Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Nasıl kitle partisi olunur ya da olunamaz? CHP ve İYİ Parti örnekleri

Kitle partisi nedir?

Türkiye siyasetinde hangi partiler kitle partisi olabildi?

Hangi partiler, kitle partisi olma özelliğini neden yitirdi?

Kılıçdaroğlu’nun “helaleşme” söylemi CHP’yi kitle partisi haline getirebilir mi?

İYİ Parti, kitle partisi olma şansını yitiriyor mu?

Ruşen Çakır, CHP ve İYİ Parti örnekleri üzerinden “Nasıl kitle partisi olunur ya da olunamaz?” sorusuna yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi hafta sonları. Başlıkta “kitle partisi” diyorum; CHP ve İYİ Parti örnekleri diyorum. Akla hemen şu gelecektir; CHP kitle partisi değil mi? %25 civârı oy alan bir partiden bahsediyoruz. Evet, öyle gözüküyor olabilir; ama bence hâlâ çok ciddî sorunu var. Oylarının çok olması, kitlesel bir parti olması, kitle partisi olduğu anlamına tam gelmiyor olabilir. İngilizce’deki catch-all party ya da big tent yani “büyük çadır” ya da “herkesten oy alan parti” anlamında kullanıyorum ben kitle partisini. Yani belirli bir çizgisi olmakla birlikte, toplumun farklı kesimlerinden, hattâ birbirleriyle sorunlu kesimlerinden oy alabilen partiler esas olarak kitle partisi olabilir.

Bu anlamda baktığımız zaman, 12 Eylül sonrasında Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi çok çarpıcı bir olaydı. Dört eğilimi birleştirmekten bahsederdi Özal. Yani burada sağcıyı, solcuyu, liberali ve muhâfazakârı, hepsini bir arada tuttuğunu söylerdi. Milliyetçileri ve muhâfazakârları da; zâten ANAP’ta uzun süre, milliyetçi ve muhâfazakâr kanatlar arasındaki çekişmeyi izledik. Bir de orta yolcular vardı, liberaller vardı ve ilginç bir örnekti. Onun ardından merkez sağın liderliğini alan Doğru Yol Partisi’nin de bir ölçüde ANAP’a benzediğini söylemek mümkün. En son merkezde olan parti AKP. AKP’nin bir kitle partisi olma iddiası başta vardı, çok ciddî bir şekilde vardı ve bu konuda çok önemli adımlar da attılar. Belirli bir aşamadan sonra farklı kesimlerin farklı nedenlerle oyunu alan bir parti olabildi. Fakat son dönemde AKP’nin artık bir kitle partisi vasfına sâhip olmadığını, hızla bunu yitirdiğini düşünüyorum ve “AKP’deki çözülme” denen olayın da büyük ölçüde bundan kaynaklandığını; Erdoğan’ın son dönemde İslâmî vurgulara, muhâfazakâr vurgulara daha fazla önem vermesini de kitle partisi olma iddiasını artık bırakmak zorunda kalmasıyla irtibatlandırıyorum — bâri en azından belirli bir kitleyi elinde tutabilmek için. Yani herkesten oy alan bir parti olmak yerine, sâdık bir kesimden oy alan parti olmak. 

Türkiye’de ilginç şekilde 80 sonrası, 90’lı yıllar ve daha sonrasında hep bu olayı yaşadık. Birtakım yeni partiler ya da var olan partiler, kitle partisi olup olmama yolunda hamlelerde bulundular. İlk başta Refah Partisi bunu yaptı; MHP bir ara Alparslan Türkeş zamânında yapar gibi oldu. Orada şöyle bir tanım geliştirilmişti — yanılmıyorsam bizim Tanıl Bora’nın tanımıydı: “İdeolojik omurgalı kitle partisi”. Yani bir ideolojik omurgası var, diyelim ki ülkücü; ama kendinden olmayan kesimlere de açılmak istiyor. Hattâ o yıllarda Milliyet gazetesine Kemal Can’la birlikte bir MHP yazı dizisi yapmıştım; orada Tanıl’ın da yazıları vardı. O yazı dizisinde bunları, MHP’nin açılma arayışını ele almıştık. Ama çok fazla süreceğe benzemiyordu; nitekim sürmedi. Devlet Bahçeli’yle berâber MHP zâten iyice kendi kabuğuna çekilen bir parti oldu. Bahçeli’nin kazandığı ilk seçimin –kazandığı dediğim, Türkiye’de birinci olmadı ama çok büyük bir çıkış yaptıkları seçim– 99 olması lâzım; orada da bir kitle partisi olmaya yönelik bir meyil olmadı. Ama bütün sistem partilerinin çökmesiyle berâber, özellikle Refah Partisi’nin kapatılmasıyla berâber, birtakım insanları, daha çok muhâfazakâr kesimin MHP’ye yönelmesine tanık olduk. 

Şimdi CHP bence tam olarak bir kitle partisi değil. Bir ölçüde bu var; CHP’nin kitlesine baktığımızda birbirinden farklı eğilimler de var, ama sonuçta CHP tabanı diyebileceğimiz bir olay var. Bu tabanın birtakım olmazsa olmazları var; meselâ Atatürkçülük, laiklik vs. bunları biliyoruz. Daha çok zamanla kentli orta sınıfların partisi olarak bir hüviyet kazandı. Yine burada da, Atatürkçü çizgi, laiklik çizgisi var. Şimdi Kılıçdaroğlu, “Yeni CHP” diye adlandırılan olayda değişik bir şeyler yapmaya çalışıyor. Özellikle “helâlleşme” denilen olayda, CHP’ye mesâfeli olan, CHP’ye kızgın olan, hattâ CHP’yi düşman gibi gören kesimlere ulaşmaya çalışıyor. Bir başka yayında, Kılıçdaroğlu’nun kanaat önderleriyle buluşmasından bahsetmiştim. Bunu Özgür Özel ile yaptığımız yayında da konuştuk, o da bayağı bir anlattı — izleyenler hatırlayacaktır. CHP hakkında çok kesin yargıları, olumsuz yargıları olan, önyargıları olan kesimlerle Kılıçdaroğlu kapalı da olsa görüşüyor. CHP’ye şu ya da bu nedenle tepkili olan kişilerle kamuya açık da görüşüyor. Örneğin 28 Şubat mağdurlarıyla görüşüyor ve başörtüsü mağdurlarıyla görüşüyor vs.. Burada CHP’nin yaptığı, CHP kimliğini bırakarak değil, yani CHP’yi CHP yapan Atatürk’ün kurduğu parti iddiasını hiçbir zaman bırakmadan, ama o partiye alerjisi olan, hoşlanmayan kesimlere gitmeye çalışıyor. Oylarını alır mı almaz mı bilemiyorum; ama onlara bir el uzatıyor, aradaki mesâfeyi kapatmaya çalışıyor. Bunun gerçekten CHP açısından önemli olduğu kanısındayım. Bundan sonuç alır mı bilemiyorum. 

Şimdi burada şöyle bir olay çıkacak karşımıza: Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olması. Yani CHP, muhâfazakârlara, Kürtler’e, şunlara bunlara, kendisine mesâfeli olan, hattâ kendisini düşman gören kesimlere gitmeye çalışıyor. Orada tabiî ki diline dikkat ediyor, üslûbuna dikkat ediyor. Sempatik ya da empatik davranışlar sergiliyor ve bu, tabanında tabiî ki birtakım rahatsızlıklara da yol açabiliyor. Meselâ “Ne işimiz var bu gericilerle?” diyenler ya da “Ne işimiz var bu bölücülerle?” diyenler de oluyor. “Böyle olursa ben CHP’li değilim” diyenler de oluyor vs.. Bunları diyerek, bu açılımı, yani kitle partisine dönüşmeyi, yenilenmeyi engellemek isteyenler oluyor. Bunların tehditlerine, uyarılarına ya da şantajlarına bâzen boyun eğenler olabilir. Kılıçdaroğlu şu âna kadar pek eğmiyor gibi gözüküyor; ama diğer yandan da bunu çok yüksek sesle söylemiyor. Genellikle o kesimlerle, partisine uzak kesimlerle kendisi arasında bir meseleymiş gibi, bir olaymış gibi yaşıyor. Yani tüm partisine mâl ettiği, tüm parti kadrolarını seferber ettiği bir helâlleşmeden bahsetmek mümkün değil. Temkinli gidiyor; ama gidiyor. Bunun sonucunda başarılı olursa, CHP bir kitle partisine doğru, gerçek anlamda bir kitle partisine dönüşebilir ve gerçekten farklı kesimlerden, kendisine mesâfeli kesimlerden de oy alabilir. Burada buna niyetlenmek başlı başına önemli bir olay. Bu konuda çaba sarf etmek ayrıca önemli bir olay. Sonuç alıp almayacağı apayrı bir olay. Eğer sonuç alırsa, meselâ eskiden AKP’ye oy vermiş seçmenin belli bir yüzdesini Kılıçdaroğlu kazanırsa, o zaman gerçekten mûcize gibi bir şey olur. Şu anda CHP bir şey deniyor, Kılıçdaroğlu bir şey deniyor aslında. CHP tam olarak deniyor mu, açıkçası emin değilim. CHP’lilerin büyük bir kısmı, “Ya, Kemal Bey bir şeyler yapıyor işte. Seçim için yapıyor herhalde. Çok da şey etmemek lâzım. Çok da abartmamak lâzım. Yapsın, etsin; ama biz CHP’yiz nasıl olsa” diyenler de olabilir. Fakat bu tür çabaların bir dönüştürücü yönü olduğu kanısındayım. 

Şimdi, İYİ Parti’ye gelecek olursak, birkaç gündür bu konuyu çok konuşuyorum. Geçen hafta Medyascope’taki pazar günüyazısında da bunu yazdım, biliyorsunuz — okuyanlar biliyor daha doğrusu. Akşener’li İYİ Parti, o ideolojik omurgasına sâhip çıkma derdiyle, kitle partisi olma konusunda çok ciddî bir şekilde bocalıyor. Bu süreçte olay sanki sâdece bir Kürt meselesi olayıymış gibi gözüküyor; ama onun da ötesinde bir olay. Meselâ çok çarpıcı, üzerinde çok durulmadı; ama Meral Akşener’in kitle partisi olma iddiasını, İYİ Parti’yi kitle partisine dönüştürme iddiasında çok önemli iki ayak var; hâlâ var mı göreceğiz. Birisi Atatürk. Anırkabir’e gitmeler, orada verilen fotoğraflar, Atatürk’e sürekli referanslar vs.. Bu şaşırtıcı, yadırgatıcı bir şey değil; ama çok güçlü bir vurgu var ve Atatürk’e bu şekilde vurgu yaparak Akşener kentli orta sınıflara da iyice açılarak, taşra kabuğunu, taşra milliyetçiliğinin kabuğunu kırma yolunda bayağı ciddî bir adım attı. Bir diğer husus da kadın meselesi. Kadın kimliğine sâhip çıkması, İstanbul Sözleşmesi’ndeki duruşu vs.. Tüm bunlar da bence kitle partisi olmak için çok akıllıca işlerdi ve bayağı samîmî bir şekilde yaptığını da görüyorduk. Biz genellikle geçenlerde Sedat Bucak’a yaptığı ziyâreti konuşuyoruz, Kürt meselesi bağlamında; ama CHP’li Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan ile berâber fotoğraf vermesi, itfâiye binâsının açılışına gitmesi çok acayip bir olay. Yani şöyle acayip bir olay: Tanju Özcan partisi tarafından disipline verilmiş, süreç devam ediyor; ama partiden ihraç edilebilecek birisi ve Meral Akşener’in en güçlü ortağı CHP. Bir, olayın bu boyutu var. Ama diğer bir boyutu, Tanju Özcan’ın disipline sevkinin nedeni o hep yaptığı şovlardaki gibi bir göçmen karşıtlığı, sığınmacı karşıtlığı değil; kadına yönelik ayrımcı dil kullanması ve belediye meclisi toplantısında ettiği sözler. Daha önce de benzer bir şekilde yine kadına yönelik ayrımcılıktan dolayı disipline verilmişti — bu sefer de öyle. Meral Akşener herhalde bunu biliyor. Yani Özcan’ın tabiî ki öne çıkan yönü sığınmacı karşıtı pozisyon alışı; ama disipline verilme nedeni de kadına yönelik ayrımcı dil. Yani bu durumda niye gider? Süreç de tamamlanmamış. Diyelim ki ihraç edilmedi, suçlu bulunmadı CHP tarafından; o zaman belki anlaşılır. Ama böyle bir yerde gitmesi açıkçası beni yadırgattı. Tek başına bir olay her şeyi göstermez; ama bunu bir not olarak düşmek istiyorum. Esas önemli olay burada Akşener’in o ülkücü geçmişe –yani Özer Sencar bunu “bagaj” olarak tanımladı, evet, “bagaj” lâfı kullanılıyor böyle yerlerde– son dönemde buna çok fazla sâhip çıkıyor görüntüsü vermesi ve dışa açılma, farklı kesimlere açılmaktan ziyâde, kendinde var olana, yani evdeki bulgura önem vermenin öne çıktığını gördük. Bunun sürdürülebilir bir şey olduğu kanısında değilim. Böyle bir şey yaparsa kendini dar bir alana hapseder ve MHP ile yarışan bir parti olabilir en fazla. Halbuki İYİ Parti’de –çok söyledim, tekrar söylüyorum, yine söyleyeceğim– çok ciddî bir potansiyel var. Bu potansiyel büyük ölçüde Meral Akşener’in şahsında somutlanıyor. Ama partide, özellikle siyâsete yeni giren ya da merkez siyâsetten gelip İYİ Parti’ye katılan isimlerin verebileceği bir dinamizm var. Ama örgütler de özellikle eski tür; yani MHP’den kopmuş, MHP’den kopuş nedenleri de kitle partisi olup olmamak değil, “Partinin başında kim olsun, kim olmasın?” meselesi olan, yani bir iktidar savaşı sonucu kopmuş olan insanların çok öne çıkması, buna ağırlık verilmesi. Bence çok büyük bir hatâ, yanlış bir yaklaşım var. O da işte, var olanı korumak, ideolojik omurgayı korumak için.

Şöyle bir şey söylemek lâzım: Meral Akşener’e bakan, birazcık bilen, birazcık CV’sini okuyanlar, yani Vikipedi’deki ya da Google’daki herhangi bir biyografisine baktığınız zaman onun zâten Türk milliyetçisi olduğunu biliyoruz. Akşener’in bir de Türk milliyetçisi olduğunu kanıtlaması gerekmiyor. Diğer arkadaşlarının da öyle, gerekmiyor. Ama eğer Türkiye’yi yönetmeye tâlipse, eğer dediği gibi Parlamenter Sistem’e geçildikten sonra başbakan olmak istiyorsa, çok daha fazla oya ihtiyâcı var, çok daha fazla insanın kendisine yönelmesine ihtiyâcı var ve farklı kesimlerden insanların yönelmesine ihtiyâcı var. Kitle partisi olma iddiasındaki partilerin –ki herhalde o iddiası var, onu istiyor– böyle çok kırmızı çizgileri olmaz, olsa da bunları sürekli kitlenin gözüne gözüne sokmaz. Burada yanlış stratejilerle karşımıza çıkan bir İYİ Parti olayı var son günlerde. Sürekli işte, “Bizim dokunulmazlarımız, bizim kırmızı çizgilerimiz” vs.. Bunları söylemekten, topluma ne vaat ettiklerini, nasıl bir değişim, nasıl bir demokrasi, hangi özgürlükleri vaat ettiklerini söylemeye ya zaman kalmıyor ya da bahsetseler bile, öteki şeyler, o eskiye yönelik referanslar o kadar öne çıkıyor ki diğerleri arada gürültüye gidiyor. AKP’nin ilk kuruluş yıllarında, hattâ Refah Partisi kapatıldıktan sonra Fazilet Partisi kurulduğunda, akıllıca bir yol izleyip İslâmcılık üzerinden çok fazla gitmediler. “Nasıl olsa” dediler –ki haklıydılar– “insanlar bizim dindarlığımızı vs. biliyor, onun sorgulamıyor”. AKP’ye ya da Fazilet Partisi’ne oy vermeyi düşünen insanlar zâten o partinin ne kadar dindar olduğunu, o parti adaylarının ne kadar dindar olduğunu değil; kendi meselelerine ne derece hâkim olduklarını ve nasıl çözeceklerini, çözüp çözmeyeceklerini merak ediyorlardı. Eğer AKP ilk başta ısrarla ve ısrarla, Erdoğan’ın şimdi sürekli yaptığını yapsaydı –“nass” deseydi meselâ ekonomide, “nass” dediği şeyi ilk yıllarda söyleseydi, 2002’den sonraki seçimde kazanabilir miydi hiç emin değilim. Bu çizgisini o zamanlar hayâta geçirseydi, yani şu anda mecbûren geldiği çizgiyi o zaman hayâta geçirseydi, 20 yıllık bir iktidâra tanık olmazdık. İnsanlar bir şekilde bunlara bakıyorlar. Tabiî ki ona oy verenler, normalde dînî veya ideolojik nedenlerle değil de birtakım daha reel nedenlerle oy verenler, zamanla, eğer oylarından pişman da değillerse, Erdoğan’la ideolojik olarak yakınlaşma içerisine girebilirler — olabilir ama çok da şart değil. Önemli olan onları bir arada tutabilmek. Burada ilginç olan husus şu: Erdoğan’ın Külliye’de yanında çalıştırdığı insanların büyük bir kısmı –çok acayip bir şey bu ama–, büyük bir kısmı ideolojik olarak kendisine çok da yakın olan insanlar değil. Bunların bâzılarına ben “devşirme” dedim biliyorsunuz. Devşirmelerle çalışabiliyor. Birbirinden farklı insanları heyetlerinde, komisyonlarında, danışma kurullarında vs. bir araya getirebiliyor Erdoğan. Ama topluma hitap ettiğinde –özellikle son dönemde– artık hep o kaba, katı İslâmcı perspektiften hitap etmeyi daha fazla tercih ediyor. Yani kendi ekibini çalıştırırken çoğulcu olabilen Erdoğan’ın, topluma hitap ederken çoğulculuktan uzaklaştığını ve insanları artık korkutarak oy istediğini görüyoruz ve bu da onun kaybetmesini mukadder kılıyor.

Şimdi burada İYİ Parti’nin, AKP’nin ilk yıllarına bakıp ona göre ondan dersler çıkartması ve sonra geldiği noktaya bakması lâzım. Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı’ymış gibi ülkeyi –üç aşağı beş yukarı, tam aynı değil tabiî ki ama– bugün öyle yönetmeye çalışan Erdoğan’ın, toplumun farklı kesimlerinden aldığı desteğin nasıl azaldığını hep berâber görüyoruz. Ama aradaki süreçte Erdoğan’ın o meşhur “Millî Görüş gömleğini çıkarttık” söylemi ve doğru yanlış, buna insanların inanmak istemesiyle giden bir 20 yıl oldu. Bir yazımda yanılmıyorsam söyledim –artık o kadar çok bu konuyu konuştum ki, daha da konuşacağım ama– “mış gibi” yapmak bile yeterli olabiliyor kitle partisi olmak için, Kürt meselesi bağlamında söylemiştim. Zamânında Süleyman Demirel’in Kürt realitesini tanımak ya da Tansu Çiller’in Bask modeli lâflarını söylemesi ve onların ardından güçlerini artırması ve sonra da tabii ki bunları hiçbir şekilde hayâta geçirmemeleri; ama “mış gibi” yaptılar, ihtiyaç duydular. Şu anda İYİ Parti “mış gibi” yapma noktasından bile uzak duruyor, öyle görüyorum ben. “Mış gibi” yapmanın da ötesine geçebilmesi lâzım aslında. Gerçekten yapması, kendisinin değişmesi lâzım ki, kendisinin yenilenmesi lâzım ki, daha geniş kitlelere ulaşabilsin. Ama burada garip bir tutuculukla karşı karşıyayız. Kılıçdaroğlu’nun, Atatürk’ün kurduğu partinin genel başkanı olmasına rağmen, CHP adını taşıyor olmasına rağmen aldığı riski, daha yeni –2017’de yanılmıyorsam– 2017’de kurulmuştu İYİ Parti, hattâ 2017’nin sonlarında kurulmuş bir partinin bu cesâreti gösterememesi, bu riski alamaması gerçekten çok garip. Bu tutuculukla giderlerse kitle partisi olma şansları olmayacak. Rakipleri olan bir kitle partisi de yok. DEVA Partisi bir ara olur gibi oldu; tekrar olur mu çok emin değilim. Ama böyle bir durumda ne oluyor? İYİ Parti kabuğuna çekilmeye yöneldiği zaman, kendisinden doğmuş olan Zafer Partisi’nin önünü açıyor. Yani bir anlamda belki de bu refleksleri göstermelerinin bir nedeni, Zafer Partisi’nin gördüğü ilgi olabilir. Yani kendisine Zafer Partisi’nden gelen bir tehdit algısıyla bunu yapıyor olabilir. Eğer böyle yapıyorlarsa çok daha büyük bir yanlış yaparlar. Aslında Zafer Partisi’nin varlığı, çıkışları ve Zafer Partisi’nin yani en azından Ümit Özdağ’ın İYİ Parti’den kopmuş olması, Meral Akşener’in İYİ Parti’nin kitle partisi olma iddiasını kuvvetlendirmesi gerekir. Yani derdi ki: “Bakın, bu tür kişiler gitti. Artık biz ideolojik değil, dar bir açıdan değil, tek bir konuya odaklanan değil; Türkiye’nin tüm kesimlerine yönelik iddiası olan bir partiyiz” diyebilirdi. Ama onun yerine, bir yanıyla MHP’yle bir yanıyla Zafer Partisi’yle yarışır gibi bir havaya giriyorlar ve bu, kitle partisi olma iddiasından bence vazgeçmek anlamına gelir. Sanıyorum Akşener bunu bir şekilde telâfî etmenin yoluna gidecektir. Aksi takdirde herhalde kamuoyu yoklamalarında da bunun yansımalarını göreceğiz. Nitekim son kamuoyu yoklamalarında biliyoruz ki en azından İYİ Parti’nin oylarındaki yükseliş durmuş durumda. 

Evet ilginç bir biçimde, CHP’de Kılıçdaroğlu’nun giriştiği, bir kitle partisi olmaya, CHP’yi yenilemeye yönelik riskli ama cesur bir adım varken; buna çok daha müsâit olan İYİ Parti’de çok daha –nasıl söyleyeyim?– muhâfazakâr –yani muhâfazakârdan kastım, muhâfaza etmek anlamında–, var olanı muhâfaza etmenin öne çıktığı bir süreç yaşıyoruz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.