Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (91): Ertuğrul Özkök olmamak

Ruşen Çakır, Gomaşinen‘in bu bölümünde Ertuğrul Özkök’ü anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Bir film var, izlemedim ama adını çok seviyorum: “Being John Malkovich” (John Malkoviç olmak). “Gomaşinen”in 91. Bölümünde, yani bu bölümde başlığı düşünürken, aklıma ilk olarak “Ertuğrul Özkök olmak” geldi. Ama sonra dedim ki: “Ya ben başkasını değil; kendimi anlatmak istiyorum” ve daha önemlisi, Ertuğrul Özkök olmak isteyen birisi değilim. Tam tersine gazetecilik serüvenimin belki bir özeti, onun gibi olmamaktır.

Şimdi neden Ertuğrul Özkök? Bir kere çok sembolik. Medya, gazetecilik, basın anlamında; bütün bu yaşadığım süre içerisinde olmamayı düşündüğüm şeylerin birçoğunu, eleştirdiğim şeylerin birçoğunu o ve benzeri kişiler seslendirdiler, sâhip çıktılar ve bunu, doğru olan buymuş gibi anlattılar. Sonunda hepimiz ayrı ayrı yerlere savrulduk. Ertuğrul Özkök unutulmaya yüz tuttu. 20 yıl Hürriyet’i yönettikten sonra yazar oldu — 2009 yılında yanılmıyorsam. En sonunda da ayrıldı ya da attılar, artık bilmiyorum detayını. Şimdi kendi başına bir şeyler yapmaya çalışıyor ve İmamoğlu’nun Doğu Karadeniz gezisinde otobüste yanında oturan kişiydi. O olay sâyesinde, yükselişte olan bir İmamoğlu, artık düşeceği yer kalmamış olan Ertuğrul Özkök’ü yanına oturtarak bir anlamda onu kuyudan çıkarttı ve benim de bir “Gomaşinen” yayınında ondan bahsetmeme veyahut da başlığa adını çıkarmama vesîle oldu.

İlginç bir öyküsü var Ertuğrul Özkök’ün. Türkiye’nin iletişim alanındaki ilk akademisyenlerinden. Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapıyor. Benim gibi Fransız kültürünün içerisinden gelmiş, Fransızcayı bilen birisi ve ne derece sol, çok emin değilim; ama ortanın solundan, merkez soldan hallice bir soldayken, daha sonra Hürriyet gazetesinde çalışmaya başlayıp, kısa süre içerisinde genel yayın yönetmeni oluyor ve Türkiye’de medyanın çok ciddî bir şekilde –ki o zaman medya denmiyordu–, basının siyâset üzerinde çok ciddî bir güç olduğu, bir başka güç olduğu, kimi zaman iktidarlara yön verdiği, hükûmetler kurup hükûmetler bozduğu dönemin en önde gelen gazetesinin genel yayın yönetmeniydi. Dolayısıyla Türkiye’de oligarşinin çok önemli bir parçasıydı. Onun değişik zamanlarda aldığı değişik pozisyonları geçtiğimiz günlerde Umur Talu, bu İmamoğlu olayından hareketle Gazete Duvar’daki bir yazısında anlattı: Nasıl ilk başta Tansu Çiller’e destek verdiğini, daha sonra Mesut Yılmaz, daha sonra Kemal Derviş vs. vs. gidiyor bunun öyküsü. Uzun bir süre İslâmcılar’ın, Refah Partisi’nin, Fazilet Partisi’nin ve ilk kurulduğunda AKP’nin iktidâra gelmesini engellemek için elinden geleni yapan; ama daha sonra da o iktidarla hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eden; ama artık belli bir fonksiyonu kalmadığı için de sistem dışına itilmiş birisi. 

Daha önceki “Gomaşinen”lerde anlattım ayrı ayrı. Kendisiyle iki önemli karşılaşmam vardır. Birisi, kendisiyle ilk tanıştığım olaydır — 90’lı yılların başıydı yanılmıyorsam. Benim Âyet ve
Slogan
çıkmıştı ve Hürriyet gazetesi daha taşınmamıştı, yani Cağaloğlu’ndaydı ya da Âyet ve Slogan çıkmamıştı, hemen çıkmasının öncesindeydi. Fethullah Gülen, sistemin istenmeyen adamıydı. Herkes bir Fethullah Gülen avcılığı içerisindeydi. Tanıdığım birisinden Fethullah Gülen’le ilgili yazı dizisi yapmasını istiyorlar. O beni öneriyor. Hürriyet gazetesinin Cağaloğlu’nda caddeye bakan büyük bir odasında, Ertuğrul Özkök ve yanında yazıişlerinden birtakım isimler, benden bir yazı dizisi istediler. Ondan sonra, “Şöyle yap, böyle yap” vs. filan diye yönlendirmeye çalıştılar. En sonunda iş şuraya kadar geldi: “Sen yaz getir, biz hallederiz” dediler ve ben çıktım. Bir daha da uğramadım. Yapmadım. Benden, Fethullah Gülen’e saldıran bir yazı dizisi yapmamı istiyorlardı; ama çok garip bir üslûpları vardı. Ben de yapmadım, rahatsız oldum, gururuma yediremedim. Daha sonra ne oldu? Fethullah Gülen’in, kamuoyunun karşısına çıktıktan sonra ilk röportaj verdiği kişi, Sabah gazetesinde Nuriye Akman’dı. Bu arada onunla aynı târihte, Hürriyet gazetesinde imzâlı bir röportaj da çıktı. Sonradan öğrendik ki o röportajı bizzat Ertuğrul Özkök yapmış. Bu iki röportaj da Fethullah Gülen’i parlatma röportajıydı. Yani önce saldırı, sonra parlatma — böyle bir şey.

Daha sonra, birkaç yıl sonra, ben Milliyet gazetesinde çalışırken –birkaç yıl sonra dediğim; 2000’e doğru olsa gerek– bir şekilde ayrılmak istedim ve iş aradım. İki ayrı yere gittim; birisi Sabah, birisi Hürriyet. Sabah’ta Zafer Mutlu’yla, Hürriyet’te Ertuğrul Özkök’le iş görüşmesi yaptım. İkisi de beni istemediler. Yıllar sonra Vatan gazetesinde Zafer Mutlu’yla çalıştık; ama Ertuğrul Özkök’le hiç çalışmadım. Fakat şu oldu: Aynı binâda, aynı grup içerisinde ben CNN Türk’te çalışırken meselâ, o Hürriyet’teydi; ama hiç onun yönetiminde çalışmadım. Daha sonra NTV’de Mirgün’le “Yazı İşleri”ni yaparken, birkaç kez kendisini konuk etmişliğimiz var. Birbirimizi tanıyoruz; ama özel bir yakınlığımız yok.

Neden “Ertuğrul Özkök olmamak”? Çünkü, şimdi genç kuşaklar o dönemleri bilmiyorlar. Şu anda Türkiye’de tamâmen iktidârın denetiminde olan bir medya var ve çok kötü bir durum. Gazeteler, tek bir kişi okusun diye; televizyonlar, tek bir kişi izlesin diye çıkıyor. Radyolar da tek bir kişi dinlesin diye yayın yapıyor. O kişi de Recep Tayyip Erdoğan — o ne derse o oluyor. Yani “Okuyucu ne der? İzleyici ne der? Dinleyici ne der?” derdi yok. Çünkü gelirler doğrudan devletten geliyor — doğrudan ya da dolaylı olarak. Nasıl oluyor? Kimi zaman kamu bankalarının reklamları, kimi zaman iktidârın yönlendirmesiyle özel sektör reklamları, tabii ki Basın İlan Kurumu reklamları, bâzı durumlarda örtülü ödenek vs. derken, bugün Türkiye’de büyük medyanın ezici bir çoğunluğu zarar ediyor ve devlet tarafından sübvanse ediliyor. Demirören Grubu’nun örneği meselâ başlı başına bir olay. Hürriyet gazetesini, bütün grubu, Ziraat Bankası’ndan krediyle alıyorlar; ödedikleri de yok. Ziraat Bankası’ndan alınan kredi ne demek? Bizim paralarımız demek. Aynı zamanda onu aldığı için de Millî Piyango özelleştirmesinde Demirören âilesine kıyak yapılıyor, onlara veriliyor vs.. Böyle bir al-ver ilişkisi içerisinde gidiyor. Ama bir zamanlar biraz daha farklıydı, hattâ tersiydi. Türkiye’de 80’li yıllar, 90’lı yıllar, özellikle büyük medyanın siyâseti belirlediği yıllardı. Hedefine aldıkları bir siyâsetçinin ömrü çok uzun olmayabiliyordu. Parlattıkları siyâsetçinin de önü açık olabiliyordu ve gerek gazeteciler, tabii gazete yöneticileri, ama esas olarak da onların patronları çok ciddî bir şekilde Türkiye’nin önemli bir gücüydüler. Güç ve çok büyük paralar kazandılar — reklam gelirleri, başka gelirler. Bunların üzerinden, medya kuruluşları üzerinden birtakım özel sektör yatırımlarına gittiler. Özelleştirmede kurum satın aldılar. Bankalar aldılar, batık bankaları aldılar, şunları yaptılar, bunları yaptılar ve kimi zaman kara, kimi zaman gerçek paranın yoğun bir şekilde aktığı, çok büyük paraların döndüğü, çok büyük haksız kazançların elde edildiği ve siyâsetin şekillendirildiği bir dönemdi. Tabii bunu söylerken, sıradan muhâbiri, editörü katmıyorum. Birkaç köşe yazarı –her gazetenin değil–, birkaç üst düzey yöneticisi ve tabii ki patronları, Türkiye’nin yönetiminde pay sâhibiydiler ve Erdoğan ve arkadaşları da bunlara rağmen adım adım iktidâra geldiler. Bunlarla mücâdele ederek ve bir kan dâvâsıyla geldiler ve daha sonra da bunların büyük bir kısmını ya kendilerine mahkûm ettiler, ya işlerinden ettiler, mallarına el koydular. Meselâ Aydın Doğan medyada kalmadı. Birçok genel yayın yönetmeni vs. kademeli bir şekilde tasfiye edildi. Bâzıları, resmen kapıkulu olarak devşirildiler — isimlerini söylemeyelim; ama genel yayın yönetmeni olanlar var, köşe yazarları var. Onların hepsinin 28 Şubat dönemindeki performansları gözümün önüne geliyor. Erdoğan, Erbakan ve diğerlerine karşı ellerinden geleni yaptıklarını ve devletteki birtakım odaklarla birlikte hareket ettiklerini çok iyi hatırlıyoruz. İşte burada, bu dönemin en sembol isimlerinden birisi Ertuğrul Özkök’tü. Bir yanda, çıkarttığı gazete ya da grubun yayın politikasıyla, aynı zamanda kendi yazdığı yazılarla — yani bir tarafta bir siyâset dizayn ederken, bir tarafta da insanların özel hayatlarıyla ilgili, özel hayatlarını dizayn etmeye yönelik, bir tür burjuva yaşamının promosyonunun yapıldığı yazılarla böyle acayip bir olayı sundu ve gazeteci deyince akıllara o geldi.

İşte bir kuşak gazeteci, benim gibi 80 ortasında gazeteciliğe başlayan çok arkadaşım, bunları birer kötü örnek olarak gördük. Mücâdele ederek var olmaya çalıştık. Tabii gücümüz yetmedi. Birçoğumuz bu işi yarıda bıraktı, çekip gitti. Halkla ilişkiler sektörüne giden oldu, bir tatil kasabasına yerleşen oldu, yurtdışına giden oldu. Az sayıda arkadaşımız, meslektaşım, hâlen bir yerlerde gazetecilik yapmaya çalışıyor. Bunu yaparken sanılıyor ki bu süreçlerde önümüzdeki en önemli engel siyâsî iktidardı; ama değil. Siyâsî iktidarlar, tabii ki değişen iktidarlar hep bir yerlerde birtakım sorunlar çıkarttılar; ama esas olarak içeriden gelen bir şey vardı. Bunlar da işte başını Ertuğrul Özkök gibilerin çektiği, bir tür duruştu. Bugün öyle bir şey kalmadı — ilginçtir. Bugün hiçbir gazetenin, hiçbir televizyonun genel yayın yönetmeninin hiçbir anlamı yok. Hattâ hiçbirinin patronunun da anlamı yok. Hangi gazete kimindir, bilmek bile mümkün değil. Bilsek bile, isimler görüyoruz ama hiç inanmıyoruz. “Ya, bunlar değildir, herhalde başkalarıdır” diyoruz. Genel yayın yönetmenlerinin birisi gidiyor diğeri geliyor vs.. Köşe yazarlarının fonksiyonları kalmadı. Böyle bir ortamda, yani bir ifrat ve tefrit olayını yaşıyoruz ve Türkiye’nin bir dönem güçlü olan medyasının artık bir gücü yok. Artık olayı taşıyan büyük ölçüde sosyal medya. Erdoğan, medyanın büyük bir kısmını tahakküm altına almış durumda; ama bu medyadan kendisine çok da fazla hayır gelmiyor. Böyle ilginç bir durumla karşı karşıyayız. İşte bu dönemlerin, benim tanık olduğum, Türkiye’de basının yükselir gibi olup sonra dibe vurduğu dönemin en önemli aktörlerinden birisi Ertuğrul Özkök’tü. Başkaları da var — isimlerini zikretmeye gerek yok. Onun da ismini son Karadeniz gezisinde olmasaydı, herhalde zikretme ihtiyâcını hissetmezdim. Ama onlar bir kötü örnek olarak târihe geçtiler; bizler de elimizdeki imkânlarla olabildiğince bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Az sayıda insan, bir şeyler yapmaya, en azından –bu biraz klasik kaçabilir ama– çocuklarımıza, torunlarımıza iyi bir isim bırakmaya çalışıyoruz. Bunca gazetecilik hayâtımda neyi başardım, neyi başaramadım bilmiyorum; ama olmamak istediğim bir şeyi olmamayı başardım. Ondan yana mutluyum, içim ferah ve açıkçası bugün bakıldığı zaman, karşılaştırıldığı zaman, bir zamanların o güçlü isimlerinin yanında, mütevâzı bir şekilde hareket edip, ama gazetecilikten sapmadan yola devam ederek onlardan daha etkili ve güçlü, insan içerisine çıkabilecek, insan içerisine çıkarken yüzü olabilecek bir konumda olduğumuzu ve olduğumu düşünüyorum. Bu da bana yetiyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.