Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

AKP’nin 21. yılı | Ruşen Çakır anlatıyor – Birinci bölüm: Geriye sadece Erdoğan kaldı 

AKP’nin 21. yılı.

AKP, Türkiye’yi dönüştürürken kendisi nasıl dönüştü?

Ruşen Çakır, AKP’nin dününü, bugününü ve yarınını anlatıyor.

Birinci bölüm: Geriye sadece Erdoğan kaldı

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Bu pazar günü Adalet ve Kalkınma Partisi 21 yaşına basıyor. Bu 21 yılı üç ayrı yayında değerlendirmek istiyorum; bugün, yarın ve pazar günü — ki pazar günü 21. yaşı olacak. Yarın AKP’nin ve AKP iktidârının Türkiye’de İslâmî harekete ve İslâm’a yaptıklarını, onları nasıl dönüştürdüğünü ele almayı düşünüyorum. Pazar günkü yayında ise AKP’nin iktidârının sonlanması durumunda bir geleceği olup olmayacağını tartışmayı düşünüyorum.

Ama önce bugün; şu hâliyle bakıldığı zaman AKP’den geriye ne kaldı? Başlığa da koyduğum gibi Adalet ve Kalkınma Partisi’nden geriye sâdece Erdoğan kaldı. Baştan îtibâren böyle miydi? Hayır, sanmıyorum. Çok daha kolektif bir hareket söz konusuydu. Ama şu anda parti sözcüsü olan, o târihlerde kuruluşta Erdoğan’ın en yakın siyâsî danışmanlarından biri olan Ömer Çelik’in bir tespiti vardı AKP’nin kuruluşunda: AKP’yi bir Erdoğan hareketi olarak yorumlamıştı. Ben o sırada meslektaşım Fehmi Çalmuk’la birlikte yaptığımız Erdoğan portresi kitabında bu tespitin çok da isâbetli olmadığını; çünkü bunun bir grassroot (köklere dönüş) diye söylenen –ki bunu AKP’ye taşıyan da Abdullah Gül’ün kendisiydi–, aşağıdan yukarı gelen bir hareketin kolektif bir liderlik tarafından yönlendirilmesi ve bunun da birinci isminin Erdoğan olması tespitinden hareketle bunun aşırı olduğunu söylemiştim. 21 yıl sonra Ömer Çelik haklı çıktı. Aslında çok daha önceden bu netleşti. Erdoğan hareketi, Erdoğan partisi ve hattâ bir yerden sonra da –birçok yayında, gerek Menderes Çınar’la gerek Kemal Can’la birlikte yaptığımız yayınlarda ortaklaşa söylediğimiz gibi– bir tür âile şirketine dönüştü Adalet ve Kalkınma Partisi. Şimdi îtiraz edenler olacaktır; Ömer Çelik örneğinde olduğu gibi, yeniden bakan yapılan Bekir Bozdağ örneğinde olduğu gibi hâlâ AKP’de var olan, ilk andan îtibâren AKP’nin kuruluş sürecinde olan ve bugün de hâlâ var olan isimleri söyleyeceklerdir. Bunların bir yerden sonra hiçbir anlamı yok. Bunların her birinin küçük çaplı belki bir iktidar alanları var; ama hiçbiri Erdoğan’sız bir şey değil. Hani Bülent Arınç’ın tâbiriyle: “Özgül ağırlığı yok”. Başta böyle değildi. Erdoğan, başta belli ölçülerde belli güçlere sâhip olan, Millî Görüş hareketinden kişilerle birlikte yola çıktı. İlk akla gelenler tabii ki Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Bülent Arınç. Sâdece bunlar değildi; ama en öne çıkan isimler bunlardı. Fakat onun dışında Millî Görüş hareketine yıllarını vermiş, özellikle de 90’lı yıllarda kendilerini çok göstermiş, öne çıkmış isimlerin büyük bir kısmını Adalet ve Kalkınma Partisi yanına çekmişti.

Onun dışında birtakım farklı kesimlerden kişileri de yanına almayı becermişti Erdoğan. Meselâ Erkan Mumcu AKP’ye katılmıştı. Meral Akşener, başta kuruluş sürecinde vardı; ama parti kurulmadan ayrıldı. Onun dışında, AKP’nin ilk günlerinde çok kişiye teklif götürülmüştü; ama bunların büyük bir kısmı ne olacağını kestiremediği için reddetmişti. Ama AKP tek başına iktidâra geldikten sonra, buraya değişik yerlerden; kısmen Alevîler’den, kısmen CHP’den, tabii ki merkez sağdan, merkez sağın artık yok olan partileri ANAP ve Doğru Yol’dan, Kürt hareketi içerisinde yer almış bâzı kişilerden katılımlar da oldu ve bir ittifak hâlinde yoluna devam etti Adalet ve Kalkınma Partisi. Bütün bunların hepsinde kontrol tabii ki Erdoğan’daydı; ama Erdoğan’ın gücü kayıtsız şartsız bir güç değildi. Diğer aktörler, özellikle o ilk kuruluşta öne çıkan isimler; ama onun dışında da partide gerek Millî Görüş’ten gelsin ya da dışarıdan başka kesimlerden gelsin, herkesin belli ölçülerde bir gücü, söyleyecek bir sözü, gerekirse îtirâzı vardı. Şu günkünden çok uzak bir tabloydu söz konusu olan.

Onun dışında AKP’nin özellikle ilk yıllarında kurduğu çok önemli dış ittifaklar vardı. Bu dış ittifaklar Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve Avrupa Birliği’ydi. Özellikle Avrupa Birliği’yle, Avrupa Birliği’ne tam üyelik süreci nedeniyle çok yoğun ilişkiler kuruldu ve Avrupa Birliği’ne, AKP ve Erdoğan iktidârı bayağı sırtını yasladı. En zor anlarda, özellikle kapatma dâvâsında Avrupa Birliği’nin –ama sâdece Avrupa Birliği’nin değil, ABD’nin de– desteğini almış bir AKP’den söz ediyoruz. Dolayısıyla içeride ve dışarıda kurulmuş bir koalisyon söz konusuydu. Ama bugünden bakıldığında, bütün o 21 yılı atlayıp bakıldığında, bâzıları Erdoğan’ın ilk günden îtibâren bunu hesaplamış olduğunu söyleyebilir; ben açıkçası çok emin değilim. Aklında böyle bir şey olsa bile, bugün gelinen nokta Erdoğan’ın hayal bile edemeyeceği bir noktaydı bana göre. Ama adım adım yaşanan süreçlerde bence Erdoğan’ın en büyük becerisi; mîâdı dolmuş müttefikleri tasfiye edip, hattâ onlara saldırıp, yeni ve tâze müttefikleri yanına çekebilmesi oldu. İlk yıllarda çok ciddî bir şekilde Türkiye’nin demokratikleşmesini, Avrupa Birliği üyesi olmasını isteyen ve bu anlamda da CHP başta olmak üzere –MHP o târihlerde muhâlefetteydi tabii– muhâlefet partilerine güvenmeyen, hattâ onlardan nefret eden; ama İslâmcı da olmayan, seküler-laik bir hayat tarzını da benimsemiş olan kesimlerin bile desteğini alabildi. Bunu unutmayalım. İkincisi; ekonomik olarak Kemal Derviş politikalarının yarattığı düzelmeyi Ali Babacan yönetiminde sürdüren bir AKP ve dünyadaki gelişmelere de paralel olarak çok ciddî bir büyümeye geçen bir ülke, alt sınıflardan ve orta sınıflardan ve tabii ki de büyük sermâyeden çok ciddî destekler alabildi. Böyle bir ittifaktan bahsediyoruz. Bir diğer yandan, Türkiye’nin Avrupa Birliği konusunda Erdoğan’la berâber attığı adımları önemli gören Avrupa Birliği; Batı’yla kurduğu, kurmak istediği ilişkileri önemli gören Amerika Birleşik Devletleri vardı. Biliyoruz ki Körfez Savaşı’nda Erdoğan, Bush’a, Türkiye topraklarını Amerikan askerlerine açma sözü vermişti; ama Meclis onun bu kararını veto etti. Bu hâliyle bakıldığı zaman Erdoğan, aslında o dönem Bush için çok câzip bir partnerdi. İsrail de Erdoğan’a “Neden olmasın?” diyordu ve bütün bunlara paralel olarak Batı medyasında da bir İslâmcı hareketin demokrasiye doğru evrilebileceği temennisiyle karışık, ılımlı İslâm beklentileriyle örtüşen bir yaklaşım vardı ve bir kredi veriliyordu.

Erdoğan’ın AKP’yle berâber öyküsüne baktığımız zaman, bu ittifakları dönem dönem değiştirdiğini görüyoruz. En kritik anlardan birisi Fethullahçılar’la ittifak yapmasıdır. Fethullahçılar ilk andan îtibâren AKP ile çok ciddî ittifak yapan bir hareket değildi. Çünkü onlar Millî Görüşçüler’i sevmezdi, Millî Görüşçüler onları sevmezdi ve birbirlerine temkinli bir şekilde yaklaştılar. Kavga etmediler; ama birbirlerine tam tâbi olmadılar. Fakat kapatma dâvâsı olayı, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına ordunun –Yaşar Büyükanıt’ın o zaman genelkurmay başkanı olduğunu hatırlayalım, onun döneminde ordunun– açıkça karşı çıkması filan gibi birçok olayla berâber, darbe hazırlığı söylentileriyle berâber, Erdoğan çok istemese de Fethullahçılar’la işbirliği yapmaya yöneldi. Belki de Fethullahçılar, iktidârı kendi yanlarına çekebilmek için, o dönemde ordudan gelen birtakım AKP’ye yönelik tehditleri belki de biraz abarttılar, biraz eklediler, belki de yalan yanlış birtakım şeyler tezgâhladılar ve sonuçta bir ittifak oldu. O ittifâka ilginç bir şekilde, Erdoğan’a destek veren, liberal diye adlandırılan, ama genel olarak baktığımız zaman merkezde olduğunu görebileceğimiz kişilerin büyük bir kısmı da açıkçası îtiraz etmediler, memnun kaldılar. Bir tek ciddî îtirâzın Kürt hareketinden geldiğini hatırlıyorum. Çünkü Fethullahçılar herkese mavi boncuk dağıtırken, özellikle PKK’ya ve PKK’yla paralel hareket eden yasal partilere karşı hep hasmâne bir tutum benimsemişlerdi. Orada bir sorun vardı. Nitekim daha sonra Erdoğan, Kürt açılımı yaptığı anda en büyük engelleyicilerden birinin Fethullahçılar olduğunu gördük. İşte orada garip bir değişim yaşandı. Fethullahçılar’la daha fazla sürdüremeyeceğini anlayan –özellikle MİT krizinin burada önemli bir rolü oldu– Erdoğan’ın başka arayışlara yöneldiğini gördük ve o dönemde de işte, “Roman açılımı”, “Alevî açılımı”, “Kürt açılımı” gibi açılımlarla kendini daha demokratik, çoğulcu bir toplum inşâ etme iddiasında bir parti olarak gösterip, oradan katılımlarla ve desteklerle yola devam etmek istedi. Fakat bu da bir yere gelip tıkandı. Bunun, özellikle Kürt açılımının neden tıkandığı yolunda değişik rivâyetler, teoriler vs. var. Fakat ben şunu düşünüyorum: Bu açılımın, Kürt açılımının Erdoğan tarafından sonlandırılmasının en önemli nedeni, Erdoğan’ın burada Kürtler’e kendi kafasındakinden fazla imkân tanımış olduğunu fark etmesi oldu. Onun genellikle şöyle bir yaklaşımı var — geçen “Adını Koyalım”da konuştuk bunu: Erdoğan, insanların haklarını elde etmesini, kazanmalarını pek isteyen birisi değil; onlara bahşeden, lûtfeden, onlara veren, yani “hak verilmez alınır” yerine “hak alınmaz verilir” diyen birisi. Ama Kürt açılımında, özellikle Abdullah Öcalan gibi bir ismin merkeze yerleştiği bir süreçte, bu süreci kendisinin belirleyemediğini gördü ve Gezi olayıyla berâber ilk ciddî toplumsal tepkiye de tanık oldu. Çok ciddî bir şekilde iktidârını sarsan bir hareketti Gezi ve orada bütün bu çoğulculuk, demokratikleşme, sayıca az olan grupların, azınlık olan grupların haklarını verme gibi perspektiflerin kendisine pek bir şey kazandıramayacağını hesapladı — ki bütün bunlardan geri adım atmaya başladı ve ondan sonraki süreçte birden hızlı bir otoriterleşmeye doğru gittiğini ve yeni ittifâkının MHP ile olduğunu göreceğiz. Ama burada iki önemli aşama vardı. Bir: Fethullahçılar’la yaşanan iktidâr mücâdelesinin önemli bir savaşa dönüşmesi — ki daha sonra darbe girişimine kadar gitti. Ama arada unutmayalım: Yolsuzluk iddialarının Fethullahçılar tarafından savcılar, polis ve medyası tarafından gündeme taşınması. Erdoğan’ın orada da çok ciddî bir şekilde direkten dönmesi olayı var. Bir de tabii ki 2015 Haziran seçimleri; AKP’nin tek başına iktidârını kaybetmesi. Bütün bunların üst üste binmesiyle berâber, orada da bu sefer müttefikler yine değişti ve devletin içerisinde hâlâ belli güçleri olan, kimisi Ergenekon sürecinde karşılarına alınmış olan, kimisi doğrudan karşısına alınmasa bile karşısına alınan kişilere yakın olan kesimlerle bir ittifâka doğru gitti. Hattâ burada ilginçtir; Ergenekon döneminde doğrudan Erdoğan-Fethullah Gülen koalisyonunun mağdur ettiği, cezâevine attığı, yargıladığı bâzı isimler de –ilk akla gelen tabii ki Doğu Perinçek; ama meselâ Sedat Peker de ve birçok eski asker de–, yeni dönemde her şeyin merkezine özgürlükleri değil de güvenliği koyan, militarizmi tekrar öne çıkaran Erdoğan’dan yana tavır almaya başladılar. Bütün bu süreçler içerisinde bir diğer husus; AKP içerisinde belli güçleri olan kişilerin ya Erdoğan tarafından doğrudan tasfiye edildiğini ya da nötralize edildiklerini, etkisiz kılındıklarını ve kimilerinin de bizzat kendilerinin ayrıldığını gördük. Büyük bir kısmı ayrılmak zorunda kaldı. Bunları ilk başlatan, çok erkendir: Abdüllatif Şener. Ama ondan sonra, kimileri Fethullahçılar’la yapılan ittifaktan rahatsızlık duyarak; ama büyük bir kısmı, sonradan özgürlükler yerine güvenliğin merkeze alındığı, Gezi ile başlayan süreçten sonra Erdoğan’ın çizdiği pozisyonla çok ciddî kopuşlar oldu. Fakat bakıyoruz, değişik zamanlarda kopanların oluşturduğu iki parti var. Bu iki parti de hâlâ AKP’ye karşı çok ciddî tehdit hâline dönüşebilmiş değiller. Birisi Ali Babacan, birisi Ahmet Davutoğlu tarafından yönetilen iki parti var ve dönüşebilmiş değiller. Erdoğan’ın önünü tıkadığı, normalde kendisinden sonra partinin başına geçmesi beklenen ve bir anlamda Erdoğan tarafından tasfiye edilmiş olan Abdullah Gül de şu ya da bu nedenle, kimi zaman “kol kırılır yen içinde kalır” diyerek; kimi zaman da tam olarak böyle bir şeye niyetlenmeyerek, belki cesâret edemeyerek Erdoğan’a meydan okuyamadı. Çok isim, meydan okur gibi olan Bülent Arınç gelgitler yaşadı. Kimi zaman sert çıktı, kimi zaman geri adım attı. Hâlâ parti üyesi olmaya devam ediyor. Erdoğan’ın danışma heyetinde yer aldı vs.. Burada şunu görüyoruz: Onunla birlikte yola çıkan kişiler, kendi güçlerini, kendi başlarını koruyamadılar ve etkisizleştirildiler ya da tasfiye edildiler ve sonrasında çok da fazla bir etkileri kalmadı. Peki onları tasfiye etmiş olması Erdoğan’ı daha mı güçlü kıldı? Hayır. Bu kişileri tasfiye etmeseydi, dışlamasaydı belki de bu tek adam rejimini inşâ edemeyecekti, içeriden bir dirençle karşılaşacaktı. Olabilir; ama Erdoğan tek adam rejimini inşâ ettikçe de gücünden kaybetti.

Çok ilginç bir olayla karşı karşıyayız. İktidârı elinde tekelleştirdiği ölçüde gücü zayıfladı Erdoğan’ın. Dışarıya yönelik olarak onun çok güçlü olduğunu düşünüyor olabilir insanlar. Her karârı tek başına alıyor, çok kısıtlı sayıda insana danışarak alıyor olabilir. Ama o onun iktidârının büyük olduğunu gösterir, yani alanının geniş olduğunu; ama güçlü olduğunu gösteremez. Özellikle de Başkanlık Sistemi’ne geçildiği andan îtibâren, daha önceki Haziran seçiminde kendini gösteren; ama esas mîlâdı Gezi olan Erdoğan’ın krizinin çok daha derinleştiğini ve alenîleştiğini gördük. Bir de buna ekonomideki büyük beceriksizlikler eklenince, çok ciddî bir ekonomik kriz de eşlik etti. Sonuçta Erdoğan’dan geriye AKP’de pek bir şey kalmadı. Başından îtibâren AKP’de olan kişilerin bâzılarının orada olması, onların bir gücü olduğu anlamına gelmiyor. Erdoğan’ın tek başına kalması aynı zamanda da onun gücünün iyice azalmasına yol açtı. Eğer bu tasfiyeler olmadan, bu sürekli gelgitli müttefik değişiklikleri vs. olmadan daha serinkanlı bir şekilde ve kendi “tek adam” hedefini öne koymadan gidebilseydi Erdoğan, belki bu krizleri daha kolay atlatabilirdi ya da atlatabilirdi diyelim. Yani şu anda atlatabildiği bir kriz yok. Büyük bir ihtimalle de iktidârını kaybedecek. Sonuçta iktidârını artırdıkça gücünden ferâgat etti ve geldi kaybetme noktasına. Şu saatten sonra, örneğin Alevî cemevine gitmesi, Hacı Bektâş Velî anmalarına katılacak olması, yok, “Alevî açılımı mı yapıyor, Kürt açılımı mı yapacak?” vs… bunların hepsi en fazla bir iki gün konuşulup unutulan şeyler. Artık Erdoğan’ın kimseyi yanına müttefik olarak katabilme şansı gözükmüyor. Çünkü birçoğunu zâten daha önce denedi. İnsanlar, Erdoğan’ın kendileriyle kurdukları ilişkinin tamâmen kısa vâdeli çıkarlar üzerine kurulacağını, kurulduğunu herhalde görüyorlardır — bir, böyle bir boyutu var. İkincisi de, istese ve yeni müttefikler bulsa da, bu gelinmiş olan noktada artık Erdoğan’ın dönmesi bence mümkün değil. Sonuçta geriye Erdoğan kaldı; ama bir aşamadan sonra, Erdoğan’ın iktidârından geriye pek de bir şey kalmayabilir – ki bunu Pazar günkü yayında daha geniş bir şekilde ele almayı düşünüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.