AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 2023 genel seçimlerine doğru giderken asgari ücret açıklaması başta olmak üzere pek çok ekonomik program açıkladı. 10 Ekim Pazartesi günkü kabine toplantısının ardından açıklamalar yapan Erdoğan, üniversite öğrencilerine ulaşım desteği ve esnafa kredi imkanı verileceğini söyledi.
Erdoğan’ın bu hamleleri seçimi kazanmasında etkili olacak mı, seçim ekonomisi Erdoğan’ı kurtarır mı?
Ruşen Çakır yorumladı.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim ekonomisi adımları devam ediyor. Bitmek bilmiyor, biteceğe de benzemiyor. Artık her kabine toplantısının ardından yeni birtakım açıklamalar var. Bâzılarını “sürpriz” diye duyuruyor; bâzılarını “çok büyük yardım” olarak duyuruyor. En son pakette biliyorsunuz esnafa yönelik, 100 milyar liralık bir kredi paketi açıkladı. Tabiî ki bu kredi karşılıksız verilen bir şey değil. Ama fâiz oranlarını ve sürelerini mâkul tutmaya çalışarak, seçimden önce esnafın gönlünü almak istiyor Erdoğan. Bu bâriz bir şekilde ortada. Bir diğer uygulama da –acı bir olay ama– üniversite öğrencilerinin memleketlerine gitmek için ulaşım giderlerini devletin üstleneceğini söyledi. Bunun acı bir olay olduğunu not olarak düşelim. Ama sonuçta yine seçim ekonomisi olarak görülebilecek bir adım bu da.
Daha önce Kredi ve Yurtlar Kurumu’na olan borçlarını affetme yoluna gitmişti. Hattâ biliyoruz ki öncesinde CHP lideri Kılıçdaroğlu bu konuyu gündeme getirdi, ondan önce davrandı. Asgarî ücrette düzenlemeler oldu; yeni düzenleme olacağını şimdiden duyuruyorlar. Yılbaşında, önümüzdeki sene için asgarî ücretin çok câzip bir şekilde artırılacağını söylüyorlar. Şimdiden propagandasını yapıyorlar. Emeklilikte yaşa takılanlar hususunu Aralık ayında çözme iddiasında iktidar. Bu böyle devam ediyor. Tabiî burada çok sayıda soru da var. Ama insanlar bu soruları sormak yerine, doğrudan olayları yaşamayı tercih ediyorlar. Örneğin TOKİ’nin konut projesine insanlar başvuruyor. Burada ortaya atılan birtakım sorular var ve sorular çok da fazla gündemi işgal etmiyor. Gündemde olan, yüz binlerce, belki milyonlarca insanın buralara başvuruyor olması. Bütün bunlara bakıldığı zaman şunu söylemek mümkün: Seçimi kazanmak için her şeyi yapması beklenen Erdoğan, özellikle elinden geldiği kadar ekonomik anlamda toplumun farklı kesimlerini, özellikle dar gelirli grupları tatmin etmeye yönelik adımlar atacak. “Bunun kaynağını nereden buluyor, nasıl buluyor?” meseleleri uzmanların tartıştığı konular olarak kalıyor. Fakat şunu özellikle vurgulamak lâzım: Bu atılan adımların, seçim ekonomisi anlamında yapılan işlerin kalıcı etkileri olacak. Yani siz yüz binlerce kişinin başvurduğu TOKİ konutlarını seçime kadar teslim etmeyeceksiniz tabiî ki. Bunlar seçimden sonraya kalacak, belki birkaç yıl sürecek projeler ya da bugün esnafa dağıtmayı düşündüğünüz 100 milyar liralık kredinin etkileri uzun vâdeye yayılacak. Sonuçta Erdoğan bunları yaparak, belki de seçimi kaybetse de yerine gelecek olan iktidâra da çok acayip bir borç devretmiş oluyor. Bunların yükümlülükleri, “Devlette devamlılık esastır” kaidesinden hareketle, iktidârı kaybetse de yeni iktidârın, yeni hükûmetin üzerinde olacak. Eğer bunların sâyesinde, bu tür adımların da sâyesinde Erdoğan iktidârını korursa, ondan sonra bakacak. Bugünden attığı adımların yarına etkilerini azaltmaya çalışacak ya da üzerinde seçim baskısı da olmayacağı için uzun bir süre işi oluruna bırakacak.
Sonuçta Erdoğan, bu seçim adımlarını atarak, seçim ekonomisi uygulayarak, her hâlükârda zararsız çıkıyor. Bundan çok bir zarar görmüyor. Bu tür adımların Erdoğan’a oy kaybettirmesi, herhangi bir iktidâra oy kaybettirmesi pek mümkün değil. Kimse seçim ekonomisi uyguladı diye iktidardaki partilere oy vermezlik etmez. Ama tam tersine buradaki atılan adımlardan bâzılarının câzibesine kapılıp, oy vermeyeceği varsa da verebilir. İşte burada çok önemli bir nokta karşımıza çıkıyor. Bu atılan adımların seçim ekonomisi adımları olduğunu hepimiz biliyoruz, herkes biliyor, iktidar da çok gizleme ihtiyâcı hissetmiyor. Fakat şöyle bir husus var: “Ne olacak canım? Ne zararı var? Kime ne zararı var? Yapabiliyorsa yapsın” diyerek bırakılabiliniyor. Burada işte muhâlefetin devreye girmesi, girebilmesi lâzım. Bu atılan adımların konusunda –ki şu âna kadar meselâ konutlarla ilgili, TOKİ konutlarıyla ilgili Kılıçdaroğlu’nun, “Biz de tabiî ki bunlara îtiraz etmiyoruz; ama…” diye birkaç cümlesi oldu, fakat gürültüye gitti–, muhâlefetin ekonomi konusunda henüz ciddî bir çıkış yapmamış olması, birtakım sorunların tespitini bile tam olarak yapmaması, insanların zâten yaşadıkları ekonomik sıkıntıların farkında olduğu düşüncesiyle genellikle, “İşler kötü gidiyor, biz gelince düzelecek” diye özetlenebilecek bir yaklaşımın ötesine gitmemesi burada karşısına ciddî bir sorun olarak çıkıyor. Herhangi bir iktidar seçim ekonomisi uygulayabilir; ama o seçimde rakibi olacak olan muhâlefet partileri, hele Türkiye’de olduğu gibi altısı birden bir masada birleşmişse, ona karşı çok güçlü birtakım açıklamalar yapmak, alternatifler sunmak durumundadır. Yani bugün esnafa açıklanan 100 milyar liralık kredi meselesini, muhâlefetin serinkanlı bir şekilde ve iknâ edici bir şekilde kamuoyuna kendi bakışından anlatması gerekir: Neresi doğru, neresi yanlış ve kendilerinin iktidâra gelmesi durumunda neyi, nasıl ve neden yapacaklarını anlatması gerekir. Henüz bunun çok uzağındayız.
Dolayısıyla şu hâliyle bakıldığı zaman, özellikle ekonomi alanında, iktidar bir özne olarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Elindeki imkânları sonuna kadar kullanarak, kimi zaman da imkânı olmasa bile, birtakım çok büyük riskleri göze alarak birtakım adımlar atıyor, bir şeyler yapıyor. Buna karşılık muhâlefetin hâlâ ekonomi konusunda durum tespiti ve ilk akla gelecek şeylerin söylenmesinden ibâret olan, birtakım eleştirilerini saymazsak geride çok fazla bir şey yaptığı söylenemez. İşin ilginç tarafı, muhâlefetin bu konuda kadroya ihtiyacı yok. Hemen hemen her muhâlefet partisinde, gerçekten çok yetkin isimler var. Konulara hâkim, ekonominin farklı alanlarına, kalkınmaya, finansa vs. birçok konuya hâkim isimler var. Önemli yerlerde duruyorlar. Fakat bunların her biri ayrı ayrı bir şeyler söylüyor, söylemeye çalışıyor ve bunlar gürültüye gidiyor. Bir araya gelmiyor. Bir araya gelseler bile üretilen şeyler kamuoyuna yansımıyor. Şimdi en son Altılı Masa toplantısında yeni komisyonlar kurulacağı söylendi. Onların içerisinde ekonomi de var. Ama bir kere bunun uzmanlar tarafından geliştirilmesi bir yana, liderler tarafından anlatılması gerekiyor. Şu âna kadar ben, değişik şehirlerde Kılıçdaroğlu’nu ve Akşener’i izledim ve bu illerde Kılıçdaroğlu da Akşener de ayrı ayrı esnafa, halka seslendiler ve genellikle de ekonomi temelli eleştirilerini dile getirdiler. Fakat bunların hiçbirisinde gerçekten insanları heyecanlandıracak çok somut, elle tutulur ve gerçekleştirilebilir önerileri şahsen pek duymadım. Genellikle, “Derdinizi biliyoruz, derdinizi çözeceğiz”, bir de Kılıçdaroğlu’nun söylediği, “çiftçiye ücretsiz mazot” filan gibi birtakım popülist çıkışlar. Ama onun dışında daha elle tutulur bir ekonomik vizyonu henüz muhâlefetin ne tek tek partileri ne de –esas önemli olanı– bir bütün olarak muhâlefet partileri bunu sunmuş değiller. Ekonomiyi bir anlamda oluruna bırakmış gözüküyorlar. Nasıl olsa bu enflasyonla, bu hayât pahalılığıyla insanlar, seçmen bu iktidâra oy vermez, diye düşünüyorlar. Halbuki şunu biliyoruz: Değişik kamuoyu araştırmalarında insanlara, seçmenlere sorulduğu zaman, “Ekonomik gidişattan memnun musunuz?“ sorusuna, ezici bir çoğunluk “Hayır” cevâbını veriyor. “İktidârın ekonomik politikalarından memnun musunuz?” sorusuna da yine çok büyük bir “Hayır” cevâbı var; ama “Muhâlefet bunları çözer mi?” sorusuna da hayli yüksek bir “Hayır” cevâbı var. Yani ekonomik gidişattan memnun olmayan, iktidârın ekonomiyi yönetmesinden memnun olmayan seçmenin önemli bir kısmı, muhâlefetin de bu işleri çözebileceğini düşünmüyor.
Biliyoruz ki seçmen tercihinde ekonomi genellikle öncelikli gelir. Siyâsî birtakım konular onun ardından gelir ve Türkiye’de şu hâliyle baktığımız zaman, bu ekonomik durumda, bu iktidârın bir seçimi kazanması mümkün değil. Fakat iktidârın kaybedebilmesi için, muhâlefetin kazanabilmesi gerekiyor. Muhâlefetin kazanabilmesi için de seçmenin, özellikle kararsız seçmenin kalbini ve zihnini kazanabilmesi gerekiyor. Burada kararsız seçmen diyorum, özel olarak onu söylüyorum; çünkü son dönemde yapılan kamuoyu araştırmalarında kararsız seçmen sayısının azalmakta olduğu yolunda farklı farklı bulgular var. Örneğin MetroPOLL Araştırma’nın son araştırmalarında –Özer Sencar Bey’le de yeni konuştum, tekrar teyit ettim– kararsızların sayısının azaldığını, kararsız seçmenin içerisinde önceki seçimde AKP’ye oy vermiş olanların daha önceleri yüksek olduğunu ve şimdi azaldığını ve bu oyların önemli bir kısmının tekrar AKP’ye gittiğini gözlediklerini söylüyor. Bâzılarının MHP’ye, bir kısmının HDP’ye gidebileceğini; ama esas olarak kararsızlardan tekrar oy vermeye karar verenlerin, AKP’ye daha önce vermiş olanların önemli bir kısmının tekrar AKP’ye vereceğini bulduklarını söylüyor. Yani buradaki meseleyi basit bir şekilde şöyle okuyabiliriz: Ekonomik gidişattan dolayı AKP’ye bir daha oy vermeyi düşünmeyen, ama kime vereceğini bilmeyen seçmenlerin, parti tercihlerini yaparken, diğer partilerin ne yapıp ettiklerine baktıklarını ve bâzılarının karşı tarafta ya da diğer partilerde çok da heyecanlanacak bir şey görmeyip, o mâlûm, “Yaparsa Erdoğan yapar“ sloganıyla, onun câzibesiyle tekrar AKP’ye dönebileceklerini söylüyor meselâ MetroPOLL’ün araştırmaları. Bu ilginç bir durum. Bunu aslında yenebilecek olan muhâlefetin kendisi. Bir yanda, demin de dediğim gibi, iktidar bir şeyler yapmaya çalışıyor, gündeme müdâhil olmaya çalışıyor, ekonomide bir şeyler yapmaya çalışıyor, dış politikada bir şeyler yapmaya çalışıyor. Erdoğan, meselâ yine Putin’le bu sefer Kazakistan’da buluşacak. Sürekli bir yerlerde, birileriyle gidiyor görüşüyor. Olmadık, en kavgalı olduğu kişilerle barışıyor. Meselâ Suudi Arabistan’la, Birleşik Arap Emirlikleri’yle, İsrail’le karşılıklı büyükelçiler atanıyor. Belki Erdoğan İsrail’i ziyâret edecek deniyor. Erdoğan’ın Esad’la görüşmesinin artık ihtimal dâhiline girdiğini görüyoruz. Bütün buralarda Erdoğan birtakım riskler alarak, birtakım şeyler yapıyor. Düne kadar düşman belledikleriyle dost olmaya çalışıyor. Ukrayna-Rusya arasındaki savaşa bir şekilde dâhil oluyor. Her iki tarafı da idâre etme yolunda bir şeyler yapıyor. Kimi zaman başarılı, kimi zaman başarılı değil; ama bir hareket içerisinde görüyoruz. Muhâlefetin ise buna karşılık genellikle işleri oluruna bıraktığını ya da çok da önemli olmayan, hayâtî olmayan, merkezî olmayan konularda birbirleriyle mücâdele ettiklerini görüyoruz. Sonuçta dönüp dolaşıp muhâlefetin kazanmaya mecbur olduğu –bu lâfı hep söylüyorum, hep söyleyeceğim–, kazanmaya mecbur olduğu bir seçimi, kazanamamak için olduğu yerde durmasına tanık oluyoruz ve bundan tabiî ki en çok siyâsî iktidar istifâde ediyor, edeceğe de benziyor.
Şimdi bütün bunları yarın bir kere Levent Gültekin’le konuşacağız. Levent’le –izleyenler bilir– başörtüsü meselesini, Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışını çok farklı değerlendirdik. Onunla bir tür –esprili bir şekilde tabiî– düellomuz olacak yarın saat 15.00’te. Yarın saat 20.00’de de “Adını Koyalım”da esas olarak iktidârın seçim stratejisini, tabiî bunun içerisine seçim ekonomisini de koyarak tartışacağız. Geçen hafta Kemal Can yoktu. Bu hafta Kemal’in de olacağı bir “Adını Koyalım” olacak. Bu konuları daha çok konuşacağa benziyoruz. Ama şu hâliyle gördüğümüz: “İnisiyatif kimde, kim öne çıkıyor?” –ki Levent’le yayınımızın başlığı bu– “Seçim yarışında kim önde, kim arkada?” diye soruyoruz. Kimin önde kimin geri planda kaldığı tartışılabilir; ama kimin bir şeyler yapmak istediği, kiminse olayı genellikle oluruna, ortada bıraktığı belli. Çünkü iktidar bir şeyler yapmaya çalışıyor. Elindeki imkânları zorluyor. Belki çok büyük riskler alıyor ve bu risklerin bir kısmını, seçimi kaybetmesi hâlinde gelecek olan iktidâra devrediyor. Ama muhâlefet genellikle top çeviriyor — öyle söyleyelim. Son günlerde biliyorsunuz futbolu konuşmak çok moda oldu. Meselâ şu anda Kemal Kılıçdaroğlu bu tartışmaların uzağında, Amerika Birleşik Devletleri’nde. Çok da siyâsî olmayan birtakım temaslarda bulunuyor. İlginç bir durumla karşı karşıyayız. 8 ay kaldı ve iktidârın gayretleri, muhâlefetin sessizliğiyle geçmekte olan bir Ekim ayındayız. Eylül ayında genellikle yine iktidar birtakım gayretler sarf etti. Muhâlefet daha çok kendi içerisinde kavga etti. Ekim ayında, meselâ ayın ortasında yapılacak olan –ki 15 günde bir yapacaklar artık– toplantısında neler çıkacak? Ama artık muhâlefetin, Altılı Masa toplantılarını bekleme, bekletme lüksünden de sıyrılması gerekiyor herhalde. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.