Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Batı’nın tercihi Erdoğan mı?

Batı, Erdoğan’ın seçimi kaybetme ihtimalinden heyecan duyuyor mu?

Ruşen Çakır, Batı’nın Türkiye’nin cumhurbaşkanı olarak Erdoğan’ı tercih edip etmediği konusunu yorumladı.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Merhaba, iyi günler. Bugün ikinci kez karşınızdayım ve bir önceki yayında söylediğim gibi, “Batı’nın tercihi Erdoğan mı?” sorusu üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.Bilenler bilir, dün akşam Medyascope’un Twitter’daki Space odasında aynı başlıkla, tâkipçilerin katıldığı bir yayın yaptık, orada ben de bir şeyler söyledim. İlginç bir konu bu. Bunun da hareket noktası, Cuma günü Kadri Gürsel ile yaptığımız yayın. Yayınının en son bölümünde benim bir sorum üzerine başlayan bir tartışma var. O tartışmada Kadri de ben de, ama esas olarak Kadri daha yoğun bir şekilde, Batı’nın Erdoğan’ın kaybetmesi için çok da fazla heyecan duymadığını ele aldık. Biraz uzunca ama; onu bir izleyelim ondan sonra devam edelim:

“Ruşen Çakır: Son günlerde farklı farklı yerlerden, Türkiye’deki Batılı diplomatların seçimlerde Erdoğan’ın kazanma ihtimâlini çok öne çıkarttıklarını duyuyorum. Senin kulağına geliyor mu böyle şeyler?

Kadri Gürsel: Geliyor tabiî, yani şöyle… 

Ruşen Çakır: Tercih mi ediyorlar? Yoksa…

Kadri Gürsel: Şöyle bakıyorlar bence: Okuyamıyorlar. Birincisi, Türkiye’yi okuyamıyorlar; o ayrı, ama şöyle bir varsayımla hareket ediyor da olabilirler: Erdoğan’ı nasıl olsa tanıyorlar; aslında Erdoğan’ı çözümlemek çok kolay; her ne kadar öngörülebilir olmasa dahi, yani güvenilir olmasa dahi, ne yapabileceği hususunda seçenekleri son derece azalmış, manevra alanı son derece kısıtlı bir lider. Türkiye’deki ekonomik krizin sorumlusu ve çözmesi mümkün değil — zayıflamış bir Erdoğan. Aynı zamanda Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin çok uzağında tutmanın da doğal gerekçelerini savunuyor. Yani demokrasiden uzaklaşmış, insan haklarının çiğnendiği, Avrupa’nın sâhip çıktığı bütün o beşeriyetin, o Batı medeniyetinin klasik değerleri işte: Demokrasi, insan hakları, kadın erkek eşitliği, bireysel hak ve özgürlükler, serbest piyasa şu bu… Yani Türkiye’yi bunlardan da tamâmen uzaklaştırmış, bambaşka bir noktaya düşürmüş bir Erdoğan’ın Türkiye’nin başında kalmasını ve Türkiye’nin de bu şekilde güçsüz kalmasının, zayıf kalmasının pekâlâ şu an için konjonktürel anlamda işlerine geldiğini düşünebilir bunlar. Ben biraz burada konspiratif bakıyorum. Çünkü doğalarına çok uygun böyle bakmaları; bir de tabiî kitaba uygun değil. Yani Türkiye yine ezber bozmak üzere olan bir ülke; Türkiye siyâset bilimine çok önemli katkılar yapmanın eşiğinde olan bir ülke. Türkiye rekabetçi ya da seçimli otoriter rejimden seçimle çıkılabileceğini, muhâlefetin uygun ve doğru davrandığı takdirde bunun mümkün olabileceğini göstermenin arifesinde olan bir ülke. Onlar şöyle bakıyorlar: Hani ağızlarının ucunda… “Ya bu işte bir tür, hani neredeyse bir diktatörlük” demeye getiriyorlar — “Bunlar kolay kolay böyle seçimle bırakmazlar” diye. Yani bizim çok aştığımız bir tartışma, onların kafalarında hâlâ bir doğru olarak…   

Ruşen Çakır: Türkiye’nin kaderi gibi görülüyor.  

Kadri Gürsel: Yani buna lâyık görüyorlar Türkiye’yi. Böyle bir duruma lâyık görüyorlar. Ve aynı zamanda da Erdoğan otoriter bir lider olduğu için, bir otokrat olduğu için, seçimle falan gitmeyeceğini düşünüyorlar. Seçimle gitmemek için her şeyi yapacağını varsayıyorlar. Ama şunu değerlendiremiyorlar: Erdoğan her ne kadar çok güçlü görünse de, bâzılarına yetecek gücü olsa dahi, her şeyi yapabilecek, yani seçimle gitmemek üzere her şeyi yapabilecek güce sâhip olan bir lider değil artık.

Ruşen Çakır: Burada şöyle paradoksal bir durum yok mu? Muhâlefetin içerisinde birçok kişi de, “Erdoğan her şeyi yapmak isteyebilir; ama Batı buna izin vermez” gibi bir yaklaşım içinde.

Kadri Gürsel: Hayır, öyle bir Batı yok hiç.  

Ruşen Çakır: Yani tamâmen Türkiye kendi kaderine terk edilmiş. 

Kadri Gürsel: Tabiî ki… yani ilk defâ Türkiye halkı, Türkiye’deki siyâset sınıfı, öyle Batı’dan falan da destek almadan, Batı’nın oluruyla değil, hattâ bir ölçüde Batı’ya rağmen kendi kaderini çizmek ve ülkeyi Batı’ya rağmen bir kez daha demokratikleşme yoluna sokmak üzere — bu önemli bir şey.

Ruşen Çakır: Çok önemli bir tartışma; evet, bu gerçekten de benim gözlemlediğim bir şey.

Kadri Gürsel: Batılı aktörlerin şu aralar genel olarak riyâkâr ve ikiyüzlü hareket ettiklerini, davrandıklarını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Evet, yani tam anlamıyla, “Ya, zâten Türkiye bunu yapamaz, zâten Türkiye bunu hak ediyor…” 

Kadri Gürsel: Onları bir kez daha şaşırtacağız. Yani öyle görüyorum.”

Evet, Kadri’yle yaptığımız sohbet böyleydi. Orada Kadri’nin söylediği, “Batı’ya rağmen Türkiye demokratikleşecek” sözü çok anlamlı. Biraz onu ılımlılaştırmak gerekebilir belki. Yani Batı, Erdoğan gitmesin diye bir çaba içerisine girecek değil; ama Erdoğan gitsin diye de bir çaba içerisine hiç girecek değil. Dolayısıyla Türkiye otoriterlikten kurtulacaksa, herhangi bir şekilde Batı’nın sâyesinde olmayacak bu. Bunu özellikle vurgulamak lâzım. Şu âna dek gördüğüm kadarıyla –Türkiye’de değişik ülkelerin diplomatlarıyla değişik vesîlelerle konuşup sohbet etme, tartışma imkânımız oluyor– yapılan birtakım açıklamalar var, temaslar var. Bütün bunlara baktığımızda, Batı, sık sık söylediğimiz gibi: “Türkiye aslında Erdoğan’ı hak ediyor. Erdoğan tam Türkiye’ye uygun bir lider” yaklaşımında — hele bir de yirmi yıldır iktidarda olmasının bunu gösterdiğini düşünüyorlar, birincisi o. İkincisi, Kadri’nin ısrarla vurguladığı husus çok önemli: “Erdoğan ne yapar eder iktidarı bırakmaz” mantığı Türkiye’de de var. Muhâlefetin içerisinde de var. Erdoğan taraftarları içerisinde de var. Ama belki de en güçlü olarak Batılılar’da var. Türkiye’de toplumun gücünü, toplumun irâdesini, milletin irâdesini geri plana atan bir perspektif var: “Erdoğan ne yapar ne eder bu iktidarı muhâfaza eder” perspektifi. Bu yanlışa İstanbul Belediye Başkanlığı seçimi sonrasında, seçimin iptal edilmesi üzerine çok kişi düşmüştü. Ama ikinci seçimde fark daha da açılmıştı. Orada millet, İstanbul seçmeni oyuna daha güçlü bir şekilde sâhip çıkmıştı. Tabiî benim Kadri’ye söylediğim hususu tekrar vurgulayalım — çok kişi şöyle düşünüyor: Erdoğan yapmak isteyebilir; ama Batı izin vermez, bu sorun çıkartır, zâten ekonomik kriz çok derin, bir de kaybettiği seçimin üzerine yatmaya çalışırsa, Batı’dan çok sert tepki alır gibi beklenti var. Açıkçası Batı’nın böyle bir şeyi önemseyeceğini ben de düşünmüyorum. Normal şartlarda söylenecek olan, “Biz zâten hiç kimsenin içişlerine karışmıyoruz” vs.’dir. Ama birçok yerde karıştığını da çok iyi biliyoruz. Hattâ birçok ülkede yönetimlerin değişmesi için çok ciddî yatırımlar yaptıklarını da biliyoruz. En son Trump dönemindeki Venezuela olayı aklımızda; ama özellikle ABD’nin târihinde bu çok var. Başka ülkelerde, meselâ Macaristan seçimleri öncesi Avrupa Birliği ülkelerinin büyük bir kısmı muhâlefete çok ciddî bir şekilde destek vermişti. Ama başarılı olamadılar; Orban bir kere daha kazandı. Burada özellikle şöyle bir olayı unutmamak lâzım: Erdoğan’ı sevmiyorlar, ama Erdoğan’a alıştılar. Onunla nasıl iş yapılabileceğini üç aşağı beş yukarı kestirebiliyorlar. Bu zor oluyor, bâzen canları sıkılıyor, değişik şekillerde tepkilerini dile getirme ihtiyâcı hissediyorlar — ki bunu en çok yapan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron biliyorsunuz; ama aynı zamanda Macron Erdoğan’la pek çok konuda anlaşabiliyor da. Fakat her vesîleyle, en son Cezayir’e gittiğinde bunu yaptı ya da Putin’le ilişki kurmak istediği zaman, “Putin ile temâsı sâdece Erdoğan’a mı bırakacağız?” diyebildi. Onun gözünde Erdoğan hep bir “öteki”, ama aynı zamanda da Türkiye’ye yakışan bir “öteki” gibi görüyorlar. Bunu özellikle vurgulamak lâzım; yani seveni yok diyelim Batı’da; seveni yok, ama ona duyulan sevgisizlik, belki de nefret, onun bir an önce ülkenin yönetiminden gitmesini arzulama şekline çok da fazla dönüşmüyor. Hele bunun için bir şeyler yapıp bir gayret içerisine girmeyi hiç getirmiyor. Buradan şu anlaşılmasın: “Batı müdâhil olsun ve Erdoğan’ın yerine muhâlefete yatırım yapsın” gibi bir derdim yok —zâten bunun Batı’ya rağmen olacağı muhakkak. Ama bu kadarı da kayıtsızlık, kayıtsızlıktan öte… Aslında tercih etmeseler bile, Erdoğan’ın tekrar seçilmesi durumunda çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamayacaklarını çok açık bir şekilde biliyoruz. Burada bir diğer nokta şu: Muhâlefet Batı’yı kazanmak için hiçbir şey yapmıyor. Şöyle bir yaklaşım belki vardır: “Zâten Batı Erdoğan’ı sevmiyor, onu sevmediğine göre bize herhalde sıcak bakıyordur. Ama böyle bir şey olmuyor, onu bir kere söyleyelim. Batı nezdinde muhâlefet tam bir muammâ; Batı’ya yönelik temaslar da yapmıyorlar. Halbuki AKP ilk kurulduğunda Erdoğan’ın ilk gittiği yer Amerika Birleşik Devletleri’ydi. Refah Partisi kapatıldıktan sonra Fazîlet Partisi Genel Başkanı Recâi Kutan’ın ilk gittiği yer Brüksel ve Strazburg’du; hattâ ben de o gezileri gazeteci olarak izlemiştim, çok ilginçti o geziler. Sonuçta bu hareketler gidebildi. Ama muhâlefet partileri gidemiyor, gitse bile açıktan söyleyemiyor; çünkü iktidar tarafından hedef gösterilmekten korkuyorlar. Yani: “Bunlar Batı’dan icâzet almak istiyor, icâzet alıyor” denmesin diye. Ve iktidârın Türkiye’de var olduğunu bildiğimiz Batı karşıtlığını kendilerinin aleyhine kullanabileceğini düşünüyorlar. Çok paradoksal durumlar var. Yani bir taraftan Erdoğan, Batı karşıtlığı üzerinden gidiyor; ama diğer taraftan muhâlefetin Batı’ya ulaşmasının önünü kesiyor. Ve Batı’nın kendisine karşı çok yıpratıcı olmaması için elinden geleni yapıyor. Şöyle bir soru var — ki dün Space yayınında da o soruldu: İnsanlar, “Türkiye’de seçmen, bir liderin ya da partinin Batı ile ilişkilerine bakıp oy verir mi?” diye soruyor. Tabiî ki tercih de önemli, esas belirleyici olan husus bu değil; ama bunun da bir etkisi olduğunu kabul etmek lâzım. Benim iddiam şu ki, her ne kadar Batı karşıtlığı Türkiye’de çok güçlü olsa da –meselâ Amerikan karşıtlığı, meselâ Avrupa Birliği’nde özellikle bâzı ülkelere yönelik karşıtlık olsa da–, insanlar genellikle Batı ile iyi geçinen bir Türkiye’yi tercih ediyorlar. Yani şöyle bir yaklaşım olabilir: “Biz Batı’ya lâf ederiz, şu olur bu olur; ama, aman yöneticilerimiz Batı ile çok da sorun yaşamasınlar, istediğimiz silâhları alabilelim, ithâlât-ihrâcat meselelerinde sorun çıkmasın, kolaylıkla vize alabilelim, vs.. Dolayısıyla bir partinin, bir siyâsetçinin Batı ile arasının iyi olduğunu göstermesi, sanmıyorum ki onun aleyhine olsun; bence Türkiye’de lehinedir. Ama şöyle bir husus var: Bundan rahatsız olanların sesi yüksek çıkar; bundan memnun olanlar sessiz kalır — böyle bir husus var. Bir diğer husus, Avrupa Birliği sürecinde biliyorsunuz Erdoğan belli bir aşamadan sonra tam üyelik müzâkerelerinin tam anlamıyla askıya alınmasına çanak tuttu. Aslında Batı da, Avrupa da bunu istiyordu. Erdoğan da buna râzı oldu. Her iki tarafın da râzı olduğu bir süreçle Türkiye’nin tam üyelik hayâlinin suya düştüğüne tanık olduk. Sonra bize ne dendi? “Vize muâfiyeti getirilecek, serbest dolaşım hakkı getirilecek” dendi yıllarca — Ahmet Davutoğlu başbakan iken kaç kere söyledi hatırlayın. Olmadı, olmadığı gibi normal Schengen vizelerinde de sorunlar çıkmaya başladı. Bugün îtibâriyle bakıldığı zaman, insanlar paralarını yatırıyorlar ve hiç gerekçesiz şekilde vizeleri reddediliyor — ki bunlardan birisi de benim. Fransa üzerinden yaptığım başvuru elimde kaldı. Ben ve eşimle oğlum için yaptığımız başvuru elimizde kaldı, böyle bir hâldeyiz. Şimdi, Erdoğan’la bunu yapmak çok kolay; ama diyelim ki yeni bir yönetim geldi ve bu yönetim tekrar Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle tam üyelik müzâkerelerini kaldığı yerden sürdürmek istiyor. Bu, Avrupalılar’ı çok ürküten bir şey; inanın, yani “Ne güzel Türkiye defterini kapatmıştık” derler. Adı konmasa da, Türkiye, artık tam üye olması hayal ötesi bir ülke gibi görülüyor. Neydi bir ara Merkel’in söylediği? Ayrıcalıklı ortaklık mı? İmtiyazlı ortaklık mı? Öyle bir önerme vardı. Türkiye kesinlikle îtiraz ediyordu. “Olur mu öyle şey? Biz tam üye olacağız” diyordu. Şimdi onun bile kenarından geçemeyen bir ülke var. Ve Avrupa bundan memnun; zîra her şey bir yana, Türkiye’nin kendi kapılarında doğurabileceği sorunlar falan var; hem bunlar var, hem de ülkelerinde çok güçlü bir şekilde yabancı karşıtı, İslâm karşıtı hareketler var ve bunlar Türkiye’nin AB üyeliğini kesinlikle istemiyorlar. Erdoğan sâyesinde bundan sorunsuz bir şekilde kurtulmuşlardı. Şimdi başlarına tekrar böyle bir derdin gelmesini istemiyorlar açıkçası. Bir de tabiî ki o söylediğim, muhâlefetin kendini anlatma yerine, Erdoğan’dan çekinerek, iktidardan çekinerek kraldan çok kralcılık yapması ve Batı karşıtı söylemleri çok yüksek sesle dile getirmesi, bu anlamda iktidarla yarışması da işin başka bir boyutu. Sonuçta baktığımız zaman, Türkiye’deki seçimlerin kader seçimi olacağını Batılılar da görüyor; ama onlar Türkiye’de çok da fazla şeyin değişeceğini sanmıyorlar. Büyük ölçüde sanmıyorlar, pek de umurlarında değil; çok da büyük bir “Ya, değişsin; yirmi yıldır Türkiye’yi Erdoğan yönetiyor, artık başka birileri gelsin. Daha iyi anlaşabileceğimiz, bize yakın birileri gelsin” gibi bir arayış içerisinde değiller. En azından Erdoğan’ın nasıl birisi olduğunu biliyorlar. Zor olduğunu, ama özellikle şu hâliyle, şu ekonomik kriz ortamında Erdoğan’ın yaşadığı siyâsî kriz ortamında Erdoğan’la ilişki kurmanın aslında çok da zor olmadığını görüyorlar. Ve açıkçası zayıf bir Türkiye’yi tercih ediyor gözüküyorlar. Türkiye’nin daha sonra, iktidar değişmesi durumunda –böyle bir kesinlik yok ama– güçlenmesi ihtimâli onları çok fazla heyecanlandırmıyor. Tabiî Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli batılılaşma üzerine kurulduğu için bu da çok acı bir durum. Batı’ya rağmen Türkiye’de Kadri, “Demokrasiyi getireceğiz, otoriterliği bertaraf edeceğiz” diyor. İşte şu anda yapılmaya çalışılan, bir anlamda Batı’ya rağmen batılılaşma gibi ilginç bir durum, çok zor bir durum ve aslında çok acı bir durum. Bunu bir şekilde kendilerine söylemek lâzım. Ne kadar umurlarındadır bilmiyorum; ama Türkiye’ye yönelik bakışlarındaki, kendi çıkarlarını her şeyin önüne alma perspektifinin bu kadar baskın olması gerçekten insanın mîdesini bulandırıyor diyeyim hadi. Cümle bu, evet: Mîde bulandırıyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.           

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.