Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (93): Türkiye kazan ben kepçe

Ruşen Çakır, Gomaşinen‘in bu bölümünde gazetecilik yaşamında gezdiği şehirleri anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 93. bölümünde Türkiye’den bahsetmek istiyorum, Türkiye coğrafyasından. Türkiye’de görmediğim il kalmadı galiba. 60 yıllık ömrümde galiba bütün şehirleri gördüm. Bâzı şehirlerden aklımda pek bir şey yok; ama hepsini gördüğümü düşünüyorum. Biraz bunların üzerinden geçmek istiyorum. Hangi şehir bende nasıl izler bıraktı?

Tabii ki ilk olarak kendi memleketim: Hopa. Hopa Artvin’e bağlı biliyorsunuz. 3-4 yaşına kadar orada yaşayıp sonra İstanbul’a geldik ailecek. Daha sonra Hopa’ya çocukken çok gittim. Annem de Şavşatlı. Hopa’dan Şavşat’a göçmüş bir âilenin kızıydı annem. Şavşat’ta da dayımlar vardı; artık hiç kalmadılar ama, hem Hopa’ya hem de Şavşat’a çok gittim. Bunları da genellikle otobüsle yapıyorduk. Bir kere gemiyle gittiğimi hatırlıyorum. Onun dışında gemiyle Trabzon’a kadar gidip ondan sonra devam ediliyordu. Otobüs bayağı bir sürüyordu. Hattâ insanlar eğlensinler diye yarışmalar falan düzenleniyordu. 24 saati aşkın sürüyordu. Ankara’ya inilip, Ankara’dan Samsun’a çıkılıp öyle gidiliyordu. Bayağı meşakkatli yolculuklardı; ama çok gittiğimi hatırlıyorum. Daha sonra, gazeteci olduktan sonra buraya –yani “memlekete” diyeyim– çok gittim ve bâzılarında da birkaç kez –yanılmıyorsam altı kez– arabayla gittik. Bir iki kere Manuel’le gittik. Sâhil boyunca gidip, hattâ aşağı Kars’a da inip, sonra aynı şekilde geri döndüğümüz oldu. Artvin’de Kafkasör Şenlikleri’ne denk getiriyorduk. Artvin’de yaylaya çıkıyorduk ve Manuel (Çıtak) fotoğrafçı olduğu için, o fotoğraflar da çekiyordu, sonra dönüyorduk. Hattâ bir keresinde, dönüşte otostopçu bir Amerikalı çifti almıştık. Onları İstanbul’a kadar getirdik. Hattâ bir müddet bizim evde misâfir olarak bile kaldılar. Aynı yolu, Yunanistan’dan gelen bir grup arkadaşla berâber iki araba hâlinde de yaptık. S bir grup hil yolundan gittik, sonra Kars’a indik, Ardahan ve Güneydoğu’ya, Diyarbakır’a kadar indik. Hattâ biz Diyarbakır’dayken, o meşhur ilk Kürt göçünün haberleri geldi. Ama çok tâkip edemedik. Oradan döndük. Yani bu Karadeniz’in hepsini, bütün illerini ayrı ayrı görmüşümdür. Fakat Zonguldak’ın bende ayrı bir yeri var. Çünkü Zonguldak teyzemin ve eniştemin –maden mühendisiydi, Fener Mahallesi’nde yaşarlardı– evleri vardı. Çocukken çok gittim Zonguldak’a, orada çok kaldım. 15 günlük tatilde kaldığım oldu. Yaz tatillerinde gittiğim oldu. Hattâ bir keresinde Galatasaray Lisesi’nde okurken –orta iki, yani biz “yedi” deriz–, 7. sınıftaydık yanılmıyorsam; okulda bir ruh çağırma furyası vardı. Ben de kendimce medyum olmuştum. Zonguldak’a bir gittiğimde, 15 günlük tatilde Fener Mahallesi’nde teyzemin bütün komşularının vs. bütün ölmüşlerini teker teker o masaya çağırdık. Geldiler sanıyorduk; ama herhalde gelmiyorlardı. Zâten bir süre sonra o şeyi de bıraktım. Onu da söyleyeyim. Ama Zonguldak’ı ayrı bir severim. Hep çocukluğumun çok güzel anları… Teyzemin oğullarıyla berâber balık tutmaya giderdik. Onların sandalı vardı filan.

Evet, Karadeniz’de Trabzon’a, Rize’ye çok gittim; gazeteci olarak da çok gittim. Bir keresinde HDP heyetine saldırı olmuştu Karadeniz’de. Onun üzerine gitmiştim, röportajlar yapmıştım. Birçok kez, özellikle Trabzon’da hem Erdoğan’ı, hem Bahçeli’yi, hem Kılıçdaroğlu’nu, hattâ bir kere Muharrem İnce’yi de cumhurbaşkanı adayıyken izleme imkânım oldu. Mitinglerin hemen hemen hepsi aynı yerde yapılıyordu. Ordu’da, Giresun’da, Samsun’da partilerin siyâsî faaliyetlerini çok izledim. Milliyet’te çalışırken bir yerel seçim öncesi, Milliyet’in il il seçimler çalışması kapsamında gitmiştim Amasya ve Tokat’a. Hattâ bir Ramazan vaktiydi diye hatırlıyorum, yıllar önce. Yemek yiyecek yer bulmakta zorlanmıştım. Tokat’taydı yanılmıyorsam o olay; ama sonuçta da camı gazete kâğıtlarıyla kapatılmış bir lokantada öğle yemeği yeme şansı bulmuştum. Sinop’u ayrı severim. Sinop çok güzel bir şehirdir. Çorum’a –Çorum da Karadeniz’de sayılıyor– bir kere, Alevîlik dizisi yaptığım zaman –yine Milliyet’te–, o zaman gittim. Başka zamanlarda da gittim; ama orada Alevîlikten Şiiliğe geçen bir grup vardı, Câferîliğe geçen, onlarla röportaj yapmıştım. Onu özel olarak bilirim. Artvin il merkezi, gidenler bilir, çok değişik bir yerdir. Bir tepede, dağda kurulmuş bir şehirdir. Çok acayip bir yerdir. Yani aşağıdan bakarsınız, Hopa’dan arabayla gelirsiniz, Artvin’e sapmak için şehir yukarıdadır. Çok güzel bir şehirdir, coğrafî konumu îtibâriyle çok güzel bir şehirdir. Tabii Hopa, Kemalpaşa, Arhavi ya da Rize’nin ilçeleri, meselâ Pazar çok güzeldir, Ardeşen çok güzeldir. Bunlara kıyasla, tabii ki öyle bir deniz ve doğanın bu kadar iç içe geçtiği yerlerin yanında, Artvin’in tabii ki bir şeyi var; ama coğrafya olarak il merkezi çok hoş bir yerdedir. Tabii Şavşat ayrı güzeldir, onu özellikle söyleyeyim. Bir Fransız arkadaşımla gitmiştik, evet, bir yolu da Olivier Abel ile yapmıştık. Onun arabasıyla Şavşat’a kadar gitmiştik. Olivier dağcıdır; aynı zamanda felsefeci, ama aynı zamânda dağcı. Çok etkilenmişti, İsviçre’ye benzetmişti. Hâlâ zâten Şavşat’ın fotoğraflarını görenler hep aynı şeyi söylerler. Biz oraya gittiğimizde, Şavşat’ta gece bir dükkânda oturuyorduk, hava soğuktu, herhalde Şubat tatiliydi, öyle bir şeydi. Ben Ağustos’ta içeriden çıkmıştım. Olivier, bizim Galatasaray Lisesi’nde hocaydı. Herhalde 1983 Şubat olsa gerek ve polisler geldi. Böyle bir şeyler sordular ettiler. Biz de bunun üzerine kalmadan, hemen oradan devam ettik, ne olur ne olmaz diye. Çünkü ben cezaevinden yeni çıkmıştım. O zaman bilgisayar falan o tür şeyler çok hızlı değildi; ama yine de, “Bir yabancı bir de terör suçlusu aynı anda ne arıyor burada?” denerek bir şekilde sorun çıkmasın diye — ki Şavşat da zâten devrimci hareketin çok güçlü olduğu, cezâevine bizim gibi çok sayıda insanın yollandığı bir yerdi.

Bakıyorum: Trakya. Görmediğim yer tabii ki yok, hepsini gördüm, defâlarca gördüm; ama en ilginci, Fazilet Partisi kurulduğu zaman, Recâi Kutan’ın genel başkan iken yaptığı Trakya gezisiydi. İl binâlarının açılışını yapıyordu. Gazeteci olarak herhalde İstanbul’dan bir ben izliyordum. Orada çok güçlü değillerdi. Çok daha mütevâzıydı yaptıkları; ama çok ilginç bir deneyim olmuştu benim için. Çünkü öyle yerlerde, güçlü olmadığı yerlerde Millî Ggörüşçü olanlar, harbî Millî Görüşçü oluyor. Orada çok sayıda ilginç insanla tanıştığımı hatırlıyorum. Ama tabii ki en önemlisi Recâi Bey’di. Tanıyorum, o da beni çok severdi. Hâlâ şu anda hayatta, ama sağlık durumu çok parlak değil galiba duyduğum kadarıyla. Çok yaşlandı. Çok hoş sohbet etme imkânımız olmuştu Recâi Bey’le Trakya’da. Çanakkale’ye, özellikle Çanakkale’nin bâzı ilçelerine turistik amaçla gittiğim de çok oldu.

Anadolu’ya bakıyorum. İç Anadolu’da görmediğim yer yok. Meselâ yine cezâevinden çıktıktan sonra, çok sayıda arkadaşım turizm sektöründeydi Kapadokya’da, onları görmeye, bayağı bir kafa dinlemeye de gittim. Sonradan il olan Aksaray’ı, Ihlara Vadisi’ni vs. çok gördüm. Ama buralara –Ankara’yı tabii ki saymıyorum–, bu şehirlere gazeteci olarak çok gittim. Özellikle Sivas ve Kayseri — özellikle Kayseri’yi çok gördüm. Belli bir âna kadar Kayseri’de izlemediğim seçim neredeyse olmadı — 1991 seçimlerinden başlayarak. Bunların çoğunu da “Gomaşinen”de anlattım. Kayseri’yi bayağı bir gördüm. Hattâ bir kere NTV‘de, NTV seçim otobüsü –otobüs değil de taksisi gibi bir şey yapmıştı–, ben onu Kayseri’de NTV adına yapmıştım. Hiç unutmuyorum; konuştuğum birisi CHP’liydi ve Kayseri’de Refah Partisi’ne filan bayağı da saydırıyordu. O yayınlandıktan sonra Refahçılar beni aradı: “Ya, onu nereden buldun?” filan. Tesâdüfen buldum, yani sokak röportajı. Çünkü Kayseri’de o tür insanların sayısı çok azdı, takdir edersiniz. Bugün durum nedir? Yine büyük ölçüde sağın bir yeri. Daha önce anlattığım gibi; Abdullah Gül’ün ilk adaylığında da oradaydım. Birçok kez gittim. Sivas’a yine çok gittim. Muhsin Yazıcıoğlu’nun seçim kampanyasını da izlemiştim 1991’de. Bir de en önemlisi, en acısı tabii; katliamın ardından Milliyet gazetesi adına gidip, Sivas’ta katliamla ilgili bir yazı dizisi hazırlamıştım.

Doğu Anadolu. — Bunları çıkarttım, bakıyorum. İller hangisi? — Ardahan, Kars, bunların hepsini, Iğdır’ı değişik kereler gördüm. Genellikle Artvin’e gidip, işte, Hopa’ya gidip, Artvin, ondan sonra Şavşat, Şavşat’tan yaylanın oradan Ardahan’a inip, sonra Kars’a devam etmek. Buraların her biri ayrı güzel iller; Ardahan, Kars ayrı güzellikte. Van da Doğu Anadolu’da sayılıyor. İlginçtir, hâlâ tamamlayamadım. Hakkâri de Doğu Anadolu’dan sayılıyor. Hakkâri ayrı güzel. Çok gittim, siyâsî parti faaliyeti izlemek için de gittim; ama en önemlisi, o Irak’ta yaşanan Kürt göçlerini de tâkip ettiğim zaman gittim Hakkâri’ye. Hakkâri çok kendi hâlinde bir şehirdir; ama güzel bir şehirdir. Hep iyi şeyler hatırlıyorum. Van’ı da epey gördüm. Deprem sırasında, onu da anlatmıştım: En son deprem sırasında tesâdüfen Yüksekova’dayken deprem haberi geldi. Depremi de izledim. O acıya da bizzat tanık oldum. Van büyük bir şehir, öyle diyeyim, diğerlerine kıyasla. Burada Bitlis, çok görmedim, az gördüm; ama ben de hep çok güzel bir şehir izlenimi bıraktı, çok sevdim. Küçük bir şehir; ama çok sevdim. Gerek Şevket Kazan, gerek Necmettin Erbakan’la peş peşe buraların hepsini ayrı ayrı gördüm. Fakat Doğu Anadolu’da benim en favori iki şehrim. Muş’u gördüm. Bingöl, Bingöl’e birçok kez gittim. Tunceli meselâ, bunu anlatmadan duramayacağım: Milliyet görevlendirdi, Tunceli’de yine seçim tâkip ediyorum. Gittim. Polisler de beni tâkip ediyor, nereye gidersem filan. Ondan sonra dedim ki: “Ya, siz ne yapıyorsunuz?”, — “Sizi tâkip ediyoruz, yani başınıza bir şey gelmesin” filan. İyi… Onlardan ricâ ettim: Bana bütün partilileri, adayları onlar ayarladılar. Sırayla oradan oraya, oradan oraya gittik. Sonra bir otel vardı, otel bulmuştum. Çok da câzip bir yere benzemiyordu. Ondan sonra otele gittim, işlemi yaptırdım filan; ama işlerim de hızlı bir şekilde bitmişti. Sonra dedim ki: “Ya ben kalmayayım, buradan devam edeyim.” Gittim, polislere dedim ki: “Ben burada kalmasam, otobüs bulabilir miyim?” Çok sevindiler. “Tabii biz sizi terminale götürelim” filan dediler, Tunceli’deki otogara. Meğer onlara demişler ki: “O, şehri terk edene kadar siz onu kollayacaksınız ya da tâkip edeceksiniz” — her neyse. Yani ben eğer gece orada kalsaydım, onlar da herhalde nöbetleşe otelin önünde kalmak zorundaydılar. Çok sevindiler. Beni otogara bıraktılar. Galiba Elâzığ’a gidip, sonra bir uçakla dönmüştüm.

Burada, Doğu Anadolu’da en çok gördüğüm yerler Elâzığ ve Malatya. Elâzığ’ı zâten anlatmıştım. Hazırladığım bir yazı vardı; onu da anlattım: “Türk-Kürt Sınırında İslâmî Hayat”. Orada bayağı bir zaman geçirdim; ama onun dışında, gerek Refah Partisi heyetleriyle gerek başka vesîlelerle Elâzığ’a çok gittim. Özellikle İslâmî hareketin ve ülkücü hareketin yarıştığı bir şehir. Çok sert bir şehir. Ama çok ilginç zenginlikleri olan bir şehir. Bir de tabii onun rakibi olan Malatya var. Malatya’da da çok güçlü bir İslâmcı damar var. Hâlâ var mı çok emin değilim. Uzun zamandır gitmiyorum; ama Malatya’ya da gazeteci olarak çok gittim. Özellikle 28 Şubat sürecinde, yanılmıyorsam başörtüsü yasağı olduğu dönemde bir direniş vardı. Onu tâkip etmeye gitmiştik — CNN Türk adına gittiğimi hatırlıyorum. Orada birtakım meşhur, radikal İslâmcı olarak tanımlanabilecek insanlar vardı. Onların kitapçıları vardı. Onları ziyâret ettik. Birisinin dükkânı vardı, orada kendisiyle sohbet ederken insanlar geldiler ve bizim sohbetimizi çok sayıda insan aynı anda, hani televizyonda canlı yayın izler gibi izlemişlerdi. Elâzığ, Malatya benim gazetecilik hayâtımda; Sivas, Kayseri gibi, özellikle Kayseri gibi yeri olan şehirler. Ama tabii ki en çok Güneydoğu var. Güneydoğu’ya da Kilis’i, Antep’i katıyorlar. Oraları da gördüm tabii; ama benim için Güneydoğu tabii ki öncelikle: Diyarbakır, Mardin, Şırnak – ki Şırnak’ın il olmadan öncesini bilirim. Şanlıurfa’yı birçok ilçeleriyle biliyorum. Batman’ı, Siirt’i hepsini, Adıyaman’ı da… Yani şunu söyleyebilirim ki hayâtımın bir yılı diyelim, 365 günü herhalde bu bölgede geçmiştir. Belki de daha fazladır ve bunun da önemli bir kısmı Diyarbakır’da geçmiştir. Diyarbakır, benim tarzımdaki gazeteciler için çok önemli bir merkezdir. Yani bir yılda 10-15 kere gittiğim zamanlar oldu, belki de daha fazla. Bâzen gittiğimde uzun kaldığım oldu. Bâzen yazı dizisi için gidip, Diyarbakır’a inip oradan Mardin, Şırnak vs. dolaştığım oldu. Şanlıurfa’ya defâlarca gittim. Manuel’le yaptığımız yolculukların bâzılarında Şanlıurfa’ya da gittik. Çok güzel bir çarşısı vardı. Hâlâ var mı çok emin değilim. Büyük ölçüde şey oldu çünkü; Şanlıurfa’da çok garip ve çirkin bir şehirleşme yaşandığını görüyorum. O çarşıyla ilgili, meselâ ben Tempo dergisinde çalışırken, Manuel’in çektiği fotoğraflarla bir foto-röportaj yapmıştık Şanlıurfa’da. Buralaron hepsinde, otellerinde, Diyarbakır otellerinde vs. – ki turistik otel galiba yıkılıyormuş, onun haberini yapmıştık geçtiğimiz günlerde, ilk kaldığım oteldir — bunların hepsinde çok anım var. Çok yoğun, genellikle sert. Meselâ Diyarbakır’da IŞİD tarafından kana bulanan HDP mitinginde Diyarbakır’daydım. Ama şunu söyleyeyim: Bölgede en sevdiğim, en çok sevdiğim şehir –aslında sâdece bölgede değil, Türkiye’de herhalde– tereddütsüz: Mardin. Mardin apayrı bir yer. Çok güzel bir şehir. Her vesîleyle Mardin’e muhakkak, en azından bir öğle yemeği, akşam yemeği yemek için uğradım. Orada çok siyâsetçi dinledim. Erbakan’ı da dinledim, başkalarını da dinledim. Mardin apayrı bir şehir. Görmeyenlere muhakkak ne yapıp ne edip görmelerini öneririm.

Evet, Marmara. Marmara deyince zâten İstanbul var. Adapazarı, benim ortaokuldayken, hâlâ şu anda meselâ Medyascope’ta berâber çalıştığımız, Galatasaray’dan arkadaşım Ufuk, Adapazarlıdır, Namık’la berâber — trenle hafta sonu onlara gidip onlarda kalmışlığımız vardır. Adapazarı’nı o zamandan beri bilirim. Şimdi de bir ayağımız Sapanca’da ailecek. Oraya da sürekli bir yazlık gibi gidip, orada dinlenme imkânı bulabiliyoruz. Güzel yerler, çok hızlı değişen yerler. Kocaeli zâten… orada da çok miting izlediğimi hatırlıyorum.

Şimdi Ege’ye bakıyorum. Ege’de neler var? Uşak, Denizli, Muğla; bunların büyük bir çoğunluğunu turistik nedenlerle de gördüm, tatil yaptım. Bütün Ege sahillerini, bir seferde neredeyse tamâmını arabayla gezmişliğim de vardır. Daha çok tabii Bodrum’un Gümüşlük ve diğer yerleri; Aydın’da birtakım yerler. Marmaris, Datça buraların hepsini bir şekilde gördüm. Ama siyâsî olarak da İzmir’de, Manisa’da bulundum — meselâ İzmir’de bir stadyumda Erdoğan’ı izlediğimi hatırlıyorum, cumhurbaşkanlığı seçimiydi herhalde. Bir stadyumda yapmıştı, onu hatırlıyorum. Kütahya, Afyon — Afyon’da bir keresinde, daha gazeteciliğimin ilk zamanlarıydı, Nokta dergisinde “Sürgün” kapağı yapıyorduk. 12 Eylül’de hapse girenlerin daha sonra bir kısmı sürgün cezâsına çarptırılıyordu ve Afyon da en çok sürgün yollanan yerlerden birisiydi. Bana dediler ki: “Git, Afyon’da sürgünleri bul ve onlarla röportaj yap”. Nasıl yapacağımı da bilmiyorum. Atladım bir otobüse, gittim Afyon’a. Sokakta sürgün arıyorum, nasıl bulacaksam. Dedim ki: “Ya, kitapçı bulayım. Kitapçıya giderler herhalde bunlar.” Kitapçı bulamadım. Böyle şey hatırlıyorum, yani böyle kan ter içinde kaldım. Sokakta sürgün arıyorum. İnanmayacaksınız; ama hakîkaten öyleydi. Sonra çatkapı Emniyet’e gittim. Dedim ki orada: “Ben gazeteciyim vs..” Ama şunu söyleyeyim: O târihte Afyon gibi bir yerde, Emniyet Müdürlüğü’ne gidip “Ben gazeteciyim” diyebilmek benim için bir tür devrimdi. Çünkü yakın bir zamanda cezaevinden çıkmıştım –sanırım 3 yıl önce–; hâlâ polis, emniyet, benim için bir tabuydu. Ama baktım olacağı yok, çatkapı girdim. Sonra orada bir emniyet müdür yardımcısı beni çok iyi karşıladı. Dedi ki: “Bize sürgünler geliyor; ama biz onlara dilekçe yazdırıp yolluyoruz. Kalmak istemiyorlar. Bizim de canımıza minnet” filan. Ben önce sandım ki bu beni başından savıyor. Sonra bayağı defter çıkarttı, kocaman bir defter. Orada gösterdi filan. O zaman cep telefonu filan yok; bu dediğim herhalde 1985-86 yılıydı. Oradan, habere öyle bir boyut katarak döndüm. Ama bayağı bir uğraşmıştım. Onun dışında, Manisa’da meselâ Bülent Arınç mitingi izlediğimi hatırlıyorum. Benim için çok anlamı vardı. Çünkü orada Bülent Arınç Meclis Başkanı’ydı; ama miting sırasında yaptığı konuşmada başkanlığı bırakacağını îmâ etti. Ben sonra Ankara’dan gelen gazeteci arkadaşlarıma dedim ki: “Arınç bırakıyor anlaşılan”. “Yok canım, nereden çıkartıyorsun?” dediler. “İyi” dedim ben de. Sonra Arınç’ın oğluyla tanıştım — şimdi milletvekili olan, Mücahit. Ona dedim ki: “Baban galiba Meclis Başkanlığı’nı bırakıyor.” Önce şaşırdı, “Nereden çıkarttın?” dedi. “Konuşmasında şöyle bir şey söyledi” filan dedim. O da: “Ya, evet, hakîkaten bırakacak. Dün akşam evde de konuştuk” filan dedi. O da böyle bir hâtıra olarak aklımda.

Akdeniz. Isparta. Şimdi gündeme konser iptaliyle gelen Isparta’ya birkaç kez gittim. Bir keresinde kardeşim askerdi orada, onu ziyârete gitmiştim. Ama bir de CNN Türk’teyken “Türkiye’nin Nabzı” yapıyorduk ve orada, o târihte siyâsî parti liderlerinin memleketlerine gidiyorduk. Biz de Demirel’in memleketi diye Isparta’ya gittik. Orada bayağı bir halk röportajı yapmıştık Tamer’le berâber. Osmaniye’ye de aynı minvalde Bahçeli’nin memleketi diye gitmiştik. Daha sonra bir seçim kampanyası sırasında bir MHP mitingi izlemeye gittim Osmaniye’ye. Acayip kalabalık vardı. Yani öyle bir kalabalık vardı ki, sanki bütün Osmaniye oradaydı gibi. Ama sonra baktık ki Osmaniye’de AKP’yle MHP aynı oyu almış ya da AKP biraz fazla almış, öyle bir şeydi. Maraş’ı da gördüm. Yine Maraş’a da CNN Türk olarak gitmiştik; ama ben ayrıca da birkaç kez gittim. Akdeniz’de aklımda kalan en güzel yer: Hatay ya da Antakya, artık ne derseniz. Çok güzel bir şehir, yani hakîkaten çok güzel bir şehir. Herhalde Mardin’den sonra bende en çok iz bırakan yerlerden birisidir. Antalya, Mersin, Adana; buraları zâten herkes bir şekilde biliyor; ama bunların içerisinde Antalya zâten mâlûm, turizm anlamında da malûm; ama Mersin ayrı bir güzel, onu özellikle söylemek isterim. Burdur’da da bedelli askerlik yaptım. En azından oradan dolayı da Burdur’u biliyorum. Geride ne kaldı? İstanbul ve İzmir kaldı. İzmir, şöyle söyleyeyim; İzmir’e son dönemde İstanbul’dan giden çok insan olduğu söyleniyor. Hani İstanbul’da yaşamasaydım; herhalde İzmir’de yaşamak isterdim. Bu saydığım Mardin, Hatay vs.. buralar arada gitmek için filan güzel; ama yaşamak için herhalde Türkiye’de yaşanabilecek en iyi yerlerden birisi İzmir’dir. Bir müddet Ankara’da yaşadım, gazetecilik de yaptım Nokta dergisinde çalışırken. O târihlerde Ankara çok rahat bir şehirdi. Kadri de o sırada Ankara’daydı. Bayağı komşu sayılırdık, yakın otururduk. Ama yani bu saatten sonra İstanbul dışında bir yerde yaşayacak olsam, herhalde başkalarının da yaptığı gibi –çok tanıdığım da var öyle yapan– İzmir ayrı güzel, çok arkadaşım var orada. Ama tekrar söyleyeyim: Gördüğüm bütün iller içerisinde, insanın memleketinin yeri tabii ki ayrı. Şimdi daha yakına havaalanı da yaptılar; Pazar’a, Rize’nin Pazar ilçesine – ki oradan uçakla oraya gidip sonra Hopa’ya geçmek çok daha kolaylaştı ve ilk fırsatta ailecek gideceğiz inşallah. Ama yani dediğim gibi, bir Mardin, Hatay, Bitlis… aslında çok güzel bir ülkemiz var. Her birinin ayrı ayrı özellikleri olan illeri var. Karadeniz’in özelliği ayrı, Akdeniz’in, Ege’nin ayrı. Ama maalesef Türkiye, ülke olarak çok da iyi bir durumda değil. Umarım en kısa zamanda bu coğrafyalara yakışır bir yaşam standardına, Türkiye’de yaşayan tüm insanlar kavuşur. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.