Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker ile Hukuk ve Demokrasi (88): Suçluyu bulduk: “Bencil halk demokrasi istemiyor” … mu acaba?

Demokrasi, çoğu kez idealleştirilmiş bir hedef olarak dile getiriliyor. Buna bağlı olarak, bâzı toplumların bu ideal hedefe çok yaklaşmış oldukları, bizim ise epey geride kaldığımız türünden tesbitler de yapılıyor. Bu da, elbette sevinilecek bir durum değil. Nihâyetinde, yerleşik yaygın kanıya göre, bir asır önce demokrasiye varmak için kurulduğu iddiâ edilen bir Cumhuriyet söz konusu. Bu kadar zaman geçmesine, demokrasiye “geçildiği”nden sık sık söz edilmesine, ciddîye alınması gereken bir çok partili siyâset tecrübesine sâhip olmasına rağmen, bugün, terim yerindeyse dünyâ demokrasi liginin en alt basamaklarına yuvarlanmış bir Cumhuriyet. Neden olmuyor?

İdeolojik, kültürel, ekonomik, sosyal pek çok faktörden söz edebiliriz. Bunlardan hangisinin daha belirleyici olduğunu da tartışma konusu yapmak mümkün. Geri kalmış bir tarımsal ekonomi, köylülüğün ağır bastığı bir sosyolojik yapı -ki buna tartışmalı bir terim olarak “feodal” veya “yarı-feodal” sıfatlarını da eklemek mümkün, düşük eğitim seviyesi, vs. Bunlarda köklü bir değişim olmadan, bir diğer deyişle gerekli ekonomik, kültürel, sosyolojik yapısal özellikler oluşmadan demokrasiye varmak mümkün değil. Bu nedenle, Cumhuriyet’in özellikle ilk dönemlerinde, ilerideki demokrasi hedefine ulaşmak için gereken yapısal özelliklerin kazanılmasını sağlayacak dönüşümlere ağırlık verilmiş ve sonuçta, kusurlu da olsa, demokratik bir siyâsî hayata adım atılabilmiştir.

Tek-partiden çok partili hayata geçişle ilgili bu anlatı, aynı zamanda Türkiye’de demokrasinin neden bir türlü tam anlamıyla yerleştirilemediğinin, arada askerî darbelere mârûz kalmış siyâsî hayatımızın şimdi de sivil otoriterilikle mücâdele etmek zorunda kalmasının sebeblerini de içeriyor. Yüzyıllık ekonomik gelişme, köylülüğün neredeyse tümüyle tasfiyesi ve büyük ölçüde şehirde yaşayan bir toplum hâline gelme, okur yazarlık bir yana, genel eğitim seviyesinin yüz önceyle kıyaslanmayacak derecede ilerlemiş olması, bunlar hep demokrasinin yerleştirilmesi için olumlu gelişmeler. Fakat, hâlâ olmuyor, demokrasi liginin en alt sıralarından yukarılara bir türlü çıkamıyoruz.

Ersin Kalaycıoğlu, Politik Yol sitesinde yayınlanan son yazısında, bu sorunu “lâ-ahlâkî bireysellik” diye adlandırılan bir zihniyet yapısının yaygınlığına bağlıyor. Hakkını vererek özetleyebilirsem, şöyle bir muhakeme yürütüyor: (1) Türkiye’de seçmen kitlesinin büyük çoğunluğu, 1950-2020 arasında hızla şehirde yaşar hâle gelmiş ama içinde doğup büyüdüğü kırsal toplum ve tarım ekonomisinin belirlediği “değer, inanç, tutum ve beklentiler”i sürdürmektedir. (2) Bu kitle, üretimin ve dolayısıyla kaynakların son derece sınırlı, gelir dağılımının aşırı eşitsiz olduğu koşullar altında, tam bir bireysel varoluş mücâdelesi yürütmektedirler. (3) Bu koşullar altında, kimsenin kendi bireysel ve belki hâne halkının çıkarlarından başka bir üst varlığı, örneğin ulus veyâ insanlık gibi kavramları düşünmesi söz konusu değildir. (4) Dolayısıyla bu kitlenin, hak ve özgürlük, hukuk devleti, bağımsız ve tarafsız yargı vb. gibi çağdaş liberal-demokrasinin temel değer ve kurumlarını talep etmeyi, onlara sâhip çıkmayı gerektiren bir tarzda düşünüp davranması mümkün değildir. (5) Bu koşullar altında, seçmenin kendisine bireysel olarak menfaat sağlayan “patronaj” ilişkilerine yaslanmakta, ona göre şekillenmekte, dolayısıyla hiçbir ahlâkî kaygı veyâ sınır tanımayan, güç temelli bir siyâset yapılanması ortaya çıkmaktadır.

İlk bakışta hayli câzip bir argüman gibi görünüyor. Kökleri hayli eskiye giden bâzı tesbitleri ve tezleri de hatırlatıyor. Örneğin, Osmanlı’daki hukukî ve siyâsî reformlarla ilgili olarak en temel handikaplardan birinin, aşağıdan, toplumdan gelen talepler sonucu gerçekleştirilmemiş, halktan kopuk reformlar niteliğinde oldukları tezi. Benzer bir biçimde, tek-parti dönemindeki reformlar da, “halk için, halka rağmen” gerçekleştirilmişti. Dolayısıyla, Türkiye’de halk kitleleri, aslında her zaman, hak, hukuk, özgürlük, demokrasi vb. değer, ilke ve kurumlarla ilgili olarak, ya kayıtsız kalmış, ya da kendi menfaatini gözeterek tavır koymuştur. Bu, bir anlamda seçimle iktidara gelen kadroların, iktidarlarını kendilerini seçen kitlelere menfaat sağlamalarıyla sürdürebildikleri bir tür “popülizm”e de yol açmaktadır ki, bugün anaakım siyaset bilimi literatürünün Türkiye’yi popülist otoriter rejimler içinde değerlendirmesi de bu açıdan mânidârdır.

Buna mukâbil, yine de sormak lâzım, gerçekten Türkiye toplumu demokrasiyi, bir ideal olarak değil de, bireysel çıkarlara âzâmî faydayı sağlayan bir rejim olduğu için mi tercih ediyor? Yoksa, halk kitlelerine böyle bir çıkarcılık atfedilmesi mi söz konusu? Çağdaş felsefecilerden Rancière, “popülizm” kavramının olumsuz bir yargıyla, bir tür suçlama gibi kullanılmasının, kurulu düzeni tehdit eden halk ayaklanmalarına üst sınıfların, “muktedirler”in tepkisinden kaynaklandığını göstermektedir. Yâni, popülist olan “halk” değil, halkın taleplerinden rahatsız olan kurulu düzen sâhipleridir. Buna benzer bir biçimde, Türkiye’de de kitlelerin siyâsî taleplerinin, hiçbir ahlâkî norm tanımayan, bu anlamda “anomik”, “bencil” ve “çıkarcı” talepler olarak nitelendirilmesi, aslında mevcut sistemdeki muktedirlerin konumlarını ve bu sistemden sağladıkları menfaatleri pekiştiren ideolojik bir örtü işlevi görmektedir.

Oysa, bir başka açıdan, şöyle de düşünebiliriz: Bugünün idealize edilen liberal-demokrasisi, kapitalizmin bir ürünüdür. Kapitalizm ise, bir üretim tarzı olarak, bireysel emeğin metalaşmasına dayanır. Kapalı tarım ekonomilerinde birey, kendi emeğinin sâhibi değildir, bu nedenle ne çalışarak kazanmak ve kazancını çoğaltmak gibi bir hayat perspektifi de yoktur. Kapalı tarım toplumlarında birey, bir cemaatin mensubu olarak doğar, yaşar ve ölür. Bireysel çıkar maksimizasyonu, kapitalizmin ürettiği bir zihniyet örüntüsü içinde geçerlidir, kaynağında piyasa mantığı ve emeğin metalaşması vardır. Bu tarza egemen olan “ekonomi” ise, “kıtlık” varsayımına dayanır. Kıtlık, “ihtiyaçların sınırsızlığı” ile belirlenir ve kapitalist piyasa toplumuna özgü bir durum/kavramdır. İhtiyaçların sınırlanmış olduğu kapalı tarım toplumlarında kıtlık da, çıkar maksimizasyonu da anlamını yitirirler. Kapitalizm, belirli târihî gelişmelerin sonucunda, bireyin hayat, özgürlük ve mülkiyet haklarını öncelikle güvence altına alan bir hukuk devletini, sonra da bu hukuk devletinin varlığını tehdit etmeyecek sınırlar dâhilinde uzlaşılmış bir demokratik siyâseti üretmiştir. Tabiî her yerde ve her zaman değil. Kapitalizmin mutlakiyetçilikle, faşizmle, nasyonal sosyalizmle, askerî ve sivil diktatörlüklerle gâyet iyi geçindiğini de biliyoruz. Dolayısıyla, bugün Türkiye’de yaşanmakta olan demokrasi sorununun asıl kaynağını halk kitlelerinin “köylülük zihniyetinden kaynaklanan çıkarcı bencilliği”ne bağlamak yerine, kapitalizmin “post-faşizme” açılmış neoliberal döneminin içinde bulunduğu krize yoğunlaşmak gerekmektedir.

Prof. Dr. Levet Köker Hukuk ve Demokrasi’de değerlendirdi:

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.