Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Haklı şaşkınlıklar, haksız hayretler

Geçen hafta, başımıza hiç olmayacak, aklın hayalin almayacağı işlerin birbiri peşi sıra gelmesi karşısında şaşkınlıktan donakalmamızın nasıl bir kahramanlık anlatısına dönüştürüldüğünü ve bunun basbayağı muhafazakâr bir idari doktrin olarak kullanıldığını Ghassan Hage’ın bir yazısına dayanarak öne sürmüştüm. Örnek kıtlığı yoktu şükür ama ibretlerle dolu iki vaka daha yaşadık bu minvalde. İlki, Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin bir sözü. Hayali olduğunu düşünmek istediğim, daha doğrusu hayali olmamasından tüm dünya ahalisi adına korktuğum bir bakana ettiği sözleri özetledi Nebati: “Yabancı bir bakanla konuşuyordum, bana enflasyonumuzun yüksekliğinden bahsetti. Ona ‘Ben bu enflasyonla sokağa çıkabiliyorum, siz yüzde 10’la çıkamıyorsunuz’ dedim.” Ardından Hürriyet’ten Hande Fırat’a konuşarak bu sözlerinin çarpıtıldığını, kendisine yönelik bir “algı operasyonu” yapıldığını söyledi. Baktım aslında ne demek istemiş de algı operasyonuyla çarpıtılmış diye, pek bir şey anlamadım. Tevil etmeye en yakın cümlesi şu: “Ne zaman sokağa çıksam insanımızın sıcak ilgisiyle karşılaşıyorum. Gelip dertlerini aktarıyor, düşüncelerini paylaşıyorlar.”

Biz tabii görmüyoruz bu “sıcak ilgi” anlarını. Nebati’yi ve başka bakanları iktidar tarafından satın alınmış medyada ayarlanmış sorulara verdikleri cevaplar aracılığıyla izleyebiliyoruz ancak. Bu nedenle yanlış anlıyor olabiliriz. Sahi ne anlamıştık bakanın bir meslektaşına kendi aktardığı sözlerinden?

Kendi anladığımı diyeyim: “Ey bakan, siz yurttaşlarınızı rahata öyle bir alıştırmışınız ki yüzde 10 enflasyonla karşılarına çıkmaya korkuyor, çekiniyor, kim bilir belki utanıyorsunuz. Oysa biz, bu sizin yüksek bulduğunuz enflasyona rağmen sokağa çıkabiliyoruz çünkü bizim milletimiz (onlarınki yurttaş, bizimki millet tabii) her türlü sıkıntıya talimlidir. Biz de onları içine düşürdüğümüz sıkıntıya rağmen aralarında dolaşırız ve kimse de gıkını çıkartamaz.”

İkinci vakaya sonra geleceğim. Önce bununla uğraşayım biraz. Geçen gün azıcık hamurla oynayayım da sinirim geçsin diyerekten çörek yaparken YouTube’un seveceğimi düşünüp sıraya koyduğu “Sevgili Öğretmenim” diye bir Yeşilçam filmi seyrettim. Ellerim hamurlu olduğundan değiştiremedim de. Yönetmen, Ülkü Erakalın; senaryo, Bülent Oran, başrollerde de Hülya Koçyiğit ve Ediz Hun var. Öğretmen-öğrenci aşkı anlatıyor ama biraz acayip, şimdi böyle bir film yapılamaz. Hülya Koçyiğit öğretmen, Ediz Hun yaşı büyük, zengin çocuğu, haylaz ve zorba bir öğrenci. Öğretmenine duyduğu aşk sayesinde babasının (Hulusi Kentmen) fabrikalarının başına geçecek disiplini edinmesi yalnızca birkaç ay sürüyor. Filmde Vahi Öz, Hulusi Kentmen’in kendisininki gibi zenginlerin işe yaramaz çocukları için kurduğu özel okulun (lise) müdürü. Filmin sonuna kadar başı sıkıştıkça tekrar ediyor: “Otorite, otorite çok mühim bir meseledir. O cihetten hiçbir kuruntunuz olmasın.” Bu replik her tekrar edildiğinde Nebati’nin konuşması geldi aklıma. Onun bunca enflasyona rağmen “sokağa çıkabilmek” diye tarif ettiği şeyin ardındaki güç, Vahi Öz’ün bir lise yöneticisi olarak uzmanı olduğunu söylediği “otorite”den başkası değildi. Şimdi bir daha sorayım: O bakan, eğer gerçekse, ne düşünmüştür acaba? Peki ya Nebati, o bakanın ne düşündüğünü düşünmüştür?

Şok doktrini ve beka meselesi

Bu örnekte bahsi geçen şaşkınlık bizimki… Ahalinin başına gelenlerin serdettiği dehşet karşısında kapıldığı eli-kolu bağlanmışlık hali. Naomi Klein’ın yıllar önce formüle ettiğinde pek çoklarının “solcu bir komplo teorisi” olarak gördükleri “şok doktrini.” Klein, “Şok Doktrini: Felaket Kapitalizminin Yükselişi” (Çev: Selim Özgül, Agora Kitaplığı, 2010) adlı kitabında kapitalizmin/kapitalistlerin içinde bulunduğumuz (artık sonuna yaklaşmakta olduğumuz) aşamasında yarattığı şokları/krizleri diktatörler ve onların dehşetengiz idare anlayışları aracılığıyla fırsata dönüştürüp geniş halk kitlelerinin aleyhine piyasa reformlarını dayattığını, bu yolla gücünü konsolide ettiğini söylüyordu. Bu idari anlayışın öncüleri ise Şili Diktatörü Pinochet ve Britanya Başbakanı Margaret Thatcher idi Klein’a göre. Ayrıca Çin’de Tiananmen Meydanı krizi (1989) sonrasında yaşanan dönüşüm ve 2003’te başlayan ikinci Irak işgalinin sahneye konma biçimi de bu doktrinin hayata geçirildiği başka örneklerdi. Bu esnada bizler Türkiye’de Klein’ın sözünü ettiği şok doktrininin alelacayip örneklerini yaşıyorduk. “Krizleri fırsata çevirmek” şeklinde tercüme etmişti bu doktrini Türkçe’ye yerli ve milli idareciler.

Sanıldığının aksine Türkiye’deki ilk uygulayıcıları da AKP’den çıkmadı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin hayata geçirdiği “Marshall Planı”ndan itibaren pazara “Türkiye’nin jeopolitik önemi”ni çıkartıp uluslararası ortaklarından yolsuzluk, darbe, insan hakları ihlali, her türden hukuksuzluk vb imtiyazlar koparan her iktidarın başvurduğu bir idari anlayıştı bu. Aaaa, o da ne, dünyayla bu türlü pazarlığa girenlerin tamamı sağcı siyasetçiler değil miymiş meğer? Ne kadar da büyük bir tesadüf? Ay pardon tesadüf diye bir şey yoktur. “Tevafuk” demem lazımdı.

Bu idari doktrinin “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” ya da “aba altından sopa göstermek” gibi çeşitli yöntemleri var. Dediğim gibi hiç karışık olmadığı gibi, yeni de değil.

Gayet başarıyla tatbik edilmiş güncel bir tezahürü üzerinden örneklendireyim:

“Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.” (Tayyip Erdoğan, 12 Temmuz 2017, Evrensel Gazetesi)

Bu örnekte “ölüm,” “sanayicinin sarsılması.” “Sıtma” ise olağanüstü hal. Sanayiciye aba altından sopa da gösteriliyor bir yandan.

Bir endişeden ötekine savrulduğumuz o günlere nasıl gelinmişti peki? “Allah’ın lütfu” olarak görülüp fırsata çevirilmiş 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ilan edilen ve bir türlü bitmeyen olağanüstü hal hayatı alabildiğine daraltmış. S-400’lerin satın alınmasıyla ilgili kriz şekilleniyor. Türkiye’nin kredi notu düşüyor. NATO’yla ilişkiler bozuluyor. Haliyle “iş dünyası endişeli.” İktidarsa olağanüstü hali sürdürmek istiyor çünkü sona erdirdiği anda ortaya çıkacak siyasi manzaradan endişeli… Olağanüstü halin genişlettiği idari yetkileri kalıcı hale getirinceye kadar sürdürmek istiyor vaziyeti. Bunun için de bazı sesleri kesmesi lazım. En kolayı sanayiciler. Çünkü onların kaybedecekleri çok şey var. Diyor ki, “Muhalif sivil toplumun insan hakları vaveylasına pey akçesi vermeyin, bak serbest bırakırım grevleri görürsünüz gününüzü. Susun, oturun, çarklarınızı döndürün, kazancınıza bakın!” Sanayici bu türlü idareye duyduğu samimi hislerin karşılığını bugünlerde kamuya açık toplantılarda atanmış bakanlarca azarlanarak pek güzel alıyor maşallah!

Aaaa yine Nebati geldi aklıma. Ne demişti hatırlıyor musunuz daha yenilerde? “Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.” (6 Haziran 2022, Sendika) Bu zat-ı muhterem, bu koşullar altında sokağa çıkabildiği bir ülkede bakanlık yaptığı için kendisiyle övünmesin de ne yapsın? Kime nasip olur “devlet”in böylesi?

Ecdad yadigârı kuru sıkı tabanca

Biz tabii, böyle şeylerin bu kadar açıkça söylenebilmesi karşısında da şoka giriyoruz… İsyan edesimiz de var ama kime edeceğiz, neye edeceğiz, nasıl edeceğiz? Bu şeyleri bu kadar açıkça söyleyen insanlara ne türlü isyan edilir bilmiyoruz ki!!! Şoktayız… Dilimiz tutuluyor! Söyleyecek söz bulamıyoruz! Yolunacağımızı bile bile oturduğumuz hileli masada varımızı yoğumuzu kaybediyor ama sesimizi bile çıkartamıyoruz. Neden? Çünkü başımıza bir “beka” silahı dayanmış durumda. Silahın kuru sıkı olduğunu biliyoruz ama onu başımıza doğrultan kıvrak bileğin sahibinden de hiç emin değiliz. Aslına bakarsanız o da bunu biliyor. Elinde tuttuğu ecdad yadigârı kuru sıkı silahla bizi o masaya oturtma cür’etini onun sınır tanımazlığı konusunda taşıdığımız endişeden alıyor.

Bakın şimdi de durup dururken 2019 yerel seçimleri öncesinde Devlet Bahçeli’nin yaptığı bir konuşma geldi aklıma:

“Beka sorunu yok demek, Türkler’in Anadolu’dan nihai olarak çıkarılmasını projelendiren tarihi şark meselesine göz yummak demektir. Beka sorunu yok demek, Ankara’nın başkent olarak tarih sahnesine çıktığı sürecin kesilmesi demektir. Beka sorunu yok demek, hak ile batılın, haç ile hilalin, iman ile küfrün, millet ile zilletin tarihi mücadelesini unutmak demektir.” 

Seçimlerden sonra Erdoğan, ortağıyla birlikte kastettikleri “beka sorunu”nun yurttaşlarca gayet iyi anlaşılmasından memnuniyetini dile getirecekti:

“Beka meselesi konusunda verdiğimiz mesajın milletimiz tarafından da gayet iyi algılandığını görüyorum. Özellikle de Güneydoğu, Doğu ve diğer illerimizdeki bütün mitinglerimde bunları hep görüntülü olarak yayınladım.”

Doğru değildi bu söylediği. AKP yerel seçimleri yalnız Ankara ve İstanbul’da değil, Güneydoğu’da da kaybetmişti, öyle olmasa onca belediyeye kayyum atamak zorunda kalır mıydı hiç hukuksuzca? Ama o kayyumları atayabilmek için sığındığı şeydi ahalinin “beka sorunu”nu “gayet iyi algılaması.” O sığınağı kaybetmemek için kriz söyleminden de o söylemin ahalide yankı bulduğu aldatmacasından da vazgeçmeyecekti. Siyasetini ve gücünü, yaptıkları ve yapabileceğini ima ettiği şeyler kadar, o şeyleri sarıp sarmalayacağı kılıfların ölçüsüzlüğü dolayısıyla yarattığı şaşkınlıktan da alan, kriz bağımlısı bir siyasetçinin en çok ihtiyaç duyduğu şeydir aldatmaca.

Bizlerin payına da şaşkınlık düşer. Gayet haklı bir şaşkınlıktır bu. Çünkü her şey çok açıktır, gözler önündedir, ama kimse de bir şey yapamaz. Şaşkınlık hem o apaçık olan şeylere hem de kimsenin bir şey yapamamasına verebildiğimiz tek tepkidir. “Şaşırdık mı?”, “Hâlâ mı şaşırıyorsunuz?” gibi sorular, yediği dayağa yenilmediğini göstermeye çalışan birinin “Acımadı ki, acımadı ki” diye türkü çığırmasına benzer. Aynı beste üzerine yazılmış bu yeni türkü, haysiyetimizin aldığı yarayı hafifsemeye çalışmak için verdiğimiz olağanüstü çabanın soundtrack’idir.

Haksız hayret

Bizim şaşkınlığımız, parmağımızı ısırıp öylece kalakalmamız bir yere kadar izah edilebilir. Sadece bir yere kadar. İzahın yetmediği yerden sonra ne yapacağımız kısmını ufak ufak konuşmaya başladık sanki birbirimizle… Devamı da gelecektir. Umutluyum şükür…

Fakat bir de izahı olmayan şaşkınlıklar var… Daha çok sahne performansına benziyorlar. İkinci örneğim de bu türlü şaşkınlıkla ilgili. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den çıktı. Aslında sıkça başvurduğu, onunla özdeşleşmiş, markası haline gelmiş bir performans bu: “İnsan gerçekten hayret ediyor!” Geçenlerde yine hayret etmiş, bu defa Karar Gazetesi’nden Mehmet Ocaktan’a verdiği söyleşide şöyle demiş:

“En çok hayret ettiğim şey enflasyonun bu kadar hafife alınması. Enflasyonla çok kararlı, rasyonel, güçlü bir şekilde mücadele etmek için artık son vakit. Bundan sonra vakit kalmıyor seçime kadar. Yani birinci öncelik bu olması lazım. Enflasyonun ne olduğunu, enflasyonun nasıl büyük bir bela, kötülük, ahlaksızlık, hastalık olduğu ve bir kamu hırsızlığı olduğu gerçekten idrak edilmezse enflasyonla amansızca bir mücadele içerisine girilemez.”

Bakınız hayret ettiği şey, seçime bu kadar az kalmasına rağmen iktidarın enflasyonla mücadele işini ciddiye almaması. İki anlam çıkar bu tespitten: Sabık cumhurbaşkanı kurucusu olduğu siyasi partinin yüksek enflasyona rağmen seçim kazanacak bir yol bulduğunu düşünüyor olabilir. Ya da belki enflasyonu dert etmediklerine göre seçimi de dert etmedikleri fikrinde olabilir. Çünkü bu tespiti yaptıktan sonra sıraladığı mevzuların iktidar tarafından ciddiye alınmadığını kendisi de, bizzat içinde yaşayarak, gözleyerek ve örgütleyerek öğrendi. Ne onlar: “bela, kötülük, ahlaksızlık, hastalık ve kamu hırsızlığı” olarak enflasyon. Mevcut cumhurbaşkanının formülüyle soralım, enflasyon bu şeylerin sebebi mi sonucu mu? Yılların tecrübeli siyasetçisi Abdullah Gül. Ne zaman cumhurbaşkanı adayına sıkışılsa (!) adı ortaya atılan bir siyasetçi. Bu şeylerden hangisinin sebep hangisinin sonuç olduğunu bilmeyecek biri değil. Tanımıyor mu dava ve çalışma arkadaşlarını? Kendisinin AKP ve siyasetten dışlanma sürecinin de mi farkında değil? O zaman niye şaşırıyor ki bu kadar? Kıymetli, namlı ve de sanlı bir dava arkadaşlarını, basbayağı katakulliye getirerek partiden dışlayacak düzeni kuran insanlar hiç tanımadıkları, aklını ve ahlakını aşağıladıkları ahaliye neler yapmazlar ki?!

Dolayısıyla sabık cumhurbaşkanının hayretinin sebebi ne enflasyon ne onunla mücadele edilmemesi ne de iktidarın artık saklama ihtiyacı duymadığı apaçık yoksullaştırma siyaseti. O muhtemelen, “Bütün bunlar nasıl bizden sadır oldu?” sorusuyla meşgul. Yalnız Gül’ün değil, DEVA ve Gelecek partilerini kuranların da kendilerine sormamak için en çok uğraştıkları soru bu: “Bütün bunlar bizden nasıl sadır oldu?” AKP’yi ve Erdoğan’ı arzu ettikleri bütün makamlara taşıyan ahali de onlardan farksız: “Bütün bunlar bizden nasıl sadır oldu?” “Nasıl yani, biz böyle insanlar mıyız?” Israrla ve doğru cevap kendini dayattıkça yükselen nida da şöyle bir şey: “Hayııııır, olamaaaaz, dış mihraklaaaar, içerdeki hainleeeer…”

İslamcılar, dindarlar çok uzun yıllar bekledikten sonra 1990’ların ortasından itibaren hızla her alanda iktidar oldular. Böylece sahip oldukları bütün değerler, o değerlerle verdikleri kıymet, ayrıca devletle ve birbirleriyle kurdukları ilişkiler giderek görünürleşti. Herkesten çok hak ettiklerini düşünüyorlardı devleti. Herkesten çok sahip oldular ona ve manzara ortada… Bütün bu yaşadıklarımız, bütün bu felaketler, her birimizi bir şaşkınlıktan ötekine sürükleyen, yüzlerimizi utançtan ve eseften kızartan bütün o devletlû fiiller onların idaresinde gerçekleşti. Hiçbiri ilk kez olmadı o şeylerin. Ama öyle bir seviyeye geldi ki o şeylerin olma frekansı, artık yüz kızartmayan hiçbir şey yapamaz hale geldiler. Bununla yüzleşemedikçe kibirleniyor, kibirlendikçe hakikatle bağlarını kaybediyor ve gülünçleşiyorlar. Ahalinin ve başka siyasi mecraların onlara her şeye rağmen açtığı alanları da asla lüzumu gibi değerlendirmiyorlar. Hem Gül, hem Babacan ve hem de Davutoğlu, aralarındaki ilişki ne olursa olsun, yola evsaflı bir nefis muhasebesi yaparak çıkabilirlerdi. Eğer bunu yapsalardı, “Bütün bunlar bizden mi sadır oldu?” sorusuna nasıl cevap vereceğini bilemeyen başka insanlara da o “biz”den dilerlerse çıkıp gidebilecekleri, yeni “biz”ler kurabilecekleri kapılar açmış olurlardı. Yapmadılar. Aksine bugüne kadar konuşmaları, yüzleşmeleri, özeleştiri ya da nefis muhasebesi yapmaları yolunda yapılmış bütün çağrılara alelacayip olumsuzlukta cevaplar vererek, AKP’nin dindar-muhafazakâr seçmen etrafında ördüğü duvarları güçlendirdiler.

Özeleştiri talepleri karşısında verdikleri olumsuz cevabın iki nedeni vardı. İlki, Erdoğan karşıtlığının Erdoğan’ı güçlendireceği iddiası. Bunun yanlışlığını sanıyorum Erdoğan karşıtlığı konusunda en sebatkâr olan İYİP ispatladı. Ağyara pek dile getirmedikleri sebep ise AKP’ye oy veren ahalinin kendilerini “hain” diye yaftalamasından çekinmeleriydi. Özeleştiri yapmayarak bu ihtimali bertaraf etmiş olmadılar. Aksine AKP’nin herkesin gözleri önünde olan ve en iyimserlerin bile başlangıcını 2007’ye tarihlendirdikleri çürüme sürecini partiden kendilerinin dışlandığı zamanlara tarihlendirerek o çürümenin çeşitli aşamalarını onayladılar (Bana kalırsa o süreç, daha RP’li belediyeler işbaşı yaptıkları anda başlamıştı). Nefis muhasebesinden kaçma telaşları yüzünden ne AKP seçmenine ne de muhalif seçmene güven verebildiler. Ezelden beri muhalif olan seçmen, “Daha nerede hata yaptığınızın farkında değilsiniz, bir daha yapmayacağınızın garantisi ne?” dedi. AKP seçmenini onlardan koruyacak duvar hazırdı, Erdoğan geçenlerde tekrar sıvadı o duvarı: “Onlar o makamlara layık oldukları için değil, ben görevlendirdiğim için geldiler.” Bu açıdan bakınca Gelecek ve DEVA’nın muhafazakâr Kürt seçmen oyları için birbirlerine karşı verdikleri yarış, ayrı bir ittifak mı kursak tartışmasında düştükleri halden daha çok ibretlerle dolu… Nefislerine ağır gelen, muhafazakâr seçmen dahil hiçbir seçmen grubunu tanımadıklarını ortaya koyan o özeleştiri ya da nefis muhasebesi tembelliği yüzünden siyasetleri Erdoğan’dan öğrendikleri ikinci el bir popülizme sıkıştı. DEVA, hele yaşadığımız küresel salgından sonra iyice sorgulanan katıksız bir piyasacılıkta, Gelecek ise ecdat siyasetinde AKP’yi tekrar etmenin ötesine geçemedi. Siyasi beklentilerini herkesin her şeyi unutacağını umdukları yakın ama uzak bir geleceğe ertelediler. Gelecek seçimi muhalefetin kazanması halinde parlamenter düzene dönüldükten sonra yapılacak seçimlere… Şöyle bir halde girilecek o sürecin sonunda kim öle, kim kala!

Hayretteki hayır

Şaşırmak ya da hayret aslında kötü haller değiller. Bilim de felsefe de şaşırmanın, hayretin ciddiye alınmasıyla doğdu nihayet. Hatta yalnız bilim ve felsefe değil, insan elinden çıkan her şeyde şaşırmanın ve hayretin payı var. Mesela hukuku da insanların yapabilecekleri şeylerin sınırsızlığı karşısında şaşırmak yerine tedbir alarak kurdukları bir disiplin olarak tarif edebiliriz. Askeri ve mali gücü ele geçiren zümrelerin zalimlikleri karşısındaki şaşkınlığımızı gidermek için icat etmiş olabiliriz yetkileri anayasayla sınırlanmış bir devlet fikrini.

Siyasi etik ve ahlak açısından da kurucu bir işlevi olabilir hayret ve şaşkınlığın: “Benden böyle bir şey nasıl sadır oldu?” “Biz bir araya gelip bu şeyi nasıl yaptık?” “Bu işlerin buralara geldiğini basbayağı görüyorduk, nasıl mani olmadık? Neyimiz tutulmuştu da sesimizi çıkaramadık?”

Bu soruları kendilerine sorup doğru dürüst cevap verene kadar AKP dağılsa bile AKP’den arta kalacak seçmenden pay alamayacak oradan kopanların kurdukları partiler. İtibarlarını AKP’ye yatırıp kaybetmiş bulunan siyasetçiler de vaktinde çıkarmadıkları o seslerin ciddiye alınmamasına razı olacak, nicedir hazırladıkları lafları söyleyemeyecekler.

Biliyorum, memleket bu badireyi atlatmanın bir yolunu bulacak. Çok alametler belirdi. Fakat dindar/muhafazakârları, özellikle doğrudan siyaset yapmış, şu ya da bu şekilde son 20-30 yılda yapılanlara iştirak etmiş olanları bekleyen badire memleketinkiyle aynı değil tam olarak. Onlarınki hakiki bir beka sorunu. Kendi elleriyle özene bezene yarattıkları bir varoluş kriziyle başbaşalar, henüz farkında değilmiş gibi görünseler de. Müsebbibi oldukları felaket karşısındaki hayretlerini ifade edip yüzleşmeye başladıklarında, tabii buna cesaret edebilirlerse, AKP’yi var eden tüm kesimlere bir dönüşüm hikâyesi yaratma imkânı sağlayacaklar. Bu anlatının önünü açanlar aktör olarak bizzat geleceğe kalamayacaklardır muhtemelen. Zaten bu yüzden konuşmuyorlar. Ama hiç değilse savundukları değerlerin temize çekilmesine hizmet edecekler. Onların beka krizi de bu. Bizzat kendileri yarattılar. Çok özendiler. Çok uğraştılar. Hep beraber yaptılar bunu! Kimse yapamazdı bu kadarını! Hiç hayret etmesinler! Övünsünler eserleriyle…

Yalnız, bir zahmet bizim haklı ve izah edilebilir şaşkınlıklarımızdan uzak dursunlar. Uzak dursunlar ki onların kendi eserleri karşısında kapıldıkları hayrete hayret etmekle zaman kaybetmeyelim bir de.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.