Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın izleyicilerle ortak yayını | Erdoğan neden muhalefeti beklemeden adaylığını açıkladı?

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 9 Haziran’da İzmir’de 2023’teki seçimlerde Cumhur İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı olacağını açıkladı.

Millet İttifakı’nın adayını soran Erdoğan, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na “Şimdi buradan, milletvekili seçildiği İzmir’den aynı davetimi bir kez daha yapıyorum. Artık kaçak güreşmeyi bırak Bay Kemal. İpe un sermekten, lafla peynir gemisini yürütmeye çalışmaktan vazgeç. Adaylık meselesini daha fazla geçiştiremezsin. Yüreğin varsa, cesaretin varsa ya adaylığını açıkla ya da adayını açıkla” diye seslendi.

Ruşen Çakır, “Erdoğan neden muhalefeti beklemeden adaylığını açıkladı?” sorusuna Medyascope izleyicileriyle birlikte yanıt aradı.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Bugün kedi rozetim yok; Galatasaray Lisesi’nin pilavının rozeti var. Dün, salgın nedeniyle iki yıllık aradan sonra nihâyet mezunlar bir araya geldik — her yaştan mezun. Hasret giderdik. Türkiye’nin ve dünyanın dört bir tarafından arkadaşlarımızla buluştuk. Kimisinin ismini bile hatırlayamadık; ama güzeldi. Okulların böyle geleneklerinin olması da çok güzel. Tabii insan aradan ne kadar zaman geçtiğini de hatırlıyor. Zîra benim devremin Galatasaray Lisesi’ne adım atışının bu yıl 50. yılı, tam yarım yüzyıl olmuş. Hayâtımızı şekillendiren yer orası. Evet, liseme bir selâm sarkıtarak; okuyanlara, mezun olanlara, bitiremeden ayrılmak zorunda kalanlara, hepsine ve tabii ki Türkiye’nin diğer böyle köklü okullarının hepsine bir selâm yollayayım.

Bugün yine sizlerle bir yayın yapacağız. Sorularınızı, yorumlarınızı, benim ve Medyascope’un YouTube sayfasının chat bölümüne yazarsanız, esas olarak Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adaylığı açıklamasını ele almak istiyorum bugün. Bunun perşembe günü yaptı. Bu yayını o zaman yapmayı da düşündüm; ama şu ya da bu nedenle erteledim. Nasip bugüneymiş ve dün de Medyascope’ta haftalık yazılarımdan birisinde bu konuyu ele aldım. Aslında bugünkü yayın, bir anlamda dünkü yazının sizlerle berâber bir tartışması olacak diyeyim, geliştirilmesi olacak diyeyim. Zîra ben, Erdoğan’ın perşembe günkü adaylık ilânının Erdoğan için çok… –nasıl söyleyeyim?– bir zayıflık olduğu kanısındayım. Yazıda bunu anlatmaya çalıştım, birçok nedenle. Öncelikle şunu söyleyeyim: Erdoğan’ın aday olacağını hemen hemen herkes zâten biliyordu. Birtakım spekülasyonlar hep yapıldı, hâlâ yapmaya çalışanlar da var — hani “Kaybedeceğini anlarsa yerine başkasını gösterir mi?” vs. gibi. Hattâ genç dâmâdın adını zikredenler oldu ya da Hulusi Akar’ın adını zikredenler oldu. Ama büyük bir çoğunluk, Erdoğan’ın yeniden aday olacağında hemfikirdi. Fakat Erdoğan adaylığını açıklamayarak bir tür güç gösterisi yapıyordu bence. Çekindiğinden, bir şeyi beklediğinden değil; zâten herkesin bildiği bir şeyi îlân etmeyi geciktirebildiği kadar geciktirip, kontrolü elinde tutmak istiyordu. Ama sonunda dayanamadı, adaylığını açıkladı. Neden dayanamadı? İzmir’de yaptığı konuşmada bunu net bir şekilde görüyoruz. Kılıçdaroğlu ve diğer muhâlefet liderlerinin, “Sizin adayınız kim?” diye bastırmasına artık daha fazla tahammül edemedi. Bir diğer husus da tabii ki muhâlefetin adayını açıklamakta gecikiyor olması, sürekli erteliyor olması da Erdoğan’ı ciddî bir şekilde belli ki rahatsız ediyor. Erdoğan, muhâlefetin adayının açıklanması için kendi adaylığını açıklamak zorunda kaldı. Bu “zorunda kaldı”yı bir kez daha söyleyeyim. O kadar zorunda kaldı ki; adaylığını millete açıklamadı, Kılıçdaroğlu’na açıkladı. Normal şartlarda ikinci kez cumhurbaşkanlığına, halk oyuyla seçilecek cumhurbaşkanlığına aday olan Erdoğan’ın ne yapması lâzım? Gidip uygun bir ortamda –işte, bu İzmir de olabilir; ama çok daha farklı bir yerde–, hattâ belki de “Ulusa sesleniş” gibi bir videoyla, millete bakarak, onlara, “Evet, ben bir kez daha sizin cumhurbaşkanı adayınızım” demesi gerekirdi. Bunun yerine Erdoğan, İzmir’de, aceleye geldiği anlaşılan bir şekilde, “‘Bay Kemal” diyerek, Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef alarak, ona, “Evet, ben adayım. Hadi sen de açıkla bakalım” dedi, demek durumunda kaldı. Orada şöyle bir cümlesi de var: “Seçim meydanında karşımıza kimin çıkacağının bizim için bir ehemmiyeti yok. Çünkü biz karşımızdakine değil kendimize güvenerek bu mücâdeleye giriyoruz.” Bu, Erdoğan’a çok uygun bir cümle. Ama öncesinde ne diyor Kılıçdaroğlu’na: “Cesaretin varsa, sen de kendine güveniyorsan, yüreğin yetiyorsa, bugünden tezi yok ya adaylığını açıkla ya da adayını açıkla.” Mâdem kimin olduğunun önemi yoksa, ne bu ısrar? Erdoğan, bir an önce muhâlefetin adayını açıklamasını istiyor. Çünkü bu seçimde yapabileceği az sayıdaki şeyden birisi, muhâlefetin adayı her kimse ona yönelik bir yıpratma, îtibarsızlaştırma çalışması. Ama ortada aday belli olmadığı için, onu da bir türlü yapamıyor — onu özellikle vurgulamak lâzım. Bir diğer husus şu: Erdoğan-Kılıçdaroğlu ilişkisinde, kavgasında, çekişmesinde, rekabetinde –ne derseniz deyin– güç dengeleri sanki değişmiş gibi. Bunu özellikle o meşhur grup toplantısı, 10 soru yönelttiği toplantı ardından bayağı bir iddia etmiştim. Şimdi çok daha güçlü bir şekilde öyle düşünüyorum. Yukarıdan bakan, Kılıçdaroğlu’nu küçümseyen Erdoğan yerine, Kılıçdaroğlu’ndan çekinen diyelim, ona kızan, ona öfkelenen bir Erdoğan var. Bunu İzmir’de de gördük. Esas olarak daha sonra, İzmir konuşmasının bir tür sosyal medyaya düzenlenmiş hâlinde gördük. Meselâ İzmir konuşmasında “Bay Kemal” diye hitap etti. Yani ona yukarıdan baktı, küçümsedi, hattâ aşağıladı — ki bunu hep yapıyor. Ama tweet’lerinde, “Kılıçdaroğlu” dedi. Kılıçdaroğlu eşit bir dil, bir kızgınlık ifâde ediyor, bir öfke ifâde ediyor; ama hiç de o eski yukarıdan bakan, Kılıçdaroğlu’nu önemsiz gören Erdoğan’a uygun bir şey değil. Yani daha ilerideki bir aşamada olay, “Sayın Kılıçdaroğlu”na doğru bile evrilebilir. Tabii bu çok spekülatif, farkındayım.

Şimdi Benyamin diyor ki: “Erdoğan’ın sinirini bozuyorsa, muhâlefet doğru yolda.” Evet, bence de öyle. Ama burada önemli olan husus şu: Erdoğan’ın bu çıkışlarını, Erdoğan’ın gücü olarak görenler var. Hattâ güç gösterisi olarak görenler var. Ama demin Benyamin isimli izleyicimizin söylediği gibi, bana bunlar, Erdoğan’ın öfkesini, kızgınlığını gösteriyor gibi geliyor. Dolayısıyla kızgınlıkla söylenmiş sözler; Erdoğan’ın inisiyatifi kaybettiğini, kaybetmekte olduğunu, inisiyatifi muhâlefetin ve özellikle Kılıçdaroğlu’nun almakta olduğunu gösteriyor.

Doğan Özkan demiş ki: “Erdoğan’ın adaylığını açıklamak dışında bir seçeneği var mıydı?” Tabii ki yoktu, adaydı. Başta da söyledim. Ama bunu istediği zaman istediği şekilde söyleyebilirdi ve doğrudan halka, millete yönelik olarak söyleyebilirdi. Kılıçdaroğlu’nu muhâtap alarak, hattâ milleti bir kenara koyup doğrudan Kılıçdaroğlu’yla bir hesaplaşmanın ürünü olarak adaylık îlânının sorunlu olduğu kanısındayım.

Tuncay Kartal diyor ki: “Erken seçim gelmesi muhtemel mi ki Sayın Cumhurbaşkanı sürekli kalabalıklara hitap etmeye uğraşıyor.” Evet, bu konuda çok güçlü iddialar var, Kasım ayında olacağı yolunda. Muhâlefet büyük ölçüde buna inanıyor, benim bildiğim kadarıyla. Ama Erdoğan da sürekli yalanlıyor; “Haziran” diyor. Şöyle söyleyebiliriz: Son dönemdeki, son beş yıla filan baktığımız zaman, eğer Erdoğan bir şey için kesinlikle olmayacak diyorsa, olma ihtimâlinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir strateji izliyor. Ben seçimi çok daha öncesinden bekliyordum ve bu anlamda çuvalladım. O anlamda, söylerken biraz imtinâ ediyorum; ama Kasım’da seçim olması beni şaşırtmaz.

Elif Korhan diyor ki: “Bence adaylığını muhâlefete değil; kendi kitlesine açıkladı. Çünkü aday olmama ihtimâlinin çok konuşulması, kitlesinin, ‘galiba kaybediyor’ duygusuna kapılmasına sebep oldu. ‘Korkmayın, ben buradayım’ diyor.” Evet, Elif Hanım’ın söylediği bakış açısı önemli; ama ben buna katılmıyorum. O aday olmama ihtimâlinin çok konuşulduğunu sanmıyorum. Çok az konuşuldu, çok marjinal kaldı, birincisi. İkincisi: Erdoğan’ın kendi kitlesine yönelik konuşması tabii ki var; ama buradaki muhâtabın doğrudan Kılıçdaroğlu olmasının çok daha önemli olduğu kanısındayım.

Ertuğrul Varol: — Kabataş Erkek Lisesi 1990 mezunu. Çok gençmiş arkadaş. Kendini herhalde orta yaşta görüyordur ama. — “Kılıçdaroğlu’nun adaylık şansını nasıl görüyorsunuz?” Bence şu anda muhâlefetin en güçlü aday adayı o. Herhalde Kılıçdaroğlu’nun aday açıklanması durumunda şaşıracak pek kimse olmayacaktır. Ama herkes memnun mu olacak? O ayrı bir tartışma konusu. Ama şu âna kadar en çok konuşulan isim o. Bir de şunu özellikle vurgulamak lâzım: Kılıçdaroğlu, adaylığını dile getiren tek isim. Mansur Yavaş da Ekrem İmamoğlu da alenen “adayız” demediler; “aday değiliz” de demediler tabii. Orada tabii başka bir husus var. Dolayısıyla pekâlâ olur.

Şenol Doğan: “Kendisinin yeniden adaylığı ile ilgili anayasal sıkıntıların gündeme gelip, seçime kadar hızlıca çözüme kavuşturması için olabilir mi?” Bu anayasal sıkıntıların çok ciddî sıkıntılar olduğunu sanmıyorum. Çünkü Türkiye’de, Erdoğan’ın yeniden aday olması yasal açıdan mümkün değil gibi iddialar varken –ki bunlar haklı olabilir, ama Türkiye’de bağımsız yargı diye bir şey yok; Türkiye’de Yüksek Seçim Kurulu’nun nasıl bir kurul olduğunu son yerel seçimde gördük –, Erdoğan’ın çok ciddî bir şekilde böyle bir meselesinin olduğunu sanmıyorum. 

DNS kısaltmasıyla: “Erdoğan’ın esnaf ziyâreti yapmaya cesâreti var mı?” Evet, çok ilginç bir soru. Bunu geçen, “Sâhadan Akşener izlenimleri” yayınında da anlatmaya çalıştım. Bugün Akşener’in yaptığını –başka liderler de yapıyor, ama benim gördüğüm Akşener’di– zamânında Erdoğan yapardı. Çat kapı giderdi. Esnafa, hattâ meyhânelere giderdi. Hattâ Karaköy’de geneleve bile seçim kampanyasında gitmişliği vardır, oy istemek için. Ama Erdoğan artık yanındaki o koruma ordularıyla, halkla bu tür temasları, esnafla bu tür temasları kolay kolay yapamıyor. Yani esnafı ziyâret ettiğinde ona bir lâf ederler filan… bunun çok önemli olduğunu sanmıyorum; ama Erdoğan bu mesâfeyi kendisi tercih etti. Pekâlâ bütün koruma tedbirlerini de alıp, ama yine de halkla her zaman çok yakın temaslı olabilirdi. Belli bir târihten îtibâren, özellikle de başkanlık sistemine geçildikten sonra bunu özellikle yaptığını tahmin ediyorum. Önceden ayarlanmış birtakım olaylar olabilir; ama benim izlediğim, meselâ Meral Akşener’in Sakarya’da yaptığını ya da Davutoğlu’nun en son Malatya’da yaptığını ya da Babacan’ın Kuşadası’nda ve İzmir’de yaptığını yapabileceğini sanmıyorum.

Esra Duran: “Muhâlefetin adayını öğrenmek için adaylığını açıkladı; ama yine öğrenemeyecek. Bence sonraki kalan tek adım, erken seçim târihini açıklamak olacak.” Evet Esra Hanım, sizi Medyascope’a alalım. Gerçekten çok iyi bir akıl yürütme – ki kuvvetle de muhtemel olabilir. Şu hâliyle bakıldığı zamân tabii ki, “Açıkladım zâten seçim târihini: 2023 Haziran ortası” diyor. Ama gerçekten erken seçim yapma gibi bir durumu varsa, çok geçmeden bunu açıklayacak ve o zaman da muhâlefet, ertesi gün en azından –en son Meral Akşener öyle söyledi– adayını açıklayabilir.

John Oxford: — Ya bu isimleri nereden buluyorsunuz? Keşke ben de anonim birisi olabilseydim de kendime şöyle güzel bir isim seçseydim. Herhâlde “Corto Maltese” seçerdim. — “Bence Kılıçdaroğlu çok rahat kazanabilir. Ancak oluşturulan ‘kazanamaz’ algısını kırmak için özel bir kampanyaya ihtiyâcı var.” Olabilir. Bu, Kılıçdaroğlu kazanır mı kazanamaz mı meselesi artık bir tür millî spor hâline geldi. Bunun farkındayız. Herkes görüyor. Ama en son MetroPOLL anketinde de görüldüğü gibi, bütün adaylar Erdoğan’a karşı kazanabiliyor. Tabii kimileri çok açık arayla kazanıyor; kimileri daha az.

Eren Öztürk: “Üçüncü ittifak kurulabilir mi?” Burada kastettiği herhalde Gelecek, DEVA, Saadet gibi partilerin üçüncü ittifakı. Bilmiyorum, sanki olmayacak gibi. Altılı Masa böyle devam edecek gibi. Bu arada tabii herhalde izlemişsinizdir, “Güldür Güldür” gerçekten çok ilginçti. Pek izlediğim bir şey değil; ama dün evde ailecek izledik ve bayağı da güldük. Nelere güldüğümü söylemeyeyim. Sonra siyâsetçiler gönül koymasın, Altılı Masa’dakiler. Ama bayağı komikti, onu söyleyeyim. O masa süreceğe benziyor. Milletvekili seçimi için bir formül çıkar mı bilmiyorum; ama ortak bir cumhurbaşkanı adayıyla gidecekleri belli.

Muharrem Pala diyor ki: “Erdoğan, seçmenleri iknâ etmek ve kararsızları etkilemek için yeni politikalar önermek yerine, muhâlefet içindeki görüş ayrılıklarını büyüterek rakiplerini zayıflatmaya mı çalışıyor?” Tam da bu. Bunu zâten uzun bir süredir söylüyoruz. Artık bu neredeyse tüm yorumcuların ortak görüşü olmaya başladı. Bütün meselesi, kendisi bir şey söyleyemediği için karşı tarafı bozmak, dağıtmak, onların arasına şeyler sokmak, onların içerisinden birilerini kopartmaya çalışmak vs..

Doğan Özkan demiş ki: “Erdoğan bîçâre, artık güç atfetmeyin ona” demiş. Bunu ben bu kadar olmasa da büyük ölçüde uzun bir zamandır söylüyorum ve bana da çok kızıyorlar. Ama bence böyle. Erdoğan gücünü büyük ölçüde kaybetti, kaybetmeye de devam ediyor. Yani hep söylediğim şeyi tekrar söyleyeyim: Erdoğan en büyük gücünü, kendisini hâlâ güçlü gören bâzı muhâliflerden alıyor. Normal şartlarda kendisini yakından tanıyan taraftarları da ondaki güç kaybının farkındadırlar diye düşünüyorum.

Onur Sarıoğulları: “Siyâsal İslâm’ın Türkiye ve dünyada geleceği nasıl değişir? Avrupa’da benzeri hareketlerle Türkiye’deki siyâsal İslâm benzer bir hikâyede mi?” Bunu başlı başına bir yayın konusu yapabiliriz; ama şu anda tüm dünyada siyâsal İslâm çok ciddî bir krizde, her yerde krizde. Mısır’da meselâ, Sisi darbesinden sonra Müslüman Kardeşler –ya da diğer adıyla İhvan– o beklenen geri dönüşü yapamadılar ve büyük ölçüde darbe yediler. Tabii ki çok büyük baskı gördüler; ama bütün baskılara rağmen bir şeyler yapabilmesi bekleniyordu. Yapamadılar. Dünyanın dört bir tarafında, meselâ Suriye’de Esad rejimi devrilemedi gibi. Onun dışında da radikal İslâmcılık, cihadcılık o kadar ortalığı zehirledi ki, normal, kendi hâlinde ılımlı İslâmcılığın da eskisi kadar sesi çıkmaz oldu. Türkiye’de de zâten Erdoğan iktidârının belli bir aşamasından îtibâren, Erdoğan’ın yaşadığı kriz, siyâsal İslâmcılığın yaşamakta olduğu krizden ayrı değildi. Türkiye’dekini de iyice derinleştirdi diye düşünüyorum.

Nagehan Bilgin: “İktidâr cenahının hiçbir şekilde Mansur Yavaş’ı yıpratmamasını neye bağlıyorsunuz? Daha önce söylediğiniz gibi; kendisinden sonra Yavaş’ı mı istiyor, yoksa daha kolay yenebileceklerini mi düşünüyorlar?” Yenmeyi düşündüklerini sanmıyorum; ama tercih etse herhalde Erdoğan –sizin de söylediğiniz gibi Nagehan Hanım– daha önce söylediğimi tekrarlayacağım: Erdoğan herhalde diğer seçeneklere göre Mansur Yavaş’ın olmasını tercih edebilir. Herhalde tercihi odur. Ama Mansur Yavaş’ı kendisine rakip ister mi çok emin değilim. Aslında bu saatten sonra Erdoğan’ın rakibini belirleme imkânı da kalmadığını özellikle söyleyelim.

Ahmet Sezgin: “Erdoğan’ın anketleri yakından tâkip eden bir lider olduğunu vurguladığınızı hatırlıyorum.” Evet doğru. Daha Refah Partisi İstanbul İl Başkanlığı’ndan beri böyledir. “Sizce kendi kitlesine yönelik olarak – ki partisinin gençler arasında ilk tercih olduğunu iddia ediyor.” Bunu iddia etmesinin nedeni, ilk tercih olmadığını bilmesi diye düşünüyorum. İddia etmiyor, böyle söylüyor. Erdoğan’ın söylediği birçok şeyin doğru olmadığını biliyoruz. Örnekleri hepimiz biliyoruz. En son Twitter’da gördüm — kimde gördüm şimdi hatırlamıyorum, kusura bakmasın her kim ise: Eski bir konuşmasını paylaşmış ve şimdiki cârî açık rakamını paylaşmış. “Cârî fazla vereceğiz” demiş Erdoğan. Böyle çok örnek var. Hani başkanlık sistemiyle uçuyorduk vs.. Gençlerin ilk tercihi olduğunu sanmıyorum. En son gördüğümüz bir araştırmada –o da şaşırtıcıydı tabii ki– CHP gençlerde, ilk kez oy kullanacaklarda açık ara önde gözüküyordu. Yani bilemiyorum; ama birinci parti olacağını sanmıyorum. Hayatta sâdece AKP iktidârını görmüş olan gençlerden Erdoğan’a yönelik çok büyük bir ilgi olacağını, hele bugünün Türkiye’sinde… Diyelim ki on yıl önce belki, beş yıl önce yine belki. Ama bugünün Türkiye’sinde, bugünün şartlarında, bugünün hayat pahalılığında vs. hiç sanmıyorum.

Mustafa Bilal Tuna: “Sizce Cumhurbaşkanı Erdoğan’a danışmanları anketleri doğru bir şekilde aktarmaya cesâret ediyorlar mıdır? Yoksa anket sonuçlarını uygun şekilde revize edip mi aktarıyorlar?” Böyle revize etmeye filan cesâret edebileceklerini sanmıyorum. Dolayısıyla ne yapılıyorsa görüyordur diye düşünüyorum.

Mehmet Yürüker: “Erdoğan, İBB’yi iki kere kazanan İmamoğlu’ndan korkuyor mu?” Çekiniyor diyelim. İmamoğlu karşısına çıkarsa, kazanma ihtimâlinin iyice azalacağına herhalde emindir. Kişisel görüşüm bu.

Mahir Öztürkmen: “Erdoğan dış politika üzerinden başarı sağlayıp öyle seçime gidebilir. Muhâlefetin sorunlara yönelik çözüm söylememesi, vatandaş gibi iktidardan şikâyet etmesi muhâlefeti zayıf göstermiyor mu?” Evet, muhâlefeti zayıf gösteriyor; ama iktidar çok daha zayıf. Muhâlefetin en büyük avantajı, iktidârın çok zayıf ve kötü durumda olması. Dış politika üzerinden başarı sağlama şansı çok fazla kalmadı gibi. Önümüzde iki tâne olay var; bir, Yunanistan’la tırmandırılan gerginliğin nereye varacağı, bir de Suriye’ye yeni bir operasyon. Bütün bunları Erdoğan seçimi de düşünerek gündeme getirebilir; ama bunların da yeteceğini sanmıyorum. Evet, sanmıyorum dedim; ama şimdi birçok izleyici YouTube’da diyorlar ki: “Sanmıyorum, sanmıyorum…” Yani biz müneccim değiliz. Sonuçta yorum yapıyoruz. Erdoğan’ın bunları yapma ihtimâli çok yüksek. Her an Suriye’ye operasyon olabilir. Yunanistan’la olaylar çok daha tırmanabilir. Nereye doğru evrilir bilmiyorum; ama hiç temenni etmiyorum bir vatandaş olarak. Ama bütün bunlar da onun derdine derman olabilecek durumda değil.

Kıymet Şimşek diyor ki: “Kılıçdaroğlu’nun adaylığı en muhtemelse, Erdoğan bunun farkında değil mi? Yıpratsın yıpratacaksa. Daha fazla ne yapacak? Hapse mi atacak seçim öncesi? Böylelikle muhâlefet tarafını adaysız mı bırakacak?” Şunu söyleyeyim: Erdoğan sanki Kılıçdaroğlu’nun karşısında aday olmasından –dünkü yazımın başlığını gördüyseniz, onu da bir şekilde îmâ ettiğimi anlamışsınızdır– en çok çekiniyor. En kötü final senaryosu: Kılıçdaroğlu’na kaybetmek. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun adaylığını Erdoğan’ın çok fazla istediği kanısında değilim. Yani giderek bu düşüncem artıyor ve belki de bunu engellemek için, Kılıçdaroğlu’nu kendisine rakip istiyormuş gibi sunmanın işe yarayacağını düşünüyor olabilir. Çok karışık bir cümle olduğunun farkındayım. Yani şöyle söyleyeyim: Kılıçdaroğlu’na kaybetmesi Erdoğan için çok feci bir şey olur. Kılıçdaroğlu’nun aday olmamasını istiyor olabilir bu bağlamda. Onun aday olmamasını sağlamak için de onun aday olmasını çok istiyormuş gibi yapabilir. Çok şart cümleleri oldu; ama evet, böyle düşünüyorum.

“YSK’nın Erdoğan’ın yeniden seçilemeyeceği yönünde bir mağduriyet oluşturma ihtimâli olabilir mi?” Yok, sanmıyorum. Bu YSK üzerinden akıl yürütmeleri çok anlamlı bulmuyorum. 

Can Güray: “Sol partiler ittifakında son durum nedir?” HDP’nin liderliğinde sol partilerle –Türkiye İşçi Partisi’nin de olduğu, Emek Partisi de var, birtakım sol gruplar da var– bir ittifak olacak. Ama bu ittifak, milletvekili seçimi için olacak. Onun detaylarını henüz açıklamıyorlar. Ama bâzı partilerin, Sol Parti, TKP gibi partilerin yer almayacağı anlaşılıyor. Onun dışında seçim târihi belirlenince onlar da daha net bir şekilde ortaya çıkar.

Sezgin sormuş: “Her şeyden şikâyetçi; ama ‘Kılıçdaroğlu aday olursa oy vermem’ diyenlerin asıl niyetleri nedir?” Kılıçdaroğlu’nu istemiyorlardır. Yani niyetleri budur. Verirler mi verirler mi? Yani kendini muhâlefette görüp; ama Kılıçdaroğlu aday oldu diye sandığa gitmeyecek olan insanlar olabilir. Ama çok da fazla olacaklarını sanmıyorum açıkçası.

Sol ittifakla ilgili olarak Serap Ustaoğlu’nun bir sorusu var: “TİP’in Meclis için şansı nedir?” Bu da ittifak içerisinde nasıl bir düzenleme yapılacağına bağlı. HDP onlara bir kontenjan mı ayıracak? Yoksa kendileri HDP’yle ittifak hâlinde girip, ama kendi oylarıyla mı seçilecekler? Kendi oylarıyla seçilebilmeleri çok kolay gibi gözükmüyor; ne kadar ilgi odağı olsalar da son dönemde. Dolayısıyla kontenjan gösterilmesi hâlinde olabilir.

Çok sayıda soru ve yorum var. Cemal Ali Mete : “Ruşen abi, Galatasaray seçimlerinin sonucunu nasıl buldun?” demiş. Çok alâkasız ama. Yani gittik, oyumuzu kullandık, ama şunu söyledim: “Kim kazanırsa kazansın, kaybedecek”. Çünkü takımın hâli, kulübün hâli içler acısı. Gerçekten Dursun Özbek’e Allah kolaylık versin diyeceğim. Çünkü çok zor, hakîkaten çok çok zor. Dolayısıyla seçimin sonucunun bir yerden sonra çok fazla anlamı yok. Tabii çok kıl payı kazanılmış olmasının, önde Eşref Hamamcıoğlu’nun gidip, sonra Dursun Özbek’in olması. Geçen seçimde de Eşref Hamamcıoğlu öndeydi, Burak Elmas sonra geçmişti. O anlamıyla bizim kulüpte işler çok böyle kıl payı gidiyor gibi. O başlı başına ilginç. Tam aslında yorum yapılacak şey. Bütün bu seçimleri falan bırakıp, böyle futbol ve kulüp yorumu yapmak daha iyi olabilir. 

John Doe demiş ki: “Önceki seçimlerde genel söylem ‘AKP koltuğu bırakmaz’ idi. Günümüzde bu söylem, ‘AKP de CHP de aynı’ şeklinde evrildi. Bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?” Böyle bir şeye çok tanık olduğumu söyleyemem. Vardır böyle düşünenler; ama 20 yıllık AKP döneminin kapanmasını isteyen insanların, “Yerine ne gelecek? Nasıl bir şey olacak?”tan ziyâde, “hele şunlar bir gitsin, sonrasına bakarız” düşüncesinde olduklarını görüyorum ve son bâzı yayınlarımda bu konuda birtakım endîşelerimi dile getirdim. Bunu dile getirdiğim için de bâzı izleyiciler bana çok kötü fırça attılar; ama kusura bakmasınlar, öyle yani. Bu, “Erdoğan gitsin, gerisine bakarız” anlayışının bir yerden sonra içeride çok ciddî riskleri var. Ama birileri, “Günümüzün meselesi bu değil” diyor.

Günay Yavuz: “Ruşen Bey, sizce Altılı Masa kazanırsa, ceketli adamlar dışında kadın siyâsetçi fazlalaşacak mı? Zîra Türkiye’yi kadınlar ve gençlik değiştirecek.” Yani iyi bir temenni; ama çok emin değilim. Bu erkek egemenliği kolay kolay yıkılmaz. Ama Meral Akşener’in varlığı başlı başına –siyâsî olarak kendisine nasıl bakarsanız bakın–, kadın kimliğini ciddî bir şekilde sâhiplenen bir isim. O anlamda onun birçok şeyi değiştirdiğini söyleyebiliriz. 

Akyuvar 81: “Reis değişti mi, yoksa 20 yıl önceki aynı kişi mi sizce?” Hiç kimse aynı kalamaz; tabii ki değişti, dönüştü de. Bugünkü Erdoğan’la, 20 yıl önceki Erdoğan arasında çok fark var. “Erdoğan’ın gerçek kimliği hangisi?” diye bir soru çok anlamlı değil bence. Her ânın kimlikleri, aslında Erdoğan’ın bütünlüğünü oluşturuyor. O sürecin tamâmı Erdoğan’ın bütününü oluşturuyor. Yani “Zâten hep böyleydi, takiye yapmıştı” vs. gibi şeylerin hepsi bir yerden sonra anlamsız. Bu süreci izlemek, tâkip etmek lâzım. Ben gazeteci olarak bayağı bir izledim. Yaptığı birçok şeyin, geçmişteki Erdoğan’la hiçbir şekilde benzemediği ortada ve özellikle son dönemde, artık iktidârı kaybetme eşiğine geldiğini konuşmalarından, tavırlarından, üslûbundan çıkartabildiğimi düşünüyorum.

Kürşat Ünügür: “Muhâlefetin hâlâ ekonomik çözüm açıklamamasının nedeni ne olabilir?” Muhâlefetin hâlâ ekonomik çözüm konusunda kendi arasında anlaşamaması olabilir. Henüz ekip oluşmadı. İktidar değiştikten sonra ekonominin başına kim geçecek? Kilit kurumlar nasıl paylaşılacak? Temel ekonomik politikalar ne olacak? vs.. Bu konular hâlâ muallakta. Ondandır. Yani her parti ayrı ayrı bir şeyler söylüyor. Üç aşağı beş yukarı benziyor sanıyorsunuz; ama değil. Aslında benzeyen yerleri: Bugünkü uygulamalardan şikâyetleri benziyor. Ama çözüm önerileri konusunda çok ciddî farklılıklar olduğunu da düşünüyorum. Bu gerçekten hassas bir konu. Bakalım.

Ali Şimşek demiş ki: “Fetret Devri videonuz çok karamsardı. Dilerim Türkiye’de bir şeyler iyi yönde değişir.” Evet, orada da dediğim gibi; ben tescilli bir iyimserim. Ama bâzen benim de üzerime hafakanlar bastığı oluyor. Ben de Ali Şimşek’le aynı dileği dile getiriyorum: Türkiye’nin yeniden yapılanması — yani “yeniden” lâfını kullanırken biraz ters oluyor; çünkü Türkiye hiçbir zaman tam bir demokratik bir ülke olmadı, tam özgür bir ülke olmadı, tam bir hukuk devleti olmadı; ama en azından bugünkü kadar da kötü olmadı. Türkiye’nin, yeniden bu tür değerleri öne çıkartan, kurumları yeniden güçlendirmeye çalışan bir ülke olmasını ben de temenni ediyorum.

Oral Görmez: “Yeni hükûmet kurulursa ekonominin düzelmesi ne kadar sürer?” Deminki meseleyle ilgili: Kim ne yapacak, nasıl yapacak meselesiyle ilgili. Kimileri diyorlar ki: “Hızlı bir şekilde düzeltiriz”. Ama meselâ o partinin kurmaylarının söylediklerine, diğer partinin kurmayları da, “Olur mu canım? Böyle yapılır mı?” diyebiliyorlar. Dolayısıyla şu anda ne desek yalan olur.

Tamer Yıldırgan: “Son dakika golleri işe yarar mı? Seçime yakın EYT yasası veya hilâfeti geri getirmek, kararsızların fikrini değiştirir mi?” EYT’yi bilmiyorum. Çok bildiğim bir konu değil. Ama yasayı son dakika getirirse EYT!liler oy verecek diye bir şey bilmiyorum. Sayıları kaçtır, onu da bilmiyorum. Hilâfeti geri getirirse, kararsızların fikri tam anlamıyla değişir, netleşir ve muhâlefete oy verir. Yani Türkiye’de, “Erdoğan’a oy vermiyoruz, çünkü hilâfeti bir türlü geri getirmedi. Muhâlefete verelim, onlar hilâfeti geri getirir” diyen insan varsa zâten, onlarla nereye gidilebilir? Böyle bir şey olamaz.

Güney demiş ki: “Sizce Kılıçdaroğlu, adayım gibi yapıp son dakika sürprizi mi yapacak?” Hep bu söyleniyor. Öyle bir sürpriz derdinde olduğunu sanmıyorum. Gerçekten aday olmak istiyor. Ama hep söylediğim bir şeyi tekrar söyleyeyim: Seçim aşamasına gelip, adayı ilân etme aşamasına gelindiği zaman, eğer kendisinden bâriz bir şekilde çok önde başka isimler varsa ve kendisi de Erdoğan’la kritik bir rekabet içerisindeyse, Kılıçdaroğlu bu riski almayacaktır diye düşünüyorum. Yani normalde böyle yapıyor; şaşırtmaca yaptığını sanmıyorum. Bayağı istiyor, çok istiyor. Böyle bitirmek istiyor — yani jübile gibi düşünün.

Savaş Durna: “MHP baraj altında kalabilir mi?” İttifakla gireceği için zâten bu söz konusu değil; ama bâzı anketlerde %7 barajının altında görüyoruz, fakat çok bir anlamı yok. 

Bir izleyicimiz demiş ki: “Sizce muhâlefet adayını ne zaman açıklamalı?” Bana kalsa çoktan açıklamalıydı; ama bilmiyorum artık.

Mahmut Akçin: “Sedat Peker seçim öncesi Erdoğan’la helâlleşme videosu yayınlarsa bunun nasıl bir etkisi olur?” Yayınlamaz ve etkisi olacağını da sanmıyorum yayınlarsa. Çünkü Sedat Peker geldi, sustu, unutuldu. Tekrar tabii bir ilgi uyandıracaktır; ama seçmen tercihini belirleyecek kadar bir etkisi olacağını –Erdoğan’ın lehine ya da aleyhine– çok sanmıyorum. Ama onun bıraktığı çok derin bir iz var. O izin etkileri ve o iz, iktidârın çok aleyhine oldu Sedat Peker’in çıkışları. Onu da söylemek lâzım.

Hakan Kılıç demiş ki: “Sayın Cumhurbaşkanımızın rakîbi bile yok. 2023’te yine lider olacak reisimiz. Karşı tarafın bu ülkeyi yönetecek adayı bile yok” demiş. Eyvallah. Tamam. Öyle olsun.

Ahmet Sezgin: “Erdoğan bir yandan çok pragmatik bir politikacı olarak görünüyor; öte yandan fâiz konusunda rasyonel bir şekilde açıklanamayan bir inadı var. Sizce Erdoğan’ın başka ne inatları var?” Erdoğan’ın fâiz konusundaki inadının, çok böyle nas filan olduğunu sanmıyorum. Ne olduğunu bilmiyorum; ama onun da kendince siyâset yapma tarzıyla ilgili bir perspektiften dolayı olduğunu söylüyorum. Çünkü 20 yıldır ülkeyi yöneten birisi, nas nedeniyle fâiz karşıtı olması için son bir yılı mı bekledi yani? Böyle bir şey olamaz. Bu başka bir şey. Burada yine bir hesâbın olduğunu düşünüyorum; ama bu hesâbın ne olduğunu bilmiyorum. Her neyse o hesap, tutmuyor. Onu da özellikle söyleyeyim.

Tugay Can: “Ümit Özdağ’ın Yavaş’ı istemesi ve HDP’nin Yavaş’a mesâfeli olması paradoksu hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’nin geleceği seküler milliyetçilik ile mi şekillenecek?” Bugün bir fotoğraf gördüm: Süleyman Soylu’yla Mansur Yavaş fotoğrafı. Süleyman Soylu, ayağında çizmeler, sel felâketine müdâhale etmiş, büyük İçişleri Bakanı olarak orada duruyor. Ama aynı çizmeler Mansur Yavaş’ta yok. Yeni Şafak da bunu, “Aradaki farka bakın” vs. diye sunmaya çalışmış. O fotoğrafta, çizme vs. hepsi bir yana, beni en çok şu düşündürdü; benzer bir fotoğrafı Ekrem İmamoğlu’yla verir mi? Vermez. Şimdi bu fotoğrafı Mansur Yavaş’la veriyor olması, “Mansur Yavaş’ın lehine mi aleyhine mi?” diye de bir soru sormak lâzım. Bence lehine değil. Yani Mansur Yavaş’ın, cumhurbaşkanı olmak istiyorsa, Süleyman Soylu’yla fotoğraf çektirmeye ihtiyâcı yok. Hattâ çektirmemeye ihtiyâcı vardı. O fotoğrafı çektirdi. Yani nasıl olduğunu, öyküsünü bilmiyorum; ama o fotoğraf verildi. Mansur Yavaş, seküler milliyetçilik; bunlar çok ciddî konular. Bunu ayrıca tartışalım. Seküler milliyetçilik önemli bir konu. Atatürk’ün yeniden gündeme gelmesi önemli bir konu. Bunları kim, nasıl kendi bünyesinde barındıracak o da ayrı bir konu. Gerçekten çok çetrefil bir konu. Ama şunu söyleyeyim: Mansur Yavaş’ın böyle, bir tarafın çok isteyip, bir tarafın çok istemediği bir isim olarak ortada duruyor olması çok acayip ve dolayısıyla bütün bunlardan hareketle, Mansur Yavaş’ın aday olma ihtimâlinin bu nedenle de azaldığı kanısındayım. Bilmiyorum kendisi ne düşünüyor.

Mustafa Akman demiş ki: “Bence muhâlefet, adayını açıklamayı seçim târihi kesinleşene kadar geçiştirmeli. Yoksa yasaklı hâle getirmek çok kolay”. Değil. O kadar kolay değil. Yani aday açıklanacak, ondan sonra yasaklı olacak vs.. Ne olur? O yasaklı olursa, başka aday açıklarlar. Yani onun çok ciddî bir sorun olacağını sanmıyorum.

Ertan Sezer demiş ki: “ ‘Corto Maltese’ müthiştir. Aynı zevke sahip olduğumuza sevindim.” “Corto Maltese” sevmek, zevkle ilgili bir şey değil Ertan Bey. “Corto Maltese” bambaşka bir şey.

Furkan Çavuş: “Zamlar siyâsallaşmalı. Bütün partiler her ilde protesto edebilmeli. Bu, Altılı Masa’yı canlandırır.” Olabilir; ama yapmıyorlar. Şu âna kadar ortak bir miting yapmadılar. Ama geçen İstanbul’da, Maltepe’deki CHP mitingini izledim. Aynı yerde bütün partiler birlikte miting yapsa herhalde çok da acayip bir şey olur. Orası bir gerçek. Ama bu hâliyle bile, çok etkili bir mitingdi CHP’nin mitingi.

Ufuk Arslan demiş ki: “Alevî meselesinden sonra Kılıçdaroğlu artık tek aday mı? Eğer muhâlefet, Alevî diye birine oy vermeyecek ise, ülke AKP’yi hak ediyor demektir. Sizce bu tartışma bu yönde evrilir mi?” Kritik bir konu. Aslında çok konuşmasak daha iyiydi; ama bir şekilde buna ben de vesîle oldum. Ahmet’le (Şık) yaptığımız yayın bir anlamda şişeden cini çıkarttı; ama bu cin şişedeydi yani ve çıkacaktı. Ben bunu değişik vesîlelerle dile getirdim, tekrar edeyim; daha pozitif anlamda gelişeceği kanısındayım. Eğer Erdoğan başta olmak üzere, iktidar yanlıları bu meseleyi çok kaşırsa ve Kılıçdaroğlu’nun aday olması hâlinde onun seçilmemesi için Alevîliğini çok gündeme getirirlerse, bunun Türkiye’de o an îtibâriyle toplumsal barışa olumsuz etkisi olacağı kesin. Ama şöyle düşünün — diyorlar ki: “Bu adam Alevî, bu adam şöyle, bu adam böyle” vs.. İşte, Alevîlik üzerinden şey yapıyorlar ve Kılıçdaroğlu kazanıyor. Acayip bir şey olur. Yani ölmeden önce bu ânı, böyle bir ânı –yani Kılıçdaroğlu’nun ismi ayrı; ama bir Alevî’nin Türkiye’de cumhurbaşkanı olduğunu– görmeyi ben isterim. Alevî değilim. Ama isterim. Gerçekten isterim. Bu, Türkiye’nin gerçekten çoğulcu, eşit bir hukuk devleti olduğunun çok açık bir kanıtı olur. Alevî olmak tek başına bir şey değil. Kılıçdaroğlu aynı zamanda Alevî kimliğine sâhip çıkar. Özellikle gençlik döneminde bu konuda çalışmalar filan da yapmış bir isim olduğu için söylüyorum. Yani yoksa, Alevî olduğunu… Meselâ birileri için diyorlar ki — işte, Turgut Özal için “Aslında o da Kürtmüş” vs. diyorlardı. Kürt olabilir birileri; ama kendisi bunu dile getirmediği, buna sâhip çıkmadığı müddetçe Kürt olmasının, yani Kürt bir ana-babadan olmasının bir anlamı yok. Kendi örneğimi vereyim: Ben uzun bir süre, Laz olduğumu biliyor olmakla birlikte bunun ne olduğunu bilmiyordum, çok da önemsemiyordum. Artık daha fazla bu işin bilincindeyim. Bunun bir üstünlük sağlamadığını biliyorum; ama etnik olarak kimliğimin Laz olduğunu biliyorum, kabul ediyorum, benimsiyorum. Dolayısıyla hani şunu diyebilirsiniz, bana bir şey olursa ya da şu anda Medyascope’un başında bir Laz var diyebilirsiniz. Ama benim Hopalı olmam vs., tek başına benim Laz olduğum anlamına gelmiyor. Ben bunu deklare edip, bunu sâhiplendiğim zaman –ki yapıyorum– o zaman bir anlamı var.

Evet, yavaş yavaş toparlayalım. Ekonomi, geçim sıkıntısı… Evet, izleyicilerimiz genellikle bu tür şeylerden bahsediyorlar. Ekonomiden, geçim sıkıntısından yakınıyorlar. Muhâlefet de bundan yakınıyor, biliyoruz. Önemli olan; nasıl çözeceğini söyleyebilmek tabii ki. Evet, yavaş yavaş toparlayalım. Çok soru var hâlâ, yorum da var.

Meselâ Muharrem Palaz’ın, demin de bir sorusunu aktarmıştık, onu da sorayım: “Murat Sabuncu yazdı. Altılı masa…” Evet, bugün gördük. Murat’ın haberine göre –arkadaşım olduğu için Murat diye bahsediyorum– HDP demiş ki: “Eğer Akşener ya da Yavaş aday gösterilirse, biz kendi adayımızla çıkarız. Onun dışındaki adaylarda çıkmayız; ama adayla da bir ilişki içerisinde olmak isteriz” gibi bir şey söylemişler – ki Murat’ın kaynakları kuvvetlidir. Bu da İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu. Evet, yani bu şaşırtıcı bir şey değil. Ama bunun HDP tarafından bir karar olarak alındığını ya da eğilimi Murat yazdı. Bu şaşırtıcı değil. Akşener’i ve Mansur Yavaş’ı tercih etmiyorlar. Kılıçdaroğlu’na ve İmamoğlu’na çok da fazla îtiraz etmiyor HDP. Tabii buradaki soru şu: İlk turda diyelim ki Akşener ya da Mansur Yavaş aday oldu ve HDP –Murat’ın yazdığı gibi– kendi adayını çıkarttı ve seçim ikinci tura kaldı. Bu sefer ne yapacak HDP seçmeni? “Akşener ya da Yavaş’a biz asla oy vermeyiz” deyip sandığa gitmeme yoluna mı yönelecek? Yoksa, “Ya işte, ilk turda vermedik, ama artık ikinci turda verelim” mi diyecek? Bunlar başlı başına ayrı önemde ve burada da herhalde Selahattin Demirtaş çok önemli olacak. 

Salim Cihan Acar diyor ki: “Kararsızların en büyük derdi enflasyon, işsizlik; ancak hâlâ Altılı Masa’nın reçetesini göremedik.” Evet, dönüp dolaşıp aynı şeye geliyoruz. Reçetesini göremedik; çünkü reçete şu anda yok.

Mehmet Yürüker demiş ki: “Lazlar hangi partiye yakın?” Bilmiyorum. Yani her türlü şey var. Benim âilem geleneksel olarak CHP’lidir. Ben CHP’li olmadım; ama âilemin büyük bir çoğunluğu genellikle CHP’ye oy vermiştir. Tabii ki AKP’ye oy verenler de var. MHP’ye oy verenler de var Lazlar’ın içerisinde. Ama daha çok merkez soldur. Ama bizim Hopa’da, Laz olmayan, özellikle Hemşinliler sosyalist sola daha fazla yakındır. Ben bir anlamda az sayıdaki kişilerdenim, yani sosyalist sola… Yani Hopa genellikle hep böyle bilinir; ama Lazlar’dan ziyâde, daha çok Hemşinlilerdir. Rahmetli Metin Lokumcu da istisnâlardandı. Ama onun dışında büyük bir çoğunluk CHP’lidir ya da geçmişe bakarsak: Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi gibi partilerdir diyelim. Şu anda baktığımız zaman, meselâ bölgede, Fındıklı’nın Belediye Başkanı CHP’li; Arhavi’nin, Hopa’nın ve Kemalpaşa’nın belediye başkanları öyle. Ama Pazar, Ardeşen bildiğim kadarıyla AKP’de. Dolayısıyla net olarak, herkes şurada demek mümkün değil.

Serdar Altuntaş demiş ki: “İlk tur ikinci tur hiç fark etmez. Halk Kürd’üyle, Türk’üyle, Laz’ıyla bıktı bu yönetimden” demiş. Bilmiyorum, göreceğiz, bakacağız. Evet. Burada toparlayalım. Güzel bir yayın oldu. Bu tür yayınları sık yapmaya başladık gördüğünüz gibi. Daha da yapacağız. Geçen hafta “Adını Koyalım”ı böyle yapmıştık. Bu hafta umarım “Transatlantik”i de böyle yapacağız. Ömer ve Gönül Türkiyeéye geldiler tatile. Daha rahat olacaklar. Herhalde bu Çarşamba “Transatlantik”te, yine sizin soru ve yorumlarınız da olacak. Burada noktayı koyuyorum. Hepinize çok teşekkür ediyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.