Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (75): Siyasi iktidarın seçim stratejisi

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde İstanbul-Sinan Erdem Spor Salonu’nda düzenlenen TÜGVA 5. Olağan Genel Kurulu ve 6. Gençlik Buluşması’nda asgari ücrete ilişkin konuştu. Erdoğan, “İnşallah aralık ayındaki yapılacak olan yeni değerlendirmelerle de asgari ücreti en uygun rakama çıkaracağız. Şu an onun hazırlığı içindeyiz” dedi.

Erdoğan, 10 Ekim’de yapılan kabine toplantısının ardından da esnafa yönelik açıklamalarda bulunarak, “Esnafımız için Halkbank vasıtasıyla 60 ay vadeyle ve yüzde 7,5 faiz oranıyla istifade edebilecekleri 100 milyar liralık bir kredi kampanyası başlatıyoruz” diye konuştu. Erdoğan’ın seçim ekonomisi sonuç getirir mi? Dış politika hamleleri Erdoğan’ı güçlendiriyor mu? İktidarın artan, muhalefetin azalan özgüveni ne anlama geliyor?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Edgar Şar ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım’da değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhaba, iyi akşamlar. “Adını Koyalım”da sizlerle birlikteyiz. Kemal Can bu hafta da aramızda olamadığı için yine ben yedek oyuncu olarak buradayım. Bu arada, soranlar, merak edenler oluyor: Kendisi iyi. Buradan da selâmlarımızı yollayalım Kemal Can’a. Umarım gelecek hafta burada olur. 

“Adını Koyalım”da haftalardır muhâlefet stratejileri konuşulduğu için biraz da iktidâra dönelim dedik. Mâlûm, son zamanlarda iktidârın bir özgüven tâzelediği, hattâ bunun anketlere de yansıdığına dâir ciddî argümanlar öne sürülüyor ve birtakım veriler ortaya çıkıyor. Onun için, iktidârın seçim stratejisi nasıl olacak, seçime giderken nasıl bir strateji uygulayacak biraz buna bakacağız. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Ruşen Çakır’la birlikteyiz. Merhabalar, hoşgeldiniz. 

Çakır-Çavdar-Özpek: Merhaba. 

Edgar Şar: Ayşe, seninle başlayalım. Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışından sonra, özellikle başörtülüler ya da muhâfazakârlar için, “Bu insanlar Cumhur İttifâkı’na bir anlamda rehîne olmuş kişiler. Ben onları kurtarmaya çalışıyorum” dedi. İktidârın yürüttüğü kutuplaştırma politikasında tabiî ki böyle bir strateji var. Sence bu işe yarıyor mu? Bu son dönemdeki özgüven artışı bununla mı ilgili?

Ayşe Çavdar: Zâten AKP’den kopmuş olan muhâfazakârların Altılı Masa’ya doğru gidişlerini, oraya oy verme irâdelerini, konu komşusuna açıklamalarına yarayabilir. Ama AKP’nin, o kemikleştiği söylenen %30’undan bir şey koparacağını zannetmiyorum. O nedenle, mâliyeti getirisinden yüksek bir şey olduğunu düşünüyorum. Ben kadın olarak konuşuyorum burada. Bir kez daha, kadın bedeninin siyâsî tepişmenin arenası hâline gelmesi, bence böylesi bir kazanım için çok büyük bir bedel. Dolayısıyla başka bir yöntem bulunabilirdi. Bundan, Show TV’de başlayacağı söylenen dizinin fragmanları dönmeye başladığında, AKP’nin yine kimlik ve değer konusunu oynatacağından emin oldum, çünkü yapabileceği fazla da bir şey yok. Tabiî ki bir seçim ekonomisi uygulayacak, ama onun kendisine sağladığı birtakım avantajlar da var. Seçim ekonomisi uygulamak ve bununla ülkeyi bir kez daha, şimdi olduğundan daha büyük bir bâdireye sokmak onun için çok anlamlı bir şey değil; ödenebilecek bir bedel. Kendisi ödemiyor zâten; ülke ödüyor. Dolayısıyla öyle bir şey yapacaktır. Fakat burada yaptığı, nâdîde ve biricik eseri olan kutuplaşmış siyâseti, eski kartları tekrar masaya getirerek oylatmak. Temel stratejisi buymuş gibi görünüyor. Başörtüsü de bunlardan bir tânesi. 

Dediğim gibi, Show TV’de başlayacak dizinin tanıtımlarını görünce emin oldum ki, Kılıçdaroğlu’nun atraksiyonları, bunun önünü almak ve önden kendisine şu rahatlığı sağlamak: “Ben bunu yasal güvenceye kavuşturalım diye söyledim. Ama gördünüz; kendisi yapmadı. Kamuda…” Kamuda dediği de, devletin maaş verdiği ortamlar. Başka haklar söz konusu olduğunda, ama özellikle başörtüsü söz konusu olduğunda, bu kadar dar bir kamu târifi de zaten artık işlemeyen bir kavram. Çünkü “Başörtüsü üzerinden bütün muhâfazakârları, dindarları kendi siyâsî rehînesi olarak tutmak istiyor” cümlesini meydanlarda kurabilmek için yapılmış bir iş bu. Bedeli getirisinden daha büyük bir iş. Çünkü bedelini Kılıçdaroğlu ya da Altılı Masa ödemiyor. O bedeli kadınlar ödüyor. Kaç gündür, başörtüsü, kılık kıyâfet üzerinden bir siyâsî çekişmenin arenası hâline gelmiş vaziyette. Bu böyle kolay tazmin edilebilir bir zarar da değil esâsında. Çünkü kutuplaştırma siyâsetinin tam orta yerine bununla konması, kadınları ve birbirleriyle olan ilişkilerini de gerçekten çok kırılgan hâle getiriyor. Sâdece siyâsî gönüllülükten bahsetmiyorum. 

Edgar Şar: Araya girerek bir soru soracağım sana Ayşe: Sen “AKP’nin, o %30 çekirdek kesimden bir şey koparacağını sanmıyorum” dedin. Bâzı anketlere de yansıyan son günlerdeki özgüven artışı bununla ilgili değil mi demek istiyorsun?

Ayşe Çavdar: Hayır, değil. Belli ki AKP’nin bir seçim stratejisi var. Bu stratejinin parçalarından bir tânesi, başörtüsü üzerinden CHP’yi ve CHP’nin masasındaki ortaklarını köşeye sıkıştırmak. Kılıçdaroğlu’nun önünü almaya çalıştığı şey de, bu stratejiyi bir şekilde kesmek. Sonunda, elinde çok riskli bir şey oluştu. Çünkü bu sefer de anayasa düzenlemesi getirildi. O anayasa düzenlemesi sâdece âileyle ilgili değil. Metne şöyle bir baktığınız zaman, dînin bütün haklar ve özgürlükler evrenindeki yeri de biricikleştiriliyor ve merkezîleştiriliyor. Dolayısıyla önüne daha büyük bir kart kondu. Bu kartı da henüz bertaraf etmiş değil. Kılıçdaroğlu dün TURKEN Vakfı’nın gökdeleninin önünden yaptığı açıklamada da, “Onlarla anayasa konuşmayacağız” dedi — sanki bunun mâzereti gökdelenmiş gibi. Oysa, “Böyle bir ortamda zâten anayasa konuşulmaz. Şu anda bizi oyuna getirmeye çalışıyorsun. Bu şantajını yemeyeceğiz. Biz anayasayı daha özgürlükçü bir ortamda yapacağız” diyebilirdi. Bunu deme hakkını da, başörtüsü atraksiyonu yaparak kendi elinden almış oldu. O yüzden, çok başarılı, anlamlı bulduğumu, bir işe yaradığını düşünmüyorum. AKP’nin ne yapacağına dâir öngörülerde bulunarak siyâset yapmanın da bir sınırı var. Bu, o sınırlardan bir tânesiydi. Dediğim gibi, astarı yüzünden, üstelik CHP’ye değil başka insanlara pahalıya gelebilecek ve durduk yerde kadın bedenini siyâsî tepişmenin arenası hâline getiren bir şey. Muhâlefet etmemin sebebi de bu.

AKP’ye gelirsek: AKP’nin elinde topluma satabileceği bir şey yok. Duyduğum kadarıyla şöyle bir şey de var: Bir süre sonra Erdoğan, “Son bir dönem istiyorum, artık pastayı tamamlayalım” diyecek. Çünkü AKP’nin pazara sunabileceği Erdoğan’dan başka bir şeyi de yok. Ekonomik başarısızlık ortada. Siyâsî başarısızlık da ortada. AKP’nin MHP ile orada yapayalnız kalması da bence bir siyâsî başarısızlık. Dış politikadaki bâzı atraksiyonları sunacaklar — ki sonuçları îtibârıyla Türkiye’nin herhangi bir derdini çözebilir vaziyette değiller. Yine Tayyip Erdoğan’ın karizmasına katkıda bulunan işler; onlar da Tayyip Erdoğan paketinin içinde. Erdoğan bir motif, AKP’nin satabileceği bir hikâyenin küçük parçalarından bir tânesi. Başka bir şey yok. O yüzden de, Altılı Masa ile kendisini karşı karşıya koyup, gidenlerin de bir kısmını alarak, o % 30’u %40’a yükseltmek. Tam emin değilim, ama belki şöyle bir şeydir o: Erdoğan başkan seçilmemiş bile olsa, ikinci tura Parlamento çoğunluğunu almış olarak kalırsa, o zaman Erdoğan’ın başkan olarak seçilmesi de garantilenmiş olur gibi bir hesap içerisinde olduklarını tahmin ediyorum. Dolayısıyla satabileceği şeylerden bir tânesi bu; buradan gidiyor. 

Bunun karşısında Altılı Masa’nın AKP’ye koz veren iki zayıf noktası var. Bir tânesi, kendi aralarında nasıl bir siyâset yapacaklarını belirlememiş ve doğru dürüst düzenekler kurmamış olmaları. Kılıçdaroğlu’nun da özeleştirisine geleceğim. Kılıçdaroğlu çok parçacıl özeleştiriler yapıyor çünkü. CHP’nin siyâsetiyle ilgili bir dönüşümden çok, kendisinin bir genel başkan olarak yaptığı bir tür bir performanstan, yüzleşmeden bahsediyoruz. Onun dışında başka bir şeyden bahsedemiyoruz ne yazık ki. O yüzden, bence bu masanın zayıf ayaklarından bir tânesi. 

İkinci zayıf ayak, geriye kalanların da doğru dürüst bir özeleştiri yapmamaları. Onların da AKP’den neden ve nasıl ayrıldıklarına dâir somut bir hikâye yok. AKP de 1,5 senedir zorladığımız, “Kendinizi gözden geçirin, kendinizi, hikâyelerinizi anlatın” dediğimiz şeyleri yapmayan, yapmadığı için de hem kendi aralarındaki ilişkilerin şeffaf olmadığı hem de toplumla ne paylaştıklarını da pek bilmediğimiz insanlar arasındaki ilişkilerin belirsizliğine oynuyor. Bu o demek. Oyunu, Altılı Masa’nın zayıflığını, öngörülemezliğini, o masanın parçalarının ilişkilerinin belirsizliğini, kırılganlığını ortaya koyarak oynayacakmış gibi duruyor. Bunun için de elinde yeterli veri var. Galiba dün, Davutoğlu, başörtüsüyle ilgili AKP seçmenine biraz durumu gözden kaçıran romantizmle seslendikten sonra, bir de tweet’lerden ve haberlerden yanlış anlamadıysam, Erdoğan’dan randevu istedi. Dolayısıyla Altılı Masa’nın kendi içindeki ilişkilerin belirsizliği Erdoğan’ı merci hâline getiriyor. Bu fenâ bir şey. Çünkü Erdoğan’a, seçimi kaybetse bile hükmünün nasılsa uzayacağına dâir bir tür bir koz daha veriyor. Özetle söylemek gerekirse, Altılı Masa’nın zaaflarına, yarattığı belirsizliklere oynadığı bir strateji koyacak gibi görünüyor önümüze. İşin kötü tarafı, Altılı Masa da buna hazırlıklı değil. Bunu hep konuşuyoruz, yine konuşuyoruz. Bunu öngörmemek imkânsız değil herhalde. Altılı Masa kurulduğu günden îtibâren, hattâ o siyâsî partiler kuruldukları andan îtibâren, Erdoğan’ın bu yönde bir stratejiyle tekrar seçilmek isteyeceği çok belliydi. Fakat buna dâir hiçbir şey yapmadı Altılı Masa. “Ne yapılabilir?” kısmını daha önce de konuştuk, sonra yine konuşuruz. 

İkinci mesele ise seçim ekonomisi. Hiç önünü sonunu düşünmeden, bayağı hunharca bir seçim ekonomisi uygulayacak gibi görünüyor. Bunun çok açık iki sebebi var, bunu da kısa geçeceğim. Kaybederse, uyguladığı seçim ekonomisinin mâliyetini yeni seçilenler ödeyecekler. Kazanırsa zâten kazanmış olacak. Önünde 5 sene daha olacak. Sansür yasasının gösterdiği üzere dizginleri iyice çekecek, toplumu kendi içine iyice kapatacak. İnsanları sokağa çıkamaz, birbirleriyle konuşamaz, dünyadan haber alamaz hâle getirecek. Dolayısıyla, onun iktidârını sürdürmesi açısından güllük gülistanlık. O yüzden, seçim ekonomisinde inanılmaz derecede ileri boyutlara gideceği anlaşılıyor. Her gün ekonomik bir çâre, küçük küçük verilmiş tâvizler, “O sorununuzu da biz çözeriz, bu sorununuzu da biz çözeriz. Onu da halledeceğiz, bunu da halledeceğiz” şeklinde bir gidişat görüyoruz. 

Dediğim gibi orada önemli olan, uygulayacağı seçim ekonomisinin mâliyetini herhangi bir şekilde kendisinin ödemeyeceğinden emin olmanın… Uyguladığı seçim ekonomisi öyle ki, kaybetse bile, bir sonraki dönemde kendisine bir avantaj sağlayabilecek nitelikte. Dolayısıyla orada “Ağanın elini tutabilecek” kimse yok; herhangi bir sebep de yok. Dolayısıyla, AKP stratejisinin Altılı Masa’ya yarattığı en büyük iki problemden bir tânesi, Altılı Masa’nın kendi zaaflarını çok görünür kılması ve o zaafları bertaraf etmek için hiç ama hiç uğraşmaması. İkincisi de, seçim ekonomisi uygulamak konusunda Erdoğan’ın elini tutacak hiçbir kaidenin olmaması; bu anlamda ne etik ne yasal ne de siyâsal bir engel yok önünde. 

Edgar Şar: Çok teşekkürler Ayşe. Şimdi Burak’a dönmek istiyorum. Bu iktidârın kendisini toparlayabilmesinin sebebi hakîkaten ne? Başörtüsü olayı mı, yani muhâlefetin yanlış hamleleri mi? Seçim ekonomisi mi? Dış politikada da birtakım şeyler yapılıyor. Meselâ en son, Amerika Birleşik Devletleri Senatosu’nun Türkiye’nin F-16 almasını engelleyen maddeyi tasarıdan kaldırması var. Ukrayna-Rusya arasında zâten yürüttüğü diplomasi var. Sence hangisi öne çıkıyor?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, yapısal koşullar hakîkaten hükûmetin lehine. Çünkü artık pandemi koşulları etkisini kaybetti. Dolayısıyla bu da AK Parti için bir toparlanma vesîlesi oldu. Yine uluslararası konjonktür hakîkaten AKP’nin lehine. Rusya-Ukrayna savaşı buna çok yardımcı oldu. En azından Türkiye piyasasına giren, kaynağı belli olmayan paraya baktığınız zaman bile, Türkiye’nin Ukrayna savaşının nîmetlerinden faydalandığını görebiliyorsunuz; kaynağı belli olmayan milyarlarca dolar para, şu anda Türkiye ekonomisine giriyor. Bunlar yapısal koşullar. Yani, hiç kimsenin değiştiremeyeceği, hiç kimsenin müdâhalede bulunamayacağı, dolayısıyla aktörlerin o yapıdan etkilendiği duruma işâret ediyor.

Öte taraftan, aktörlerin bu süre içerisinde kabahatleri oldu. Geçtiğimiz yıl boyunca bu programda çok konuştuk bunu. Meselâ Altılı Masa’nın, seçimi kazanılmış zannederek seçim sonrasına haddinden fazla odaklandığı meselesi var. Dolayısıyla Altılı Masa, bir siyâsî pragmatik ittifâka dönüşemedi. Seçimi kazanmak için bir yol haritası ortaya koyamadı. İttifâkın nasıl olacağı, ittifâkın kompozisyonunun nasıl olacağı net bir şekilde ortaya çıkamadı. Benim hâlen algılayamadığım, Gelecek ve DEVA partilerinin Millet İttifâkı’nda olup olmaması meselesi var. Bununla birlikte, altı partinin siyâseten eşit olarak karar alma sürecine müdâhil olması, fakat o oranların hesâba katılmaması da, bana siyâsetin gerçekliğiyle pek uyumluymuş gibi gelmiyor. Bunun, siyâsetin doğasına pek uymayan bir durum olduğunu düşünüyorum.

Seçimden sonraki sürece dâir de pek bir netlik yok. Yani, Türkiye ardı ardına anayasa değişiklikleri sürecine mi girecek? Yoksa seçilecek başkan, eğer muhâlefetin adayı olursa, belirli bir süre başkanlık yetkileriyle ülkeyi yönetmeye devam mı edecek? Bu konuda da bir netlik yok. Yani ortaya sadece parlamenter sistemin nîmetlerinden bahseden konuşmalar saçılıyor. Başkanlık sisteminin çok kötü olduğu konusunda zâten herkes hemfikir. Dolayısıyla bunun ikamesi parlamenter sistem olarak sunuluyor ve altı partinin bir araya gelme sebebi, bir araya geldikleri düzlem, parlamenter sisteme geçiş oluyor. Fakat bunun dışında somut hiçbir meseleden bahsedilmiyor. Çünkü bahsedildiği zaman, başkan adayının profili, ismi değişecek, başka isimler konuşulmaya başlanacak. Siz yeni bir Türkiye inşâsından, bu inşâyı da soyut demokratik değerler üzerinden tanımladığınız zaman, başkan adayınız Kemal Kılıçdaroğlu oluyor; belirli bir dönem Türkiye’yi yönetecek, icrâcı özellikleri yüksek, dolayısıyla daha enerjik, seçimi kazanabilecek, siyâsî karizması yüksek adaylardan bahsettiğimiz zaman da, Ekrem İmamoğlu veya Mansur Yavaş oluyor. O yüzden bu konulara pek girilmedi. Bu da toplumdaki heyecânı olabildiğince emdi. Başka bir fiil bulamıyorum. Heyecânını, enerjisini emen bir sürece dönüştü. Ortaya somut bir proje koyamamak, aslında bu kararsız seçmen okumasının da çok yanlış yapıldığını gösteriyor. 

Zâten Kemal Bey’in son beyânâtı, bu kararsız muhâfazakâr seçmenin oy verme motivasyonunun kimlik ve değerler üzerinden olduğunu varsayarak asıl noktayı kaçırdığını da gösterdi bize. Sanki, memnûniyetsiz muhâfazakâr seçmenin muhâlefete oy vermesinin önündeki en büyük mâni, içindeki gadre uğrama korkusuymuş gibi davranıldı. Bu, zâten baştan hatâlı bir okuma. Gelecek ve DEVA partilerinin eşit ortak olarak masaya alınması bile bu memnûniyetsiz muhâfazakâr seçmene bir garanti vermiyor. Bununla da yetinmiyoruz; muhâlefetin lideri, sâdece bugünü ve yarını değil, bütün geçmiş hikâyeyi de değiştiren, yani muhâfazakârlara ve sekülerlere atfedilen kimlikleri de yeniden yorumlayarak bir nedâmet getirme havası içerisinde. Bundan da murad edilen, tabiî ki muhâfazakâr seçmenin muhâlefete gelmesi. Bu da olmuyor. Siz ne kadar muğlak davranıyorsanız; sâdece muhâfazakârları kendinizi çekmekte başarısız olmuyorsunuz, aynı zamanda kendi temsil ettiğiniz, 20 senedir Türkiye’de muhâlif olarak ayakta kalan insanların da tepkisine muhâtap oluyorsunuz. Bu da bir dağılmışlık görüntüsü veriyor. Halbuki muhâfazakâr sağ seçmen, yani AKP seçmeni, ciddî anlamda yönetme irâdesi, yaşadığı ekonomik koşullardan onu çıkartabilecek kuvvetli bir siyâsî irâde, bir yönetme sinyali bekliyor. Muhâfazakârlara atfedilen, vicdanlı, hak temelli meselelerde ilkesel duruş gösteren özellikler aslında hiç olmayabilir. Yani o entelektüel bir grup köşe yazarının kendi fantezileri ve kendi arkadaş gruplarında görmek istedikleri veya gördükleri şeyler de olabilir. Dolayısıyla sekülerler de onların zannettiği kadar “azgın azınlık” da olmayabilirler — bu haftaki Medyascope yazımda yazdım. 

Yani insanları aslında genel îtibârıyla kimlikleri bölünerek, hepsini bir şekilde barış elçisiymiş gibi barıştırıp, bir uzlaşma yöntemi sunmak yerine, bu kimliklerin hepsini göbekten kesen meselelerde kararlı bir duruş sergilemek daha faydalı olabilirdi. Muhâfazakârların da, Kürtler’in de, Alevîler’in de, sekülerlerin de, Türkler’in de, milliyetçilerin de rahatsız oldukları konuları keşfederek, bu konuda bir yönetme, çözüm irâdesi ortaya koymak ve buna inandırmak, gerçek anlamda büyük bir muhâlif bloku birleştirmek için önemli bir strateji olabilirdi. Bu yapılmadı. Yani iktisâdî meselelerden bahsetmek, adâletsizlikten bahsetmek ve bir şekilde bunu etkili bir siyâsî dille yapabilmek, büyük toplum kesimlerini bir araya getirebilirdi. Doğru siyâsal iletişim yöntemleriyle, Kürtler’i de, milliyetçileri de, muhâfazakârları da, Alevîler’i de, sosyalistleri de, liberalleri de bir araya getirebilirdi. 

Ama bunu yapmak yerine, toplumu kompartımanlara bölerek, hepsine birer boncuk dağıtma, hepsini büyük bir demokrasi şöleninin etrafında dans etmeye çağırma gibi bir yöntem belirlendi. Bunun, bâzı bar sohbetlerinde güzel dursa da, siyâsetin gerçekliğinde bir karşılığı yok tabiî; büyük bir bölünmüşlük yaratıyor. Dolayısıyla ortaya çıkan, konuşulan adaylar sürekli olarak memnûniyetsiz bir muhâlif kitle üretme, motivasyonu düşürme gibi potansiyeller taşıdı. O bakımdan, muhâlefetin kendi içinde hakîkaten büyük bir siyâsal boşluk yarattığını, siyâsal söylemini çok yanlış hatlar üzerinden kurduğunu ve hepsinden önemlisi, siyâsî pragmatizmi bir tarafa bırakarak, seçimi hâlihazırda kazanılmış görerek seçim sonrası dönemi planlamaya giriştiğini, bunun da seçim sürecinde bir tavsamaya sebep olduğunu düşünüyorum. Yani aktör bazında da böyle bir şey var.

Bugün Tayyip Erdoğan’ın kullandığı, Türk sağ hamâsetine dâir iki dışlayıcı söylem var: Bunlardan bir tânesi millî güvenlikle, diğeri de kamu ahlâkıyla alâkalı. Bu yeni bir şey değil. AKP’ye oy vermeyen zâten yerli ve millî değil, aslî unsur değil. Yani, AKP’nin tanımladığı milletin bir parçası değil. Ama her şeyiyle değil: Uluslararası ilişkilere bakışıyla değil, ekonomiyi algılayışıyla değil, tüketim davranışıyla değil, ahlâkıyla değil, girdiği ilişkilerle değil… Dolayısıyla “Tayyip Erdoğan bu seçimi bu hatlar üzerinden kuracak, o yüzden ön almaya çalıştık” da bir mâzeret değil. Çünkü hep olan biten şey zâten bu. Yani bugün Tayyip Bey, muhtemelen muhâlefete, “HDP’yle işbirliği yapıyorsunuz, PKK’yla işbirliği yapıyorsunuz, teröristsiniz” diyecek, bunu hepimiz biliyoruz. Buna karşı reaksiyon olarak Tayyip Erdoğan’ın gözüne girmek için ya da onun takdîrini, onun onayını almak için sürekli olarak milliyetçilik yapma eğiliminde olan arkadaşlara, “Erdoğan hattı buradan kuruyor, yaptığınız şey sizi meşrûlaştırmayacak, bu hattı derinleştirecek, bunu yapmayın” diyoruz.

Erdoğan ikinci olarak da kamu ahlâkı, genel ahlâk, toplumsal ahlâk üzerinden gidiyor. Burada da, sekülerleri ya da Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki muhâfazakâr tipine uymayan muhâfazakârları bile bu ahlâkın dışında tanımlıyor. Bu ahlâkın dışında tanımlıyorsa, ısrarla, “Biz o ahlâkın bir parçasıyız” demenin ya da “Sizin tanımladığınız toplumsal ahlâkı, o tipolojiyi, o hikâyeyi, o paradigmayı kabul ediyoruz” demenin bir anlamı yok. Yani millî güvenlik ve toplumsal ahlâk paradigmalarını kabul ederek kimseyi rahatlatamazsınız. İYİ Parti, “Çok milliyetçiyim”diyerek MHP oylarını alamaz. İYİ Parti, iktidâra geleceğini MHP seçmenine belli ederse, bu kararlılığı gösterirse oyu alabilir. Cumhuriyet Halk Partisi, “Biz başörtülülerin problemlerini anlıyoruz, onların lehinedir. Hadi bu kanunu değiştirelim” dediği zaman, yüz binlerce başörtülü gelip DEVA’ya, Gelecek’e, CHP’ye veya İYİ Parti’ye oy vermeyecek. Muhâfazakârlar, yaşadıkları ekonomik sıkıntıları çözebilecek irâde sâhibi olan ve kazanması daha muhtemel olan tarafa oy verecekler. Maalesef öyle. Bunu algılamak lâzım. 

Dolayısıyla bu iki paradigmadan bir tânesini, millî güvenliği kaldırıyorsunuz, tamam, bunu umursamıyorsunuz. “Hükûmet istediği kadar bana terörist diyebilir; ama ben terörden, güvenlikten konuşmayacağım” deyip ekonomiden konuşuyorsunuz. Bu işe yarıyor. Öte taraftan, toplumsal ahlâk meselesi, normlar meselesi, kimlik-kültür meselesi var. Ama gidip buna esir oluyorsunuz. Böyle şey olur mu? Bu iki hamâset enstrümanını birden reddederek, hakîkaten toplumun büyük çoğunluğunun ihtiyâcı olan konuları siyâsetin gündemine taşımak lâzım. Maalesef muhâlefet ısrarla hükûmetin açmak istediği alanlarda boğuşuyor, oralarda top çeviriyor. Yani millî güvenlik mi? “Millî güvenlik konuşalım. 24 saat HDP konuşalım. 7 gün 24 saat bundan bahsedelim” diyen muhâlifler var. Başörtüsü meselesi mi? “Başörtüsü meselesi konuşalım. Kimlik, barış, huzur, güven… Bu tip şeylerden bahsedelim. Eski hikâyeleri diriltelim, mağduriyetleri yarıştıralım. Mağduriyetlerin üzerini kapatalım, yeniden yorumlayalım” diyen ve 7/24 bunlardan konuşacak insanlar var muhâlefetin içinde.

Bunlardan konuşursanız hükûmeti mağlup edemezsiniz. Millî güvenlik yarışına girerseniz, toplumsal ahlâk yarışına girerseniz, hükûmeti mağlup edemezsiniz. Çünkü oy temsili, yani seçmenin kendi gündemini temsil etmesini beklediğini varsayarsa, daha pratik, daha somut gündelik hayat meseleleri üzerine yoğunlaşmak zorunda. Sizin bürokratik kaliteyi, kurumsal kapasiteyi, ekonomi yönetimini bir şekilde yeniden ihyâ edeceğinize dâir bir güvence vermeniz lâzım. Bunu bir siyâsî karizmayla, popülariteyle, irâdeyle göstermeniz gerekiyor. Bu olmadığı için de, Tayyip Erdoğan’ın şansı her geçen gün yükseliyor maalesef.

Edgar Şar: Ruşen Abi’yle devam edelim. Burak özetle şunu söyledi: “İktidârın özgüvenini kazanması, daha çok muhâlefetin yaptığı hatâlarla ilişkili. Diğer meseleler, dış politika, Rusya ile ilişkilerin iyi tutulması, oradan gelen kaynaklar, ABD ile yapılanlar… bunlar zâten olacaktı. Muhâlefetin elinde bunu değiştirmek için bir fırsat vardı. Bu fırsatı son zamanlarda çok iyi kullanamadı, artık bunu kullanması gerekiyor.” Sen ne düşünüyorsun? Bir de, “Muhâlefeti konuşmayacağız” dedim, ama yine konuşmaya daldık. 

Ruşen Çakır: Evet, “İktidârı konuşalım” dedik, ama muhâlefeti konuşuyoruz. Burak’ın ve Ayşe’nin söyledikleri çok doğru. Altılı Masa kurulduğunda, ilk başlarda şöyle bir hava vardı: DEVA ve Gelecek partileri AKP’deki çözülmeyi hızlandıracak. İYİ Parti merkeze doğru giderken, MHP’den, özellikle kentli milliyetçilerden, AKP’den, hattâ CHP’den de oy alacak ve bir dinamizm oluşturacak. Bu partiler birlikte bir program geliştirecekler, birlikte kamuoyunun karşısına çıkacaklar. Erdoğan’ın stratejisi de, muhâlefetin bu birlikteliğini bozmaya çalışmak ve her partinin içerisinde bir karışıklık çıkartmak olacaktı. Şimdi bakıyoruz, Altılı Masa içerisinde beklendiği gibi bir birliktelik gözükmüyor. Özellikle, Eylül ayındaki tartışmalar, atışmalar ortada. Bir de, her partinin kendi içerisinde ciddî sorunlar var. Dolayısıyla Erdoğan, muhâlefetten kaynaklı hiçbir sorun yaşamadan kendi gündemini oluşturmak ve kendi bildiğini yapmak özgürlüğüne kavuşmuş oldu. Normal şartlarda Erdoğan’ın, seçim ekonomisi yapsa da, ayda birkaç kere Putin’le görüşmeyi istese de, aklı Türkiye’de kalacağı için yapamaması lâzımdı. Muhâlefetin gündemi belirliyor olmasından telâşa kapılıp bir şeyler yapması lâzımdı. Ya da, AKP’den birtakım milletvekillerinin Gelecek, DEVA ve hattâ belki İYİ Parti’ye geçme ihtimallerini engellemek için onları yakın markaja tâbi tutması lâzımdı. Bunları bekliyorduk, ama yaşayamıyoruz. Bu nedenle Erdoğan’ın eli büyük ölçüde rahatlamış durumda. 

Burak’ın söylediklerine katılıyorum. Muhâlefet Erdoğan’ı kendi hâline bırakamıyor; ondan bir kopuş sergileyemiyor. Ama yerel seçimde böyle olmamıştı. Meselâ, Erdoğan yerel seçimde “Beka” vurgusu yapıyordu. Muhâlefet adayları ise hiç oralı olmadan, “Biz şöyle bir belediyecilik yapacağız, bunu yapacağız, şunu yapacağız” diyerek gittiler ve seçimi kazandılar. Her yerde kazandılar. Bursa, Balıkesir gibi iller de, birtakım örgütsel hatâlar nedeniyle kaybedildi. Ama Antalya’nın, Adana’nın, Mersin’in, Ankara’nın, özellikle İstanbul’un alınmasının nedeni, iktidârın dayattığının dışında, bir kopuş yaşayıp, tam bir meydan okuyuştu aslında. Hem kopuyorsun hem meydan okuyorsun: “Ben belediye başkanı seçiyorum. PKK, şu bu, bizim şu anki konumuz değil.” Erdoğan topu hep oraya getirmeye çalıştı, ama muhâlefet oraya hiç girmedi. 

Ama şimdi, burada iktidârı rahatsız eden, telâşa kapılmasına neden olacak bir durum olmayınca, Erdoğan daha rahat bir şekilde yapacaklarına odaklanıyor. Aslında burada ilginç bir durum var. Dikkat ederseniz, Erdoğan yapmadığı şeyleri yapmak zorunda kalıyor. Meselâ, sorunları kabul ediyor. Erdoğan bunu yapmazdı. Ya sorunları kabul etmez ya da “dış güçler, iç güçler” deyip başkalarına yüklerdi. Şimdi şöyle yapıyor: “Tamam, birtakım sıkıntılar var, farkındayız” diyerek, hep tekzip edilen zamanlar veriyor. “Enflasyon şu târihte düşecek, olmadı bu târihte düşecek…” Nasıl olsa insanlar söylediklerini unutuyorlar. Muhâlefetin burada Erdoğan’ı sıkıştıracak, telâşa kapılmasına yol açacak, onu terletecek çıkışları çok ender.  

Kılıçdaroğlu başörtüsü çıkışı yapıyor, “helâlleşme” diyor, “5’li çete” diyor. Çünkü dikkat edilirse, diğer partiler siyâseten çok etkili çıkışlar yapmıyorlar. “Yapamıyorlar” demiyorum, yapmıyorlar. Mesela Ayşe’nin değindiği, Ahmet Davutoğlu’nun Erdoğan’dan randevu istemesi. Akıl alır gibi değil. Vermeyeceği belli zâten. Muharrem İnce’nin Erdoğan’la buluşmasını hatırlıyor musunuz? İki ayrı sınıfın buluşması gibi. Buna ne gerek var? Buluşsa ne olacak buluşmasa ne olacak? Buradaki o kopuşu tam olarak sağlayamayınca, seçmen nezdinde oyun aynı oyun, sınırlar aynı sınır. Bu sınırlar içerisinde, bir tarafta 20 yıldır ülkeyi şöyle ya da böyle yöneten, sorunlar çıkartan ama bildikleri birisi var. Diğer yanda bilmedikleri birileri var. Onun için de anketlerde, “Ekonomi yönetiminden memnun musunuz?” sorusuna %70 “Hayır”, “Erdoğan’dan memnun musunuz?” sorusuna yüzde bilmem kaç “Hayır” cevâbı gelirken, “Muhâlefet ekonomiyi çözer mi?” sorusuna %55 “Hayır” cevâbı geliyor. O duyguyu veremeyen bir muhâlefet olunca, o zaman karşımıza o klasik, “Yaparsa Erdoğan yapar” sloganı çıkıyor. Erdoğan kendi alanı içerisinde artık kendine bir strateji çizebilme imkânına kavuşuyor. Normal şartlarda Erdoğan’ın muhâlefete yönelik stratejisi: “Böl-parçala ve yönet”. Yani halkın, seçmenin olurunu almak yerine, muhâlefeti parçalamak. Çünkü seçmeni tutmasının imkânı yok diye varsayıyorduk. Yapabileceği tek şey muhâlefeti parçalamaktı. Ama en azından şu aşamada, muhâlefeti parçalamak için çok fazla enerji harcaması gerekmediğini gördü. Tabiî durum yarın değişebilir; muhtemelen de değişecektir; ama ne zaman olur bilmiyorum. O zaman, giden seçmeni kazanma hamlesi yapıyor. 

“Seçim ekonomisi uygulaması işe yarar mı?” diye sorulduğunda, “Neden olmasın?” diye cevaplanıyor. Normal şartlarda, istediği kadar TOKİ’ye ev dağıttırsın, istediği kadar esnafa para versin, öğrencinin kredi borçlarını silsin, muhâlefet, “Bunların hepsi iyi güzel de, buradan oy alacağını düşünüyorsa alamaz. Çünkü biz seçimi aldık gidiyoruz” diyebilirdi. Ama muhâlefet hâlâ, “Biz bu seçimi aldık” diyemiyor, “Erdoğan seçimi kaybediyor” diyor. Kazanan bir muhâlefet olmadığı müddetçe, Erdoğan’ın kaybetmeme ihtimâli var. Erdoğan kaybetmeme ihtimâlini yükseltmek için, kaynağı belli olmayan parayı dağıtarak, yarın öbür gün nasıl karşılanacağını bilmediğimiz krediler dağıtarak, elinde ne varsa saçıyor. Önemli olan 7-8 ay sonraki seçimi kazanmak. Ondan sonrası Allah kerim. Muhâlefet, “Tamam, bu işleri yapıyorsun, hepsi iyi güzel. Biz iktidâra geldiğimizde işimizi kolaylaştıracak hamleler bunlar, teşekkür ederiz” diyemiyor. 

Son araştırmalarda, AKP’li kararsızların yeniden geriye döndüğüne dâir birtakım veriler var. Ne derece doğru bilmiyorum. Dolayısıyla, Erdoğan şu anda, olağanüstü bir durum yokmuş gibi, normal bir seçim yaşıyormuşuz gibi, son yerel seçim dışında daha önce kolaylıkla kazandığı seçimler gibi bir seçim stratejisi izliyor. Tıpkı 2018’de olduğu gibi. 2018 seçimini hatırlayın. Muharrem İnce Erdoğan’la lâf yarıştırdı ve perîşan oldu. Meral Akşener de cumhurbaşkanlığına aday olmuştu. Yeni kurulan bir parti için iyi bir oy aldı, ama sonuçta Erdoğan’ı yıkamadılar. Şu anda Erdoğan 2018 stratejisini yürütüyor. 2019’da o stratejiyi tekrarladı, ama kaybetti. Hatırlayın, 2019’da İstanbul seçimlerini tekrarladığı zaman, baktı ki beka meselesi tutmuyor, apar topar dilini değiştirmeye çalışmıştı. Şimdi ise böyle bir şeye ihtiyâcı yok; karşısında bir tehdit, âcil bir durum görmüyor. 

Belki çok alâkasız olacak ama, mesela Mehmet Ali Çelebi AKP’ye katılıyor. Tamam, o onun meselesidir, şudur budur. Ama şu âna kadar, Mustafa Yeneroğlu’ndan başka Gelecek ve DEVA partilerine katılan bir milletvekili var mı? Hayır, yok. Olmaması mümkün mü? Mümkün değildi, ama becerdiler. Hattâ ilk başlarda, “Çok kişi var, ama bekletiyoruz, acele etmeyin” deniyordu. Ama bundan emin değilim. 

Edgar Şar: Özelde birebir konuştuğumuz zaman, çok şikâyet ettiklerini söylüyorlar.

Ruşen Çakır: Ona bakarsan, bizler de AKP’li tanıdıklarımızla birebir sohbetlerimizde, mevkileri ne olursa olsun, en muhâliften daha muhâlifler. Ama partiyi bırakmıyorlar. Çünkü orada ne olduğunu, oradaki imkânlarını biliyorlar. Erdoğan hâlâ değişik kademelerdeki destekçilerine bir şeyler dağıtabiliyor. Ama öteki tarafa geçtiğinde insanlar ne olacaklarını bilmiyorlar. Eleştirileri çok daha yapısal, çok daha köklü. Ama sonuçta AKP’den ayrılıp Gelecek veya DEVA partilerine gitmiyor. Bu iki partide de o kadar eski AKP’li var, bunların hiç mi arkadaşı yok? Biz AKP’den böyle kopuşlar olacağını ve Erdoğan’ın, bütün enerjisini buna vereceğini bekliyorduk. Şu anda, Erdoğan açısından bakıldığı zaman, stratejisini, muhâlefetin meydan okumalarının önünü kesmek yerine, kendi yarattığı sorunları, “Biraz olsun hafifletebilir miyim?” arayışına giriyor. Meselâ Türkiye’ye F-16 satışını koşullara bağlayan iki şart, ABD Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasa tasarısının Senato versiyonundan çıkarıldı. Şimdi bunu bir başarı olarak pazarlayacaklar bize. Bir anlamda başarı olabilir, ama Türkiye’nin F-35 programından çıkarılmış olması gerçeğini unuttuk bile. F-16 meselesi, F-35 projesi olamadığı için başvurduğu ve alamadığı bir şeydi. Belki şimdi onu alacak. Küçük bir şey, ama bunu büyük bir başarı olarak bize sunabilecek. Erdoğan’ın bütün hamlelerinde, muhâlefet, gerçekten Erdoğan’ın işini kolaylaştırıp, ona kendi yarattığı sorunları çözermiş gibi yapma imkânı sağlıyor. 

Normal şartlarda bizim, iktidar stratejisi olarak şunu konuşmamız lâzımdı: “Acaba Erdoğan, Gelecek ve DEVA partilerinden bâzı insanları geri kazanmaya çalışabilir mi?” Ya da: “İYİ Parti’de yeni bölünmeler yaratabilir mi?“ “CHP’den kopmuş olanların güçlenmesini sağlayabilir mi?” gibi işlere yoğunlaşmasını, enerjisini bunlara harcamasını bekliyordum Erdoğan’ın. Ama en azından şu aşamada, bunlara ihtiyâcı olmadığını ve elinin rahatladığını görüyorum. 

Edgar Şar: Konuştuklarınızdan anladığım ve hepinizin mutâbık olduğu nokta, aslında iktidârın stratejisini muhâlefetin yapmadıkları belirliyor. Bu, bir anlamda iktidar için bir zayıflık da demektir. Hattâ geçen gün Erdoğan’ın söylediği, “Kılıçdaroğlu bize bir pas verdi, biz de gol attık” cümlesini hatırlayın. Eskiden böyle bir ifâde bile kullanmazdı. Gol atmak için de onun pasına ihtiyaç duyuyor sanki. 

İkinci turda, “Muhâlefet bunu nasıl düzeltir?” konusuna girmeyelim, onu zâten her hafta konuşuyoruz; konuşmaya da devam edeceğiz gibi gözüküyor. Seçimin Mayıs ayında olacağını varsayarsak, önümüzde 7-8 ay var. Türkiye’de, eğer iyi bir strateji ve hazırlık yapıldıysa, seçimlerde özellikle son 3 ay çok önemlidir. Meselâ sözünü ettiğimiz yerel seçimlerde, Aralık, Ocak aylarında muhâlefette çok büyük bir atak yoktu. Tamam, ekonomik kriz vardı. “İktidâra kaybettirmek için başlı başına bir sebep” demiyorduk o zaman. Ama biraz önce târif ettiğiniz stratejilerle, Şubat ve Mart aylarını çok iyi geçirdi muhâlefet. Dolayısıyla, muhâlefet bunları düzeltir, düzeltmez ayrı konu; ama öyle anlaşılıyor ki iktidârın elindeki tek şey, muhâlefetin hatâ yapması. Çünkü elinde, 2011’den beri yaptığı kimliksel kültürel kutuplaştırma, hattâ 2015’ten beri net olarak yaptığı terörle muhâlefeti bir araya getirme stratejisi var. Onun haricinde, seçim ekonomisi ve dış politikadaki hamleler var. “Bunların hiçbiri, muhâlefet yapması gerekeni yaparsa, Erdoğan’a seçimi kazandırmaz” diyorsunuz gibi anlıyorum. İkinci turda bunun üzerine konuşalım. Böyle mi diyorsunuz? Ayşe, seninle başlayalım.

Ayşe Çavdar: Senin az önce söylediğin o üç maddeye bir de içerideki huzursuzluğu ekleyebiliriz. Çünkü onun da emâreleri var. Beka sorunu diyemeyeceğim ona, ama “Benden yana olmazsanız, sizi böyle bir şey bekliyor” minvalinde bir şantaj. Aslında bu saydığımız dört maddede çeşitli şantaj başlıkları var farkındaysan. 22 yıllık bir iktidardan da başka türlüsü beklenemez; çünkü sunabileceği başka hiçbir şey kalmamıştır. AKP’nin en büyük problemi, bütün düşünsel, değersel mîras bagajıyla kendini gerçekleştirmiş olması. Bu kadar. Ondan bu çıkıyor. Dolayısıyla artık sunabileceği, “Değiştim” diyebileceği, yeni bir şey önerebileceği bir yerde değiliz. Türkiye’de siyâsetin önünü tıkayan şey de bu. 

Diğer tarafa geldiğimizde elimizi zayıflatan şey şu: Diğer taraf da yeni bir şey söylemesinin, kendisini yenilemesi gerektiğinin farkında değil. Erdoğan’ın elini de bu güçlendiriyor. Çünkü Altılı Masa’ya öyle kartlar açıyor ki, aslında sâdece kendini onaylamak üzere, başka türlü bir şey yapmayı bilmediği ve başka türlü şeyler yapmak için artık çok geç olduğu için… Artık yeni bir şeyler söyleyemez. Onun hikâyesi bitti; çünkü kendini tam olarak gerçekleştirdi. Yarım kalmış hiçbir şey yok. O yüzden belki de, “Başladığımız işi bitirmek için son bir dönem” diyecekler. İş bitti zâten. Binâ daha yapılırken çökmüş vaziyette. 

Altılı Masa’nın bunun karşısında takındığı tavır, onun tek avantajı; yani Erdoğan’ın tek avantajı, Altılı Masa’nın kendi siyâsetini ondan özerk olarak oluşturamaması. Ve her siyâsetinde, AKP’nin ne yaptığına, ne yapacağına baktığı için, asıl rehin olanın Altılı Masa olması. Bu yalnızca Altılı Masa’daki muhâfazakârların AKP’den oy alma umutlarından dolayı değil. Ben biraz psikolojikleştireceğim olayı ama, tuhaf bir şekilde, Altılı Masa’nın lider bileşenlerinin kafasında da bir Erdoğan kültü var. O kült, Erdoğan seçmeni kadar pozitif bir anlam taşımıyor belki, ama yine de hâlâ bir kült. Onun davranışlarına, onun seçeneklerine, onun ne diyeceğine, onun neyi sevip sevmeyeceğine o kadar ayarlı bir siyâset götürüyorlar ki Erdoğan’ın başlıca gücü hâline geliyorlar. Bu zihinsel bir tuzak, bir tür rehînelik durumu. O yüzden, Kılıçdaroğlu’nun ya da herhangi birinin, meselâ Davutoğlu’nun, muhâfazakâr seçmenin Erdoğan’ın elinde rehin olduğunu söylemesi bana tuhaf geliyor. Bunu dışarıdan birileri olarak, o güç yarışı içerisinde olmayan, oy vermek dışında da bir etkisi olmayan insanlar olarak biz bunu söyleyebiliriz. Ama onların söylemesi tuhaf; çünkü kendi rehînelikleriyle ilgili bir harekete geçmiş değiller. Kendisi zâten zihinsel olarak onun siyâsetinde rehin olmuş insanlar, diğer insanları nasıl alacak onun elinden ve nasıl yeni bir şey kuracak?

Bence siyâsetin Altılı Masa tarafında bu kadar asık suratlı, ayrıntılarda bu kadar… Meselâ benim için kimin başkan olacağı bir ayrıntı. Ayrıntıya dönüşmeli. Onun yerini ne almalı? O başkan nasıl biri olacak, ne yapacak, nasıl bir programı izleyecek? Çünkü bize vaat ettikleri şey Parlamenter Rejim değil; o sonraki iş. Bize vaat ettikleri şey geçiş dönemi. “Bu geçiş döneminde o başkan ne yapacak?” hikâyesini bilirsek, başkan adayının kim olduğu bir ayrıntıdan ibâret kalır. Ama neredeyse 1 aydır bu hikâyeye kilitlenmiş vaziyetteyiz, öteye gidemiyoruz. Çünkü başkan adayı Erdoğan’ın karşısına onun rakibi olarak çıkacak. Oysa bir programla yarışamaz Erdoğan; yarışamıyor. Karşısına bir programla, size öngörülebilirlik kazandıracak bir hikâye ile çıktığınız zaman, Erdoğan’ın sizinle yarışabilmesi mümkün değil. Çünkü kendisinin öyle bir şey sunması mümkün değil. O bitti. Kendi finalinden konuşuyor. Siz yeni bir başlangıç târif etmek zorundasınız. Eğer kaldığı yerden devam etmek gibi bir derdiniz yoksa, zaten finali yapmakta olan birine bakarak hikâyenizi başlatamazsınız. O yüzden güven vermiyor. 

Erdoğan’ın bütün gücü, toplumu değil, Altılı Masa’yı kıskıvrak yakalamış olması. Benim aklım şunu almıyor: O % 30, hadi diyelim %35 –bence %20 bile hakkı değil ya şu andaki AKP’nin–, geriye hâlâ %65-70 var. O %65-70’le bir yüzleşmeniz, halleşmeniz, bir temas etmeniz lâzım ki, o %30-35’i de kendinize iknâ edebilesiniz. Bunu en başında, daha Altılı Masa kurulmadan evvel, Boğaçhan hikâyesi diye anlatmıştım. Yumruğunuzu onun alnına dayamak yerine gidin başka bir yerde şenlik kurun. Onun şenliğinin etrafındaki insanlar da, “Biz bu şenlikteki oyunları çok gördük. Orada yeni bir şenlik varmış. Gidelim oradaki oyunları seyredelim. Bakalım yiyecek içecek ne veriyorlarmış?” diye gelip baksınlar. Ama hayır, ille onun kurduğu şenliği dağıtmak gibi bir pozisyon içerisinden konuştukları için… Altılı Masa’nın üzerinde anlaşamadığı şey, Erdoğan’ı kimin yeneceği. “Biz yeneceğiz” diyemedikleri için, Erdoğan’ı başkan olarak kimin yeneceğine ayarlanmış vaziyetteler. Koptukları yer burası. Burada anlaşsalar, burada ciddîye alınabilecek bir mevzû çıkarsalar, geriye kalanı zâten hallederler. Çünkü önünüze bir iş planı koymanız gerektiği açık. Ama yapmıyorlar. 

Ben Erdoğan’ın bütün gücünün, Altılı Masa’nın, hem kendilerini birbirlerine hem de bütün Altılı Masa’yı Erdoğan’a rehin vermelerinde olduğunu düşünüyorum. Belki duygusal olacak bu söylediğim ama, bu memlekete bunu yapmaya hakları yok. Geçen programda söylemiştim, Erdoğan’ın bunca zamandır iktidarda kalması, kendi başarısı, kendi gücü dolayısıyla değildi. Kimse beni buna inandıramaz. Çünkü öyle zaaflarını gördük ki. Üstelik o zaaf anlarında gitti kayboldu. Mesela pandemi oldu, neredeyse 1 ay yoktu ortada. Gezi İsyanı olduğunda Fas’a geziye gitti. En kritik anlarda onu kapanmış olarak görürsünüz. Erdoğan güçlü biri değil. Erdoğan’ı güçlü kılan şey, rakiplerini, sâdece ona bakarak siyâset etmeye zorlamasından geliyor. Altılı Masa’nın bunu yapmaya hakkı yok. Böyle bir vaziyetteyken, rehînelik pozisyonundaykensiyâset yapmaya hakları yok; çünkü memleket öyle bir şeyi kaldırabilir bir durumda değil. O yüzden kendilerini toparlamak zorundalar. Bu da Altılı Masa’nın tek avantajı. Kendilerini eninde sonunda toparlamak zorunda kalmaları. Belki bir seçmen irâdesi gerekiyordur. Belki genel merkezleri, o siyâsîleri, onların esnaf ziyâreti filan yapmasına gerek kalmadan, oraları bir basınç altında tutmaya gerek vardır ki titreyip kendilerine dönsünler. Çünkü şu halleriyle, bulundukları rehin pozisyonlarıyla, Erdoğan’ın ileri karakolları olarak çalışıyorlar maalesef.

Edgar Şar: Teşekkürler Ayşe. Konu yine muhâlefete geldi. 

Ayşe Çavdar: Gelir tabiî.

Edgar Şar: Burak, senin de son sözlerini alalım. Soru şuydu: Demek ki muhâlefet kendini toparlarsa, Erdoğan’ın elindeki silâhlar o kadar da etkili değil. Öyle mi? 

Burak Bilgehan Özpek: Evet. 20 senenin sonunda artık çözülmeyen bir şey yok, söylenmeyen bir şey de yok. Hakîkaten Erdoğan’ın nasıl mağlup edileceği de aslında az çok biliniyor. Daha önce 7 Haziran’da başarıldı, yerel seçimlerde başarıldı. 7 Haziran başarısı hebâ oldu, çünkü ortaya Erdoğan sonrası bir yönetim irâdesi koyulamadı. Tamam, terör saldırıları Türkiye’de birçok başka şeyi başlattı, Türkiye’nin bir millî güvenlik devleti olmasına yol açtı. Bu ayrı bir şey. Ama seçim sonuçları açısından baktığımız zaman, orada muhâlif olarak kendini konumlandıran partiler, bir hükûmet kurup halkın önüne sunamadılar. Yönetme irâdesini gösteremediler. Yerel seçimlerde de belki bir hükûmet kurma ihtimâli olsaydı, yani yetki belediye başkanına verilmeseydi…

Edgar Şar: Yine yapamayabilirlerdi diyorsun.

Burak Bilgehan Özpek: Tabiî ki yapamayabilirlerdi. Neyse ki tek bir kişiyi seçtik. Bu önemli bir şey Edgar. Yani siyâsî istikrârı ve yönetim istikrârını sağlamak, Türk halkının çok etkilendiği bir şey. Siyâsetin, hayâtını çok fazla doldurmasını istemiyor, çok fazla belirsizlikle yaşamak istemiyor. Bugün hâlâ birçok insanın aklında 90’lı yılların kırılgan koalisyonları var. Bu millet yönetimde boşluk istemiyor. O yüzden, o yönetme irâdesi meselesini çok önemsiyorum. Niçin yönetme irâdesi konuşmamız gerekirken başka meseleleri konuştuğumuza bu yüzden anlam veremiyorum. Bunun sebebi tabiî ki muhâlefet. İktidârın, millî güvenliği, toplumsal ahlâkı, kimlik meselelerini, kültür savaşını bir şekilde kullanacağı hepimizce mâlûm; bildiği oyun bu. Tayyip Bey’i herhangi bir kasabaya gönderin. Herhalde ilk yapacağı şey bir yazıhâne kirâlamak olur. Telefon hattı çektirir, haftalık seminer programı ayarlar ve o kasabaya bakıp, “İnsanlar hangi hatlar üzerinden ayrışıyor, bunları birbirine karşı nasıl kışkırtıp bir şekilde çoğunluğu sağlayabilirim” diye düşünür. Tayyip Bey’in işi bu. Profesyonel olarak siyâsetçi. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın her hamlesine karşı şok olmuş bir şekilde reaksiyon vermenin gereği yok. Bu hamleleri savuşturmanız gerekiyor. Hamleleri savuşturup insanların sıkıntılarını siyâsetin gündemine getireceksiniz ve nasıl çözeceğinizi söyleyeceksiniz. 

Bence orada bence şöyle bir sıkıntı var: DEVA ve Gelecek partileri kurulduğu zaman, birçok muhâlif tepkiliydi, birçok muhâlif de mutluydu. Şimdi, mutlu olanlar ya da daha doğrusu umutlu olanlar arasında ben de vardım. Bunu iyi bir gelişme olarak karşıladım. Çünkü bu partilerin yaklaşık 15-16 sene hükûmet mekanizmasında vakit geçirmişlikleri var ve birçok tanıklıkları var, birçok olaya tanık oldular. Bu partilerin bir okuma yaparak, zamânında gördüklerini, tanık olduklarını bir şekilde fâş etmeleri, kamuoyuyla paylaşmaları ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tâbir-i câizse “ciğerini sökmesi” bekleniyordu. Öyle değil mi? Çünkü Ahmet Davutoğlu bu ülkede başbakanlık yaptı ve birçok dönemin şâhidi. Meselâ 7 Haziran-1 Kasım arası dönemde Ahmet Davutoğlu birçok şeyi biliyor. Ali Babacan, Türk ekonomisinde neler olduğunu, kamu kaynaklarının nasıl keyfî olarak kullanıldığını ve siyâsî irâdenin burada nasıl baskı yaptığını biliyor. Fakat çok ilginç, bunları anlatmıyorlar. Bunları anlatacaksınız ki, Adalet ve Kalkınma Partisi’nden ayrılmış partiler olarak, Ankara Gar Saldırısı’nın arka planını anlatacaksınız, Ahmet Hoca AKP-CHP koalisyon görüşmelerinin niçin ilerlemediğini anlatacak. Ali Bey, Halk Bankası kredileriyle, TMSF yoluyla medyanın nasıl devşirildiğini anlatacak. Bir okuma yapacaklar, târihlerini bir gözden geçirecekler ve hükûmeti hakîkaten buradan yıpratmaya çalışacaklar. “128 milyar dolar” meselesinin ne kadar etkili olduğunu hatırlayalım. Hakîkaten… 

Bugün Türkiye’de muhâlefetin ihtiyâcı olan söylem, hükûmetin beceriksizliği, isrâfı, kamu kaynaklarını peşkeş çekmesi, adâletsiz bir kamu bürokrasisi kurması, partizanlığa prim vermesi… Yani hepimizin bir şekilde hayâtında hissettiği yoksulluğu ve moral bozukluğunu, adâletsizliğe uğramışlık hissini doğru aktöre kanalize etmek. Bu bir roket bilimi değil, bu uzaya roket yollamak kadar karmaşık bir iş değil. Hakîkaten bu. Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’yi kötü yönettiğini söylemek gerekiyor. Kötü yönetme hikâyelerini anlatmak gerekiyor. Sistem içerisindeki açıkları halkın gözüne sokmak gerekiyor. Siyâset dediğimiz zaman ben hakîkaten bunu anlıyorum. Bunların ifâde edilmesi gerekiyor. Fakat bunu yapmıyoruz. Muhâlefette olan DEVA ve Gelecek partileri bize bunu vermedi. 

Bu sefer başlıyoruz: “Oy alabilmek için muhâlefeti nasıl dönüştürebiliriz, nasıl daha yumuşak hale getirebiliriz?” diye düşünmeye. Bu partilerin, siyâset yapma alanı olarak Adalet ve Kalkınma Partisi yerine, içerideki aktörlerin tabanını seçtiğini görüyoruz. Siyâset yapma alanı olarak Demirtaş var, İYİ Parti tabanı var, CHP’nin “beton Kemalist” tabanı var, İYİ Parti’nin faşist tabanı var, “Şımarık” Demirtaş var. Buralara karşı siyâset yapıyorlar, fakat AKP’ye karşı, 18 senelik geçmişlerine rağmen, muhâlefetin işine yarayabilecek bir tâne söylem üretmiyorlar. Geçtiğimiz hafta başörtüsü meselesi konuşulurken, muhâlefette olduğunu düşündüğümüz bâzı arkadaşların o kadar iştahla bu meseleyi savunduğunu, meseleye dört elle sarıldığını gördüm ki… Keşke aynı iştahı, hükûmette bulundukları süre içerisinde tanık oldukları olayları, ellerindeki belgeleri muhâlefetle paylaşırken gösterselerdi. Anlatabiliyor muyum? Böyle olmayınca da, muhâlefet kendi içerisinde sürekli olarak tartışan bir yapı içerisine giriyor. O bahsettiğim yönetme irâdesini gösteremiyor. 

Başkanlık meselesinde de benzer bir şey yaşıyoruz. Başkan adayının kim olacağı konusu, Altılı Masa mekanizmasının dışında, hakîkaten sinsi bir şekilde, kapalı kapılar arkasından yürütülüyor. Başka siyâsî arayışlarınız olabilir, başka planlarınız olabilir; fakat toplumun gözü önünde siyâsetsiz bir Altılı Masa’yı “muhâlefet masası” olarak sunup, dışarıda organik bir şekilde gelişen Kemal Kılıçdaroğlu adaylığını dayatma gibi bir stratejiniz olamaz. Muhâlefet birbirine girer, birbirine düşer. Bu cin fikirler kimin aklından çıkıyor, muhâlefete bu tip dayatmaları yapmak kimin zekâsının ürünü bilmiyorum. Fakat “Her koşulda Tayyip Erdoğan’a karşı oy veren bir %40 var, bu insanlar ezilse de, yorulsa da, yıpransa da, tekmelense de, bir şekilde kimi gösterirsek gösterelim, zâten gidip oy verecekler. O yüzden bu insanların düşüncelerini bir şekilde göz ardı edebiliriz. Dolayısıyla biz burada %3’e, 5’e bakalım” gibi bir zihniyet var muhtemelen. Böyle olunca da, demokrasi hem amacından uzaklaşıyor, hem milletin irâdesi temsil edilmiyor, hem de sizin zannettiğiniz gibi o mühendislik hesapları kusursuz bir şekilde işlemiyor. İnsanlar konuşuyor, îtirazlarını dile getiriyorlar. Anlatabiliyor muyum? İnsanlar tatmin olmadıkları zaman, insanlar kazanacaklarına inanmadıkları zaman, kaybeden bir meselenin içerisinde olmak istemiyorlar. Çünkü biz, muhâlifler olarak çok kaybettik. Çok umutlandık ve çok kaybettik. Bu hikâyeyi biraz baştan alalım. Çok yıpranmış bir muhâlif kesim var. Bu muhâlif kesim umutlandığı zaman bile hakîkaten kendisinden utanır hâle geliyor. “Seçimi kazanmak için bu kadar umutlanıyoruz, ama seçim gecesi yine böyle bir hüsran yaşayacak mıyız?” diye düşünüyorlar. Hiç bunları görmeden, hesap etmeden, “%40 paşa paşa gelip oy verecek” kafasıyla, hakîkaten çok saçma mühendislik hamleleri yapılıyor. Aslında Erdoğan’ın çözülmesi son derece kolay, yerel seçimlerde de muhâlefetin çözdüğü bu oyun planı, şu anda kendisini bir gölge gibi muhâlefetin üzerinde yükseltmeye başlıyor. Bu konularda biraz ciddî olmak lâzım. 

Ayşe’ye tamâmıyla katılıyorum. Muhâlefetin seçimi kazanması, Erdoğan’ın oy kaybedip kaybetmemesinden bağımsız bir olgu olmadıkça, yani Erdoğan’ın kendi beceriksizliği sonucu seçimi kaybetmesinden bağımsız bir şekilde, Erdoğan’ın en becerikli, en “prime” dönemindeki hâlini bile mağlup edecek bir irâde göstermedikten sonra, hakîkaten hiçbir anlamı yok. Bunu yapamazsınız. Çünkü Erdoğan’ın enstrümanları var, medyası var, kaynakları var, her partinin içerisinde bir şekilde bu partileri manipüle etmek için eminim ki uzantıları var. Dolayısıyla kendi planınızı oynamazsanız, kendi oyununuzu oynamazsanız, kazanabileceğinizi insanlara göstermezseniz ve kazanma ihtimâlinizi Erdoğan’ın beceriksizliğine bağlarsanız kazanamazsınız. Bunu söyleyeyim. 

Edgar Şar: Çok teşekkürler Burak. Ruşen Abi, son söz senin. 

Ruşen Çakır: Burak’ın söylediklerinin ardından çok da söyleyecek bir şey yok. Ama şunu söylemek mümkün: Erdoğan tek tabanca. Yanında öyle çok ekibi yok. Birileri gidiyor, birileri geliyor. Muhâlefetin en büyük gücü, kolektiflik yaratabilme imkânı ve gerçekten parlak isimlere sâhip olması. Meselâ Erdoğan sonunda Nebati’yi bakan yapmak zorunda kaldı. Altılı Masa’nın her bir partisinde ekonomiden anlayan kurmayları yan yana koyun, fark kat kat fazla, bu çok açık. Bir de bunlardan bir ortak irâde çıkartabilirsen, insanlara, “Böyle birisinin mi ekonomiyi yönetmesini istiyorsunuz, yoksa ekonomiyi iyi bilen birilerinin mi?” deme imkânınız olabilir. Bunu söylemesi için bir ekibin çıkabilmesi gerekiyor. Bugünkü gidişatta, Erdoğan, 2018 cumhurbaşkanlığı seçiminin bir tekrârını yaşama ihtimâlini görmüş ve bunun mutluluğunu yaşıyor gibi. Diyelim ki Kılıçdaroğlu, Mansur Yavaş, İmamoğlu veya Akşener, kim olursa olsun, isimlerden bağımsız, an îtibâriyle, bunların her birinin, 2018’deki Muharrem İnce vakasını yaşama ihtimalleri çok yüksek. Çünkü yarış, deminden beri konuştuğumuz Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içerisinde kaldığı zaman, artık kimin olduğunun bir önemi yok. Önemli olan o kopuşu gerçekleştirebilmek ve böylece Erdoğan’ı daha agresif kılmak. Erdoğan agresifleştikçe, sükûnetle, sâkin bir şekilde seçimi kazanmak. 

Hatırlayın, Muharrem İnce olayında ne olmuştu? Muharrem İnce’nin saldırganlığı Erdoğan’ın kontrolünde inip çıkıyordu ve ortada kavgadan başka bir şey kalmıyordu. Böylece seçim kaybedildi. Şimdi, tıpkı yerel seçimde olduğu gibi, Erdoğan ve destekçilerinin saldırdığı ama muhâlefetin kendi işini yaptığı bir seçim alanına girmek gerekiyor. İşte o zaman Erdoğan bocalayacak. Bunun da birtakım kilitleri var tabiî: Ahlâk meselesi, kamu ahlâkı ve güvenlik meselesi. Buralardaki kopuşu gerçekleştirmek lâzım. Meselâ, Mersin saldırısının ardından Selahattin Demirtaş bir çıkış yaptı. Kandil’den bir cevap geldi. Kandil’in cevâbına rağmen Demirtaş yoluna devam etti. Ama muhâlefetten hiç kimse, en azından târihe not düşmek adına, “Helâl olsun. ‘Terörle arasına mesâfe koysun’ diyorduk. Buna benzer bir şey mi oluyor acaba?” gibisinden, hani yüzde yüz destek olmasalar bile birazcık bir şey söyleselerdi, belki işler farklı gerçekleşecekti. Ama öyle bir şey oldu ki, Demirtaş risk alırken, muhâlefet hâlâ, “Erdoğan bize ne der? Erdoğan bizi nasıl döver?” korkusuyla, bu konuda bile sessiz kaldı. 

Muhâlefet böyle davrandıkça, Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içerisinde kalmaya mahkûm olurlar. Erdoğan’ın stratejisi çok basit. Tıpkı 2018’deki gibi, bir yandan, elindeki imkânlarla seçmenini memnun edecek birtakım hamleler yapar. Diğer yandan da, muhâlefetle inişli çıkışlı, kendisinin belirlediği bir gerilim üzerinden bir seçim kampanyasını yürütür. Halbuki muhâlefetin, Erdoğan ve destekçilerinden koparak onları kendi hallerine bırakması, kendi aralarında çok güçlü bir şekilde birlik içerisinde hareket ederek doğrudan topluma seslenmesi ve ısrarla söylüyorum, bir ekip göstermesi, yani tek adama karşı çok kişinin olduğunu göstermesi gerekiyor. Altılı Masa tek başına bunu karşılamadı, gördük. “Bu işe falan kişi bakacak, şu işe filan kişi bakacak, aday şu olacak, ama yardımcıları şunlar olacak” gibi, adını koyarak, somut bir şekilde, Erdoğan’ı muhâtap almadan, doğrudan topluma seslenmesi gerekiyor. O zaman Erdoğan, o kısa süre içerisinde sürekli yeni strateji arayışlarına girecek. Tıpkı yerel seçimde olduğu gibi. “Beka” dedi, tutmadı. Son anda, “İstanbul’u biz daha iyi yönetiriz” diyerek seçimi kazanmaya çalıştı, olmadı. Muhâlefet, Erdoğan’ı zorlayacak çıkışlar yaparsa, Erdoğan o panikle parça parça birtakım stratejiler deneyecektir. Ama şu hâliyle bakıldığında, Erdoğan’ın daha sâkin ve kontrollü gittiği gözüküyor. Bu, onun daha özgüvenli, muhâlefetin ise daha kendine güvensiz olduğu bir görünümü ortaya çıkartıyor. 

Edgar Şar: Çok teşekkürler Ruşen Abi. Geçen haftaki yayının ikinci bölümünde, “Altılı Masa’nın ikinci turunda bu eksiklikler tamamlanacak mı?” diye konuşmuştuk. Orada da yine böyle tereddütlü bir iyimserlik vardı. Bakalım, ne kadar gerçek olacağını göreceğiz. Daha sık bir araya geleceklerini söylemişlerdi. Demek ki önümüzdeki haftalarda bu konular daha sık tartışılacak gibi görünüyor. “Adını Koyalım”ı burada bitiriyoruz. Çok teşekkürler Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar, Ruşen Çakır. Bizi izleyen herkese de çok teşekkürler, iyi akşamlar.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.