiye’ye yapılıyor, Ankara’ya yapılıyor ve bu kişiler Külliye’ye gidiyorlar ve orada Erdoğan tarafından kabul ediliyorlar. Burada bir güç gösterisi var. Yani, bir gücü yeniden inşâ etmeye çalışan Erdoğan var ve oyunu başka yere taşımaya çalışan, içerideki sorunlar yerine dışarıdaki meseleleri göstermeye çalışan…
İçerideki sorunlar konusunda da tam bir… o artık post-truth çağının, hakikat sonrası çağının özellikleri. Yani, olayın kendisini bırakıp… demin bahsettim, yok istifçiydi, yok şuydu yok buydu… En son Nureddin Nebati de meselâ, Türkiye’deki ekonomik sorunları çözsün diye değil de ekonomik sorunlar yokmuş gibi davransın diye getirilmiş gibi gözüküyor. Zâten kendisi ekonomist değil biliyorsunuz ve sürekli konuşuyor. Genellikle sosyal medyada ve genellikle iktidar dışı medyada “dalga geçiliyor” kendisiyle. Dalga geçiliyor kelimelerini tırnak içine almak lâzım; çünkü post-truth çağının böyle bir özelliği var: Birçok kişiye dalga geçme malzemesi olan şeyler birçok kişiyi de pekâlâ iknâ edebiliyor.
Ne diyor Nebati? “Her şey yolunda. Enflasyonu biz çözeriz, bizden iyi çözen yok.” Ya da: “Akaryakıt fiyatlarında, dünyada en ucuzlardan birisiyiz.” Ya da: “Biz 10’da 1 fiyatına veriyoruz doğalgazı diyor.” 10’da 1 fiyatına ne demek? Yani, bugün 100 liralık doğalgaz faturası ödüyorsanız, normalde ödemeniz gereken fatura 1000 lira diyor Nebati. Yani, devlet halka kıyak geçiyor. Devlet halka nasıl kıyak geçiyor? 100 liradan ödediğiniz zaman arada kalan 900 lirayı devlet veriyor, tamam. Peki devlet o parayı nereden veriyor? Vatandaştan veriyor. Peki, böyle bir çarpıtma –ki post-truth’un, hakikat sonrası çağın en önemli özelliği bu–; ilk başta kullanılabilecek bir malzeme veriyor size, ama o malzemeyi eğer vaktiniz ve enerjiniz ve tabii ki niyetiniz varsa deştiğiniz zaman bunun aslında kocaman bir yalan olduğunu, gerçekle bağdaşmadığını görebiliyorsunuz. Şu hâliyle, iktidârın gerçeği söylemediğini, iktidârın ülkede insanların daha fazla yoksullaşmasına neden olduğunu insanların görebilmesi için birilerinin onları buralara taşıyabilmesi lâzım.
Şu hâliyle baktığımızda, muhâlefet genelde durum tespiti yapıyor. Yani: “Şöyle oluyor, böyle oluyor, rakamlar…” Zâten insanların markette gördüğü şeyleri söylüyorlar ve insanların buna tepki vererek, sandığa kadar seslerini çıkartmadan, belki de bağırlarına taş basarak sandıkta bu değişimi gerçekleştireceklerine inanıyorlar ve zamâna oynuyorlar. Nasıl olsa diyorlar, er ya da geç her geçen gün memnûniyetsizlik artacak ve kaçınılmaz olarak iktidârı terk etmek zorunda kalacak Erdoğan ve ortakları.
Bu akıl yürütme bence bir yerde artık yürümüyor. Şu hâliyle bakıldığı zaman yürümüyor. Bunun olabilmesi için zamâna da bırakabilirsiniz; ama bıraktığınız zaman içerisinde sizin bir şeyler söyleyebilmeniz lâzım. Aksi takdirde, zamâna bıraktığınız vakit, insanları bir anlamda kaderciliğe de terk etmiş oluyorsunuz ve sonunda şöyle bir duygu oluyor: Bugün, Ünsal Ünlü’nün yayınının başlığı ne diyor? “Erdoğan artık yemez ama evetçilere” güveniyor. “Yemez ama evet”le, “yetmez ama evet”e gönderme yapıyor tabii ki.
Yemez, yani karnı doymuyor; ama yine de, karnı doymasa bile başkalarının gelmesi hâlinde durumun daha kötü olabileceğini düşünen ya da en azından çok da fazla bir şey değişmeyeceğini düşünen insanlara güveniyor. En önemli nokta bence burası. Yani, insanlar şu anda bir sıkıntı yaşıyorlar, çok ciddî ekonomik sıkıntı yaşıyorlar, güzel. Bunun sorumlusunun iktidar olduğunu da biliyorlar, o da güzel. Ama yerine gelecek olanların bu sıkıntıları çözeceğini görmeleri gerekiyor, çözebileceğini görmeleri gerekiyor. Aksi takdirde kaderlerine râzı olup, “Ne yapalım? Bir zamanlar durum iyiydi, şimdi kötü, yarın tekrar düzelir herhalde” duygusuna kapılmalarını iktidar bütün imkânlarıyla pompalıyor; medyasıyla şusuyla busuyla ya da ekonomiden anlamayan ekonomi bakanlarıyla vs. ile sürekli bunu pompalayarak gidiyor.
Burada birilerinin kalkıp başka bir şeyleri gösterebilmesi gerekiyor. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Şu hâliyle ne oldu? 28 Şubat’ta Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem mutâbakatı açıklandı, ardından bu Pazar günü, yani ayın 27’sinde, 1 ay sonra DEVA Partisi’nin yine Bilkent Oteli’nde vereceği akşam yemeğinde altı lider yine bir araya gelecek, oradan sonra yine bir şeyler söyleyecekler vs. böyle gideceğiz.
Türkiye’deki derinleşen sorunlar açıkçası muhâlefetin bu kadar ağır aksak yürümesine, acele etmemesine pek kolay tahammül edebilecek gibi gelmiyor bana. Şu hâliyle baktığımız zaman, Erdoğan’ın aleyhine işlemesini beklediğimiz zamânın şu hâliyle muhâlefetin aleyhine işlemeye başladığını düşünüyorum. Benim gibi, iyimserlikle damgalanmış birisinden bu sözleri duyuyorsunuz. Bu bende bir şey değiştiğinden değil, öyle tahmin ediyorum, öyle düşünüyorum; gidişat, benim gibi insanları bile artık “Ne oluyoruz? Ne kadar da eminler her şeyin çantada keklik olduğuna” sorusunu sormayı mümkün kılıyor. Şu hâliyle baktığımız zaman mesele artık, “Muhâlefetin adayı kim olacak? Muhâlefet kaç partili olacak? Birlikte mi girecekler? Birlikte girmeyecekler mi? Ekibi kim olacak?” vs. Bütün bu sorular ortada dolaşırken, en önemlisinden şöyle bir soru var açıkçası: “Muhâlefet nerede ne yapıyor?” sorusuyla Türkiye karşı karşıya ve bu sorunun ortada olmasından dolayı, Erdoğan ve destekçileri şu hâliyle bakıldığı zaman bu ortamdan kârlı çıkıyorlar — benim gördüğüm o.
Kamuoyu araştırmaları MHP’nin oylarının bayağı bir azaldığını söylüyor; fakat Erdoğan’ın oylarının sâbit kalması ya da çok fazla inmemesi durumunda muhâlefetin işinin hayli zor olabileceğini ve Erdoğan’ın da hep son anda birtakım manevralarla, belki de dış destekle kendisini birazcık olsun ayakta tutabileceğini öngörebilmek lâzım. Sonuçta zamânın kimin lehine, kimin aleyhine işlediği konusunun cevâbının en azından o kadar kolay olmadığını, an îtibâriyle sanki Erdoğan’ın bundan daha fazla istifâde ediyor olduğunu düşünüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.