Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (74): Kılıçdaroğlu ve Erdoğan’ın başörtüsü kavgası 

Sosyal medya hesabından bir video mesaj yayınlayan CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, helalleşme konusunda yeni bir adım atarak, “Başörtüsü meselesini toplum olarak aşma, geride bırakma zamanı” dedi.

CHP, kanun teklifini Meclis’e sundu.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise Kılıçdaroğlu’na başörtüsü konusunda anayasa değişikliği çağrısı yaptı.

Altılı Masa’nın ikinci tur görüşmeleri 2 Ekim’de Kılıçdaroğlu’nun ev sahipliğinde başladı.

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Edgar Şar ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım‘da değerlendiriyor.

Oku: Kılıçdaroğlu’ndan “başörtüsü” mesajı
OkuKılıçdaroğlu kanun teklifini duyurmuştu: Yasaklardan genelge yoluyla çözüme Türkiye’de başörtüsü sorunu
İzle: Kılıçdaroğlu başörtüsü videosuyla bize aslında neler söyledi?
Oku: Başörtüsü tartışması | Erdoğan’dan Kılıçdaroğlu’na anayasa değişikliği çağrısı
Oku: Başörtüsü tartışması | Erdoğan’ın çağrısına CHP’den ilk yanıt
Oku: Başörtüsü tartışması | HDP: “Anayasal değişikliğe varız, tüm ayrımcılıkları silecek bir anayasa maddesi yazalım”
İzle: Ruşen Çakır’ın izleyicilerle ortak yayını | Başörtüsü tartışmasını kim kazandı?
İzle: Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü çıkışına karşı oluşan koalisyonda kim kimdir?
Oku: Kılıçdaroğlu’ndan Erdoğan’ın aile düzenlemesine ret, başörtüsünde ısrar: “Bu riski almak zorundayım, başarılı olur muyum bilmiyorum ama deneyeceğim”

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: İyi akşamlar. “Adını Koyalım”dan herkese merhaba. Yedek oyuncu olarak yine geldim. Bugün programı bugün ben modere edeceğim. 

Ayşe Çavdar: Hoşgeldin. 

Edgar Şar: Bugün Kemal Can özel bir meşguliyeti olduğu için aramızda olmayacak. Buradan selâmlarımızı iletelim ona. Ruşen Çakır, Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar’la berâberiz. Aslında bugün Altılı Masa’nın Pazar günü başlayan ikinci tur görüşmesini konuşacaktık. Fakat önce Kemal Kılıçdaroğlu’nun, sonra Erdoğan’ın ardı ardına gelen başörtüsüyle ilgili hamleleri bugün gündemi epeyce meşgul etti ve bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. İlk turda bu konuyu konuşalım. Ayşe Çavdar’la başlayalım. Ayşe sorum şu: Kim kimin gündemini ele almak zorunda kaldı? Kim kimin gündemine dâhil oldu? Bu, Kılıçdaroğlu’nun gündemi mi? Çünkü Kılıçdaroğlu için hep, “Sen neden sağcılara hoş görünmek için bir şeyler yapıyorsun?” eleştirisi yapılıyor. Gerçekten öyle mi oldu, yoksa Erdoğan mı Kılıçdaroğlu’nun gündemine hapsoldu?

Ayşe Çavdar: Ben bu programdan önce Ruşen’in izleyicilerle yaptığı ortak yayınını izliyordum. Önce, Ruşen’le hemfikir olmadığımı söyleyerek başlayayım. Bu arada, sorduğun soru da tuzaklı bir soru. Birinin diğerinin gündemine girmesi durumu yok. Bence mesele daha karmaşık. Mesele, muhâlefetin, sözüm ona, oyunu AKP’nin ve Erdoğan’ın ceza sâhasına çekmeye çalışması, ama oraya yanlış araçlarla gitmesi. Sonuçta, Erdoğan’ın en güçlü olduğu araçlarla karşısına çıkıyorlar. Birbirleri arasında paslaşmadıkları için, top hızlı bir şekilde kendi kalelerine geliyor ve golü yiyorlar. Bence asıl mevzû bu ve burada da bunun bir kez olduğuna şâhit olduk. Erdoğan’ın bu maçı kazanması, o golü atması gerekmiyordu. Zâten zayıf olduğu bir yer. Zamanlaması da çok saçma. İran’daki mevzûyu bir tarafa bırakıyorum; İran’da böyle bir şey varken, başörtüsü üzerinden dünya ayağa kalmışken, protestolarda her gün kadınlar ölürken, tutup başörtüsünden yola çıkarak bir atraksiyon yapmak sakat. Ama bunu tevil edebiliriz. Dün akşam Aysuda ile yaptığımız Geniş Zaman programında da aynı şeyi söyledim; yine onun arkasındayım. Dokunulmazlık sağlamaya çalıştığı şey başörtüsüne değil, aynı zamanda baş örtmemeye de. Burasından tutmaya çalışsa bir gideri vardı hâlâ. Oradan da tutmadı. 

Peki, ne oldu şimdi? Kılıçdaroğlu Erdoğan’a, “Sen bu işi genelgeyle çözdün. Bu kadar zayıf bir şeyle” demeye getiriyor. Aslında böyle söylemese de Kılıçdaroğlu Erdoğan’a şunu söylemeye çalışıyor: Sen bu mevzûya köklü bir çözüm getirmeyerek başörtülü kadınları rehin alıyorsun.“ Tam olarak îmâ ettiği ama nedense söylemediği şey bu. “Genelgeyle çözme. Buna yasal bir düzenleme yapalım. Böylece kimse kadınların kıyâfetine karışamasın.” Kılıçdaroğlu bu tür bir atraksiyon yapmış oldu. Meclis’in açılışında sorunumuz bu mu yani? Meclis açılıyor. Orada bir sansür yasası var; hiçbir şeyi konuşamayacağız. Bununla ilgili bir şey yapmamız gerekirken mevzûmuz bu mudur?

Ayrıca sözün örgütlenmesinde de sorun var. O videoyu düşünün. Gözlerime inanamadım. Videoyu ilk gördüğümde, “Belki Erdoğan’ın elindeki bir silâhı geri almaya çalışıyordur” dedim. Sonra videoyu kinci kez izlediğimde masanı üzerindeki kompozisyonu gördüm. Olacak şey mi? Paslaşma yok. Muhâlefetin geri kalanı ne diyor? Galiba bir tek Davutoğlu bir şey söyledi. Babacan bir şey söylediyse bile kaçırmış olabilirim bilmiyorum. İYİP’ten bir ses çıktı mı ondan da emin değilim. Yani karşımızda bir takım oyunu yok. O yüzden, Erdoğan gayet kolay bir şekilde Kılıçdaroğlu’nun bu atraksiyonunu gole çevirebildi. Yine de zayıf olduğu bir yer. Kılıçdaroğlu, “Sen bu kadar güçlü bir adamsın. Türkiye Cumhuriyeti târihinin gördüğü en güçlü, en fazla yetkiyle donatılmış cumhurbaşkanısın. Niye genelgeyle çözüyorsun bu işi? Başka aracın mı yok?” demedi. Çünkü ona bu söylenmedi. Nihâyetinde Erdoğan da yapacağını yaptı, “Hadi o zaman anayasa düzenlemesi yapalım” dedi. Ama yanına âileyi de koydu. Eminim, bir yerlerden LGBTİ+’lere sınırlama, onları tartışmaya açan bir şey de gelir. Böylece CHP’nin güya sosyal demokrat bir parti olarak –“güya” diyorum, çünkü o konuda hiçbir emâre görmüyorum– siyâset yapması gerekenin çok uzağında bir yerde, AKP’nin gündemine hapsetmiş olarak onu siyâset yapmak zorunda bırakacağı bir açıklıkta bıraktı. Bir de üstüne Alevî kartı açtı Erdoğan. Bir tek burada Ruşen’e katılıyorum. “Sen başörtüsüyle oynarsan ben de Alevî meselesiyle oynarım” dedi. Bu tehlikeli de bir şey. Çünkü Alevî meselesi Kılıçdaroğlu’nun meselesi değil. Kılıçdaroğlu oradan hiç gelmiyor. Ama sonuçta, bir atraksiyonla onu da oraya sıkıştırmış ve onunla yan yana koymuş oldu. 

Dolayısıyla, son derece yanlış bir zamanda, son derece yanlış bir kompozisyonla ve son derece yanlış bir dille, üstelik ellerinde güçlü olabilecekleri şeyler de varken, bir tür harekete geçtiklerini ve bu işin muhâlefete pek de yaramadığını, hele Kılıçdaroğlu’na hiç yaramadığını düşünüyorum. Çünkü CHP’nin içerisinde zâten partinin muhâfazakâr gündeme bu kadar hapsolmasına yönelik bir eleştiri var. Haklı da bir eleştiri bu. CHP’nin başka siyâset yapacağı bir alan mı yok? Var. Gani gani var. Onlar varken niye hâlâ buradayız?

Şöyle bir tarafı da olabilir, bu şüphemi de ekleyeyim: Altılı Masa’nın bugüne kadar gördüğümüz işleyişinde, daha doğrusu işleyemeyişinde şöyle bir taraf da var: “Tamam, AKP yenilebilir. AKP’yi yeniyor görünüyoruz arkadaşlar. Büyük bir hatâ yapmazsak yeneceğiz.” Bakış bu. Ama AKP’den sonrası dönemde kim birinci parti olsun? Belli ki masanın muhâfazakâr ayağı, “Mümkünse CHP birinci parti olmasın” gibi bir yaklaşım içerisinde. Ben hiçbir şey bilmiyorum. Sadece sezgisel olarak, nedense bu tavsiyenin, Kılıçdaroğlu’na Davutoğlu ekibinden gitmiş olabileceğini düşünüyorum. Oradaki hikâye, “CHP ile yan yana olmamızı nasıl açıklayacağız?” meselesi. Yani: “Öyle bir şey yapmalıyız ki, CHP’yi muhâfazakârlığın değerleri konusunda disipline ediyor görüntüsü vermeliyiz” gibi bir yaklaşım olduğu sezgisine sâhibim. Dediğim gibi, bir şey bilmiyorum, kimseyle bir şey konuşmadım. Ama görünen manzara böyle bir şey söylüyor. Bu sâdece CHP’nin elini değil, bütün masanın elini zayıflatıyor. O yüzden bu konularda doğru dürüst bir tartışmaya, uzlaşmaya ve doğru dürüst bir siyâsete ihtiyaç var. Ben bunları hiçbir şekilde bir ilkeye, kaideye bağlı olarak konuştuklarını zannetmiyorum. Gelişine sallanan birtakım atraksiyonlar bunlar. Ve sonuçları gerçekten iyi olmuyor. Diyelim ki Ruşen haklı. Kılıçdaroğlu Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmış olsun ve onu Alevîler konusunda hareket etmeye zorlamış olsun. Ee? Bu, sâdece böyle bir zafer varsa bile şu anla ilgili bir zafer. Bunun bir ucu, bir sonu yok. Üstelik örgütlenmeme biçimi îtibâriyle de masa etrafındaki dağınıklığı, masa gündeminin aslında ne kadar rasgele olduğu konusunda insanlara çok kötü izlenimler veriyor. 

Son bir şey daha ekleyeceğim: Madem böyle oldu, Erdoğan oradan bir çıkış yaptı ve Kılıçdaroğlu’nu kendi pasına hapsetti, tamam. CHP’den gelen cevaplardan, “Erdoğan böyle bir şey yaparsa biz ne yaparız?” stratejisini düşünmediklerini anlıyorum. Yani “Biz bu adımı attık. Ondan da bir karşı adım gelecek. Sonra biz hangi senaryoda ne deriz?” simülasyonunu da düşünmemişler. O yüzden, Özgür Özel’in yaptığı açıklamayla, Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı açıklama taban tabana zıt. 

Edgar Şar: Taban tabana zıt mıydı o? Bana pek öyle gelmedi. 

Ayşe Çavdar: Bence evet. Özgür Özel, “Seninle Anayasa’yı niye konuşalım?” diyor, Kemal Kılıçdaroğlu da, “Getir önümüze konuşalım” diyor. Bence bu taban tabana zıt. O yüzden, bir adım attığında, bu adıma bir cevap geleceğini düşünmemişler. Erdoğan’ı da mı tanımıyorsunuz? Bu adamdan bir cevap geleceği belli. Peki bu cevap alternatifleri ve verilebilecek cevaplar konusunda parti –bu sefer Altılı Masa bile demiyorum–, CHP hazır mı? Herhangi bir hazırlığı var mı? Olmadığı anlaşılıyor. 

Edgar Şar: Ayşe, en başta, “Birinin, diğerinin gündemine girmesi durumu yok, ikisi de değil” dedin ya. Sanki yine de ikisinden birini söylüyorsun gibi geldi bana. 

Ayşe Çavdar: Hayır, söylemiyorum.

Edgar Şar: “Kılıçdaroğlu muhâfazakâr gündeme hitap edeceğim diye aslında topu oraya çekti” derken…, ben onu kastetmiştim.  

Ayşe Çavdar: Topu oraya çekmesinden daha beter bir şey var. Yani onu çekti, tamam, öyle olsun. Senin sorun üzerine bir cevap vermiş olayım, ama topu oraya çekmekten daha fenâ şeyler de oldu ne yazık ki.  

Edgar Şar: Peki, gerekirse tekrar döneriz. Burak’la devam edelim. Geçen haftaya kadar çok sık konuştuğumuz, Kemal Bey’in Altılı Masa’ya kendi adaylığını “dayatması”, Meral Akşener’in çıkışı üzerine yapılan tartışmaların üzerine gelmesiyle bu olayın ilgisi var mı?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, Edgar. Ben, bu sürecin Kemal Bey’in adaylık stratejisiyle çok yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü 2 hafta önce Medyascope’a yazdığım yazıda söylediğim gibi, ben post-Kemalizm ile sol popülizm karışımı bir stratejiyle, Kemal Bey’in kendisini muhâlefetteki diğer adaylardan farklılaştırdığı kanaatindeyim. Bu şöyle bir şey: Tayyip Bey’in seçimi kaybedeceği muhâlefetin gözünde kesinleştikten sonra, artık mücâdele sâhası iktidarla muhâlefet arasındaki gerilimin dışına çıktı; muhâlefetin kendi içindeki adaylar arasındaki mücâdeleye dönüştü. Dolayısıyla Kemal Bey, siyâset yapan, siyâsî popülaritesi yüksek, ideolojik veya ahlâkî olarak çok keskin bir şey söylemeden sâdece kişisel karizmasıyla seçimi kazanabilecek adayların karşısında, bâzı değer setlerini temsil ettiği iddiasıyla kendisini var etti ve kendisini bu şekilde diğer adaylardan farklılaştırdı. Zâten baktığımız zaman, bu 5’li çeteye, neo-liberalizme veya sol popülizmin bahsettiği iktisâdî imtiyazlı sınıfa karşı bir mücâdelenin bayraktarlığını tutuyormuş gibi bir tonda konuşması, bunun bir göstergesi.

Bu, kötü bir şey değil. Sol popülizm deyince, bazı arkadaşlar çok fazla rahatsız oluyorlar; ama sol popülizm, solun ciddî anlamda iktidâra gelme stratejisidir ve toplumu doğru hatlara böldüğünüz zaman, siyâseten sonuç alabileceğinizi iddia eder. Dolayısıyla Kemal Bey’in sol popülizm anlayışını garip karşılamıyorum. Netîcede kendisini muhâlefetin diğer adaylarından bir şekilde farklılaştırmayı başardı. Ama bununla da kalmıyor, aynı zamanda bir de post-Kemalist bir anlatıya sığınıyor. Daha doğrusu post-Kemalist anlatı üzerinden geçmişte iktidâra eklemlenmiş veyahut genel îtibârıyla Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’dan sonrasını da bir demokratikleşme fırsatı olarak gören insanların söylemlerine yakınlaşıyor. Bu insanlar, Kemal Bey’i CHP tabanını dönüştüren kişi olarak tanımlıyorlar. Ama Kemal Bey’in CHP tabanını dönüştürdüğü iddiası, CHP tabanının tıpkı post-Kemalistler’in AKP’nin ilk döneminde olduğu gibi “beton Kemalist” olarak tanımlanmasını berâberinde getiriyor. Hattâ Kemal Bey bununla da kalmıyor, kendisini muhâlefetin adayı olarak sunduğu zaman, faşist olarak tanımladıkları İYİP tabanını da dönüştürmüş olacak. Yani ortada kişinin biricikleşmesine, yani siyâsetçinin biricikleşmesine dayanan bir anlatı var ki biz bunu Tayyip Erdoğan döneminden çok net hatırlıyoruz. Dolayısıyla “helâlleşme ekseni” dediğim, muhâfazakârlarla ve Kürtler’le, onları bir kimlik grubu olarak öne çıkartan ve onlarla bir şekilde temâsı vurgulayan yaklaşım, Kemal Bey’in bir anlamda siyâsî arayışlarının sonucu. 

Peki, bu siyâsî arayış niçin önemli? Çünkü bir yanda Altılı Masa gibi bir muhâlefet ittifâkı var. Fakat Altılı Masa, geride bıraktığımız 8 ayda çok da fazla siyâset üretmedi. Yani, seçimi kazanmaya yönelik bir siyâsî ittifakmış izlenimini vermedi. Bu pragmatizme sâhip olduğunu göstermedi ve halkta heyecan uyandırmadı. Altılı Masa bu şekilde devam ederken, öte taraftan Kemal Bey’in siyâsî arayışları devam etti. Dolayısıyla onun, bir anlamda kendisini sürekli olarak bir şekilde öne çıkartan ve kendisinin ahlâkî konularda bir duruş sergilediğini iddia eden yaklaşımı, Kemal Kılıçdaroğlu’nu muhâlefet içerisindeki diğer adaylardan ayrıştırma stratejisinin bir sonucu. Çünkü Kemal Bey’in etrafındakiler, yani Kemal Bey’i başkan adayı yapma projesinin paydaşları, şöyle bir düşünceye inanıyorlar: Zâten muhâlefetin, hâlihazırda ne olursa olsun, kimi çıkartırsa çıkartsın, hangi adayı kararlaştırırsa kararlaştırsın, yüzde 40-45’lik bir oy veren kesimi var. Yani ne olursa olsun, Ekmeleddin İhsanoğlu’na da, Muharrem İnce’ye de oy veren bir kesim. Bunlar aslında bizim gibi insanlar. Meselâ ben, onlardan bir tânesiyim. Ne olursa olsun, muhâlefet kimi çıkartırsa çıkartsın, gidip oy veren kesimdenim ben. Bu, tabiî demokrasi adına iyi bir şey değil. Çünkü Kemal Bey’in projesini destekleyen insanlar, zâten bizim gibi insanları cepte görüyorlar. Bizim gibi insanları cepte gördükten sonra da geriye kalan oy potansiyelini tamamlamak için, “memnûniyetsiz muhâfazakârlar” olarak tanımladıkları ve toplumda bunu kimin temsil ettiği de belli olmayan kesimlerle bir şekilde ilişki kuruyorlar. Bu memnûniyetsiz muhâfazakârları Davutoğlu mu temsil ediyor? DEVA Partisi mi temsil ediyor? Karar gazetesi mi temsil ediyor? Serbestiyet gazetesi mi temsil ediyor? Kim? Bilmiyoruz. Herkes, kendisini bu kesimin temsilcisi olarak sunup bir şekilde Kemal Kılıçdaroğlu projesine eklemlenmeye çalışıyor. Ama bilmiyoruz. Anketlere bakıyoruz, memnûniyetsiz, huzursuz muhâfazakârlar, pek de DEVA Partisi’ne, Gelecek Partisi’ne teveccüh gösteriyormuş gibi gelmiyor bize. Halbuki o kesimi temsil ettikleri iddiasıyla masadalar ve aslında var olmayan bir kesimin temsilcisi olarak Kemal Bey onları muhâtap alıyor.

Yine aynı şekilde, o memnûniyetsiz muhâfazakârlara yönelik bir hamle görüyoruz. Bu tamamıyla “Seçimi kazanamaz, diğer adaylar kadar karizmatik değil, popülaritesi yüksek değil” şeklinde eleştirilere muhâtap olan Kemal Bey’in, o popülariteyi yakalama projesi. Çünkü yüzde 45’i cepte, hazır. Kim olursa olsun, Tayyip Erdoğan’ın karşısına kim çıkarsa çıksın oy verecek şeklinde görüyor.

İşte bu post-Kemalizm de çok temel konularda, meselâ CHP tabanını tanımlama konusunda veya memnûniyetsiz muhâfazakârları tanımlama konusunda bâzı iddialara, bâzı önermelere sâhip. Bunu da Kemal Bey’e satmış gözüküyorlar. Kitabın ortasından konuşuyorum, çok estetik konuşamayacağım. Bu şekilde Kemal Bey, bu toplum kesimlerini cezbedebileceğini düşünüyor. O yüzden, onun adaylık süreciyle yakından ilişkili olduğu kanaatindeyim.

Edgar Şar: Evet, çok teşekkürler. Şimdi Ruşen Çakır’a dönelim. Ruşen Abi bugünkü yayınında, aslında sosyal medyadaki yaygın kanının aksine, sosyal medyadaki muhâlif kamuoyunun yaygın kanısının aksine, Kılıçdaroğlu’nun ortada attığı bir gol olduğunu söyledi. Bunu belki Ayşe ve Burak’ın söylediklerinden sonra tekrarlamak değil, ama bir de onların söylediklerinin çerçevesinde açıklamak istersin.

Ruşen Çakır: Çok kişinin îtiraz ettiğinin farkındayım. Bu îtiraz edenler farklı farklı gruplar. Bir kere, muhâlefet saflarında başörtüsü konusunda alerjisi olanlar var. “Ne gereği vardı?” diyenlerle, “Niye böyle bir şey yapalım ki?” diyenler var. Bunu açıkça söylemeseler bile böyle bir durum söz konusu. Bir diğeri, biraz önce Burak’ın söylediğiyle benzeşiyor biraz: Kılıçdaroğlu’nun adaylığını istemeyen ve dolayısıyla, kaba deyimle, “Ağzıyla kuş tutsa yaranamayacağı” insanlar var. Kılıçdaroğlu’nun burada çok bâriz bir hatâ yaptığını düşünüp, adaylık konusunun üzerine çarpı atmaya niyetleniyorlar. Böyle bir perspektif de var. Çok samîmî bir şekilde, “Erdoğan’ın eline koz verdi. Erdoğan’ın tam istediği şey bu” diyenler de var. Ben bunu Erdoğan’a fazlasıyla güç atfetme, Kılıçdaroğlu’na da az güç atfetme olarak görüyorum. Benim tanıdığım Erdoğan uzun bir süredir yok. Zayıf bir Erdoğan görüyorum. Hatta bugün Levent Gültekin’le Twitter’da biraz tartıştık. Levent, CHP’nin bilerek ya da bilmeyerek Erdoğan’a can suyu verdiğini söyledi. Ben de, “O yüzden mi Erdoğan Grup Toplantısı’nda o kadar öfkeliydi?” diye sordum. “Öfke hitâbet sanatıdır, ayağına gelen pası etkili bir gole dönüştürmenin bir yoludur, bu öfke kızgınlık öfkesi değildi, bence özgüven patlamasının yarattığı hiddetti” dedi. Değil. Benim tanıdığım, bildiğim Erdoğan bugün ayarı bozulmuş bir Erdoğan’dı. Öfkesi bir taktik değil, insânî bir öfkeydi. Eğer Abdülkadir Selvi’nin bugünkü yazısında belirttiği, “Kılıçdaroğlu’nun, AK Parti’de anayasa değişikliğiyle ilgili bir çalışma yürütüldüğü yönünde bir istihbârat alması üzerine geceyarısı bu açıklamayı yaptığı söyleniyor” konusu doğruysa, Erdoğan’ın bu öfkesinin katlandığını düşünüyorum. 

“Kılıçdaroğlu bu hamleyle oy alır mı?” deniyor. Kararsız muhâfazakâr seçmenden oy alır mı bilmiyorum. CHP oy almayabilir, ama CHP dışındaki diğer muhâlefet partilerine oy vermeyi düşünen bâzı insanların işini kolaylaştırabilir. Ama oy almaktan önce başka bir şeyi kanıtlaması gerekiyor. Kılıçdaroğlu helâlleşme konusunda bayağı bir çalışma yaptı. Ve bu hamlesiyle ilk defa helâlleşme konusunda somut bir şey söylüyor. Kimi insanlar gerek olmadığını söylüyor, kimileri de kanun maddesinin yetersiz olduğunu söylüyor. Ama ilk defâ somut bir şey söyledi Kılıçdaroğlu. Eğer bunu sâdece başörtüsü üzerinden söylerse, özellikle Kürt meselesiyle ilgili ya da başka konularda bu tür söylemlerden çekinirse, o zaman bunun takipçisi olmak lâzım. Ama bence en beklenmedik yerden bir hamle yaptı Kılıçdaroğlu. Şaşırtıcı bir hamle oldu. Ve o videoda söylediği, “Riskli bir şey yapıyoruz. Cüretli bir şey yapıyoruz. Bunun bedeli var” sözleri boşuna değilmiş; ânında gördük. 

Şuna da dikkatinizi çekeyim: Videoyu yaptıktan sonra gelen tepkilerle, Erdoğan konuştuktan sonra gelen tepkilerin dozu farklı. Bence birileri, Erdoğan’ın öfkeyle ve çâresizce –bu sözü hiç çekinmeden kullanıyorum– yaptığı çıkışa sarıldı ve Erdoğan’dan medet umdular. Bu çok açık. Şöyle düşünün: Bugün Erdoğan’ın grup toplantısında anayasa değişikliği îlân edeceğini biliyorduk. Hattâ biz bu yayını yapmadan önce, Kılıçdaroğlu’na karşı el yükselteceğini konuştuk. Siz izlediniz mi bilmiyorum, ama ben Erdoğan’ın konuşmasını canlı izledim. Konuşmasına, başörtüsü sorununu nasıl çözdüklerini, artık böyle bir sorunun olmadığını anlatarak başladı. Sonra, Kılıçdaroğlu’nun geçmişte söylediklerini bulup çıkartmış. Halbuki Kılıçdaroğlu, “Biz yanlış yaptık” diye bir özeleştiri veriyor. Sonra Erdoğan başka konulara geçti. Hattâ ben, “Herhalde biz yanıldık; anayasa değişikliği yapmayacak ya da yapmaktan vazgeçti” diye düşündüm. Sonlara doğru konu anayasa değişikliğine geldi ve birden, “Hadi bakalım, samîmîysen gel, anayasa değişikliğine destek ver” dedi. Yanına da, âile yapısını güçlendirecek birtakım değişiklikler ilâve edeceğini söyledi. 

Ben Erdoğan’ın onlarca grup konuşmasını Meclis’te izledim — mitingleri saymıyorum bile. Benim bildiğim, Erdoğan’ın bu konuşması, onun târihinde –“başarısız” demeyeceğim– başka bir şey; artık elinden bir şeylerin kaydığının göstergesiydi. 

Edgar Şar: Gol atmış gibi bir üslûbu yoktu yani. 

Ruşen Çakır: Kesinlikle değildi. Yayında söylerken başıma gelecekleri biliyordum. Hattâ o yayına girmeden önce, “Ben bunları söyleyeceğim ama millet ne der?” diye düşündüm. Zamânında, Refah Partisi yükselirken de, “Refah Partisi yükseliyor, önemli bir güç” dediğimde de insanlar tepki göstermişlerdi. “Ben haklıyım” iddiasıyla söylemiyorum bunları. Ama genel kabulün bu olacağı belliydi. Birincisi, “Bu konuya niye giriyor? Bu konuyu sana yedirmezler.” Sonrasında, “Bak gördün mü? Erdoğan bundan istifâde etti.”

Peki, şimdi ne olacak? Büyük bir ihtimalle, Erdoğan mitinglerde, Kılıçdaroğlu’nun geçmişte başörtüsü üzerine söylediği sözleri koyacak; Bugün gösterdiği video gibi. Bu, tamâmen Kılıçdaroğlu’na lâf yetiştirmek. “Anlatacak bir şey yoktu, Kılıçdaroğlu Erdoğan’a anlatacak bir şey verdi” deniyor. Erdoğan, başörtüsü nedeniyle kendisine oy verecek insanın oyunu zâten alacak. Ama burada başka bir şey var. Bunu ne derece düşünerek yaptı bilmiyorum, ama Kılıçdaroğlu bir şeyi bozdu. Başörtüsü sorununu yıllardır izleyen birisi olarak, ilk defâ başka bir yerden ve “başörtüsü düşmanı” olarak bellenmiş bir hareketin içerisinden ve bellenmiş bir kişi tarafından bu kadar açık ve net bir duruş sergilendi. Kılıçdaroğlu noktayı koydu. Erdoğan’ın bundan sonra yapmaya çalışacağı tek şey, “Bu adam yalan söylüyor, buna inanmayın” demesi olacak. Bu bir savunma. “Bana hak verdiler” diyemiyor. O kadar çalışmışlar, Kılıçdaroğlu’nun onlarca demecini bulmuşlar. Hakîkaten hepsi de bugünkü Kılıçdaroğlu’nun öfke duyacağı sözler. Zamânında Kılıçdaroğlu o sözlerini televizyonda söylediği zaman ona kızıyordum. Şimdi Kılıçdaroğlu o söylemlerin dışında çok önemli bir yere geldi. Kendi partisinden de destek almıyor, soldan da destek almıyor. 

Kılıçdaroğlu’nun, bunları aday olmak için yaptığına katılıyorum. Kılıçdaroğlu’nun adaylığının mukadder olduğunu sanmıyorum. Biraz önce baktım, bu cümleleri söylediğim için birileri YouTube’da, “Ne yani? Adamı zorla aday yapmak istiyorsun. Seni de milletvekili mi yapacaklar?” yorumları yapmışlar. Açıkçası, Kılıçdaroğlu’nun aday olacağını pek sanmıyorum. Olmak istediğini biliyorum. Ama o gün geldiğinde, takvim açıklandığında, Kılıçdaroğlu birtakım objektif kriterlere bakarak karar verecek ve kendisinin kazanma şansının çok düşük olduğunu görürse –ki an îtibâriyle öyle görünüyor–, aday olmaktan imtinâ edecektir diye düşünüyorum. Bunları bir taraftarlık üzerinden okumak yanlış. Aslında, Kılıçdaroğlu bize çok târihî bir olay yaşattı. Ayşe, sen de o zamanki tartışmaları biliyorsun. Bir iki solcu, “Bu başörtülü kızlar da üniversiteye girebilsin” dediği zaman bile büyük olay olurdu. Bu meselenin, muhâfazakârlardan oy alma, oy almaya çalışma boyutunun ötesinde, Cumhuriyet tarihinde ciddî bir simgesel anlamı var. Bu lâf edildi artık. Bundan rahatsız olan insanların, bunun politik sonuçlarının da yanlış olacağını söylemesi… “Yaptığı ideolojik olarak doğru, ama siyâseten umduğunu bulamayacak” gibi bir tartışmaya tamam. Ama zâten, “Ya, bu ne yapıyor? Biz iktidâra gelsek, tekrar yasaklasak. Bir yönetmeliğe bakar” diyen çok insan var ve o kadınlar da bunu biliyorlar. Kılıçdaroğlu gibi birisinin bunları söylüyor olmasının çok anlamlı ve pozitif bir şey olduğunu, kendisinin siyâsî iddialarının lehine olduğunu düşünüyorum. 

Ama benim öncelik verdiğim husus daha başka. Açıkçası, “Erdoğan’ın beklediği oldu. Kılıçdaroğlu Erdoğan’ın tuzağına düştü” yaklaşımına hiç katılmıyorum. Böyle bir tuzak yok. Neye uğradığını şaşırmış bir Erdoğan vardı karşımızda. CHP Genel Başkanı kalkıyor, “Gelin yasa yapalım ve bunu garanti altına alalım” diyor. Dikkat ederseniz, Erdoğan ilk başlarda CHP’li başörtülü kadınları aşağılıyordu. Ayşe, sen daha iyi bilirsin bunları. Bugün ise çok dikkatli bir dil kullandı. “Bazı hanım kardeşlerimiz” diye bahsetti. Yanında başörtülü bir partili olmasından, başörtülü bir kadının elini sıkmasından bile rahatsız olan Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun “Başörtüsü sorununu çözelim. Bütün milletvekillerimiz imzâ attı” demesinden ciddî bir şekilde rahatsız olduğunu ve bunu gördüğümü düşünüyorum. 

Edgar Şar: Bugün yayını 1 saatte toparlamak istiyoruz. Altılı Masa konusuna da gireceğiz. O yüzden, ikinci tura geçmeden, Ayşe ve Burak’a bu konuyla ilgili eklemek istedikleri bir şey varsa, kısaca söz vermek istiyorum. Özellikle Burak’ın, “Bu, Erdoğan için bir gol atma fırsatı mıydı?” sorusuna cevap verme fırsatı olmadı. Şimdi Ruşen Abi’nin söylediklerinden sonra ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Ayşe, senden başlayalım, Burak’la devam edelim. Sonra ikinci tura geçeceğiz. 

Ayşe Çavdar: Ben “ummak istiyorum” demek istiyorum. Umarım Ruşen’in söylediği gibidir. 

Edgar Şar: Biraz iknâ etti mi seni?

Ayşe Çavdar: Eğer Ruşen’in söylediği gibiyse, biraz içimi ferahlattı, hattâ içimin yağlarını eritti. Ama şöyle bir şerh düşeyim: Erdoğan hiçbir zaman güçlü bir adam değildi. Bu da büyük bir lâf oldu şimdi. Erdoğan’ı güçlü yapan şey, düşmanlarının beceriksizliği ve etrafındaki kadroydu. O kadro yok artık. O metin öyle çıkmazdı. Düşünsenize, 2007’de, 2008’de Erdoğan’ın ofisinden böyle bir metin mi çıkardı? Erdoğan ne zaman kendi sözünü söyledi ki? Tamam, iknâ olmaya çok hazırım. Senin söylediğin perspektife iknâ olmak istiyorum. Ama dediğim gibi, şerhlerim ve arka tarafta birtakım şüphelerim de var. Çünkü ben Erdoğan’ı hiçbir zaman güçlü biri olarak görmedim. Bunun bir sebebi de var. Erdoğan’ın çok özel bir ânına denk geldim. Cezâevine girmeden önceki ikinci gündü galiba. Cemal Reşit Rey’de Türk Beşleri’nden birinin Soykan Operası oynanıyor. Opera siyâsî kariyerinde Erdoğan için çok önemli bir şey biliyorsunuz. Neyse, uzun bir hikâye, geçenlerde birine anlattım o yüzden aklıma geldi. Operanın sonunda kocaman bir Atatürk posteri çıktı. Erdoğan herkesle berâber ayağa kalktı. Onu son kez görmek için gelen birkaç insan var orada. Aslında birkaç insan değil. Cemal Reşit Ret Konser Salonu’nu dolduran insanları düşünün, onu görmek üzere gelmişler. Onu mu alkışlıyorlar, Atatürk posterini mi alkışlıyorlar, operayı mı alkışlıyorlar, her şey birbirine karıştı. Ben o zaman Nokta dergisinde çalışıyordum. Bu opera mevzûundan “diplomatik sefâlet” diye bahsetmiştim. Çünkü diğerleri de Türkî cumhuriyetlerden gelenlerdi. Ve önümden geçerek çıktı oradan. Dediğim gibi ya ertesi gün ya da bir sonraki gün cezâevine girecek. Öyle bir günden bahsediyoruz. Önümden geçip gitti. O kadar alkışlanmış, bir şey olmuş orada, allak bullak bir surat hatırlıyorum. Yanımda da Ümit Meriç vardı; berâber gitmiştik operayı izlemeye. 

Ben o âna tanık olduğum için, Erdoğan’ın kendi kişisel târihinin herhangi bir yerinde çok güçlü biri olduğuna inanamadım. Hiçbir zaman inanmadım; hâlâ da inanmıyorum. Onu güçlü kılan şey Deniz Baykal’dı meselâ. Ben, şu tarihsel anda Kemal Kılıçdaroğlu’nun tersinden aynı şeyi yapmasından çok korkuyorum. Çünkü oyunu muhâfazakâr sâhada oynuyorlar. Bu yalnızca Kemal Kılıçdaroğlu’nun problemi değil, aslında Altılı Masa’nın problemi. Bir tür aparkat, yani aşağıdan yukarı vurmaya çalışıyorlar Erdoğan’ı. Ama Erdoğan aşağıdan gelen hamleleri çok rahat savuşturabiliyor. Çünkü o da öyle oynuyor. Onunla yüzleşmek gerekiyor, ama Altılı Masa onunla yüzleşmiyor. 

Burak’ın söylediği “Kılıçdaroğlu bunu aday olmak için yaptı” hikâyesinden emin değilim. Yine bir hissiyat, ince bir sezgi olarak, Kılıçdaroğlu’nun geçen haftaki krizden sonra adaylıktan vazgeçme yolunda olduğunu düşünüyorum. Burak’ın bu argümanına ikinci bir îtirazım var. Kılıçdaroğlu’nun alternatifi olan diğerleri, Ekrem İmamoğlu ya da Mansur Yavaş, bu konuda farklı mı davranırlardı? Veya oyunu muhâfazakâr sâhada oynama konusunda onlar farklı mı davranıyorlar ki, Kılıçdaroğlu, muhâfazakâr gönülleri ya da oyları kazanmak için uğraştığında, aslında onları bertaraf etmeye çalışıyor? Hayır, bence hepsi de aynı oyunu aynı şekilde oynuyorlar. Kılıçdaroğlu’nun diğerlerine göre bir sürü dezavantajı, ama bir tek avantajı var: Masanın kurucusu rolü. Onu da zâten geçen hafta Meral Akşener onun elinden aldı. Dolayısıyla, pek de öyle, Kılıçdaroğlu’nun adaylıkta ısrar edip, bütün muhâlefeti yıpratmak pahasına diğer adayları bertaraf edecek hamleler yapacağını düşünmüyorum. Bu konuda Ruşen’e katılıyorum. Beni düşündüren bu değil. Beni düşündüren şey, oyunun muhâfazakâr değerlerde, muhâfazakâr siyâsetin içinden yapılıyor olması ve sürekli, alttan çeneye çalışılan yumruklarla bir şeyler yapmaya çalışıyor olmaları, yüzleşmemeleri. Bu, kaçak güreştikleri anlamına geliyor. 

İkincisi, zâten sâhayı doğru dürüst örgütleyemiyorlar. Kendi aralarında bir takım oyunu yok. O yüzden de yeniliyorlar. Yenilmedikleri zaman bile yeniyor görüntüsü vermiyorlar. Öyle bir sıkıntımız var. Bence bu, şu anda adayın ne olduğundan daha önemli. 

Edgar Şar: O takım oyununu bir sonraki tura bırakacağız. Tabiî şu da var, bu oyunu muhâfazakâr sâhada oynama olayı bana şunu hatırlatıyor: Deniz Baykal, çarşaflı kadınlara rozet takmıştı. Bu oyunla o da aynı değil aslında. 

Ayşe Çavdar: Değil tabiî ki.

Edgar Şar: Aslında bu, biraz şöyle de okunabilir: Sen yeni bir alandan yeni bir eksende siyâset kuracaksan, var olan ekseni depolarize edip ondan sonra başka bir alanla repolarize etmen gerekiyor. Aslında biraz öyle de okunabilir, bakalım. Onun için ben biraz önce “Güne Bakış”ta da onu söyledim. Bundan sonra yapılacaklar bence daha önemli. Bundan sonra o anayasa teklifi yazılacak mı, yazılırsa ne olacak vs… Ama uzatmadan Burak’a sözü vermek istiyorum. Buyur abi.

Burak Bilgehan Özpek: Edgar, benim anlamadığım şey, Kemal Bey’in bir siyâsetçi olarak, aday olmak adına bir strateji geliştirmesi çok normal bir şey. Hakîkaten buna tepki vermemek lâzım.

Ayşe Çavdar: Yok, o değil Burak. “Bu tezde, bu vakada mevzû o değilmiş gibi görünüyor” dedim. Yoksa bunda bir tuhaflık yok tabiî.

Burak Bilgehan Özpek: Olabilir de. Bir siyâsetçi için, kendi rakiplerini bir şekilde ekarte etmek, bunun için de meşrû yolları, meşrû söylemleri, meşrû hatları kullanmak gayet normal bir şeydir. Yani Kemal Bey’e bence bir uhrevîlik atfetmeden, bir siyâsetçi olduğunu düşünerek ilerlememiz lâzım. O bakımdan, siyâsî motivasyonlarından bahsetmek, ona karşı bir hakaret ya da ona karşı bir küçümseme içermiyor. Tam tersine, siyâsetçi olarak bir strateji peşinden gittiğini söylemiş oluyoruz. Önce onu söyleyeyim.

İkinci olarak da, Kemal Bey’in tepkisini, 2022 senesinde 2008 yılının atmosferiyle ve psikolojisiyle değerlendiremeyiz. 2008-2009 senesinde Türkiye’de Millî Güvenlik Kurulu gibi, sistemin sâhibi bir yapı vardı ve Millî Güvenlik Kurulu, oy alma derdinde olan bir yapı değildi. Kendisini oyla meşrûlaştıran bir yapı değildi. Meşrûluk kaygısı olan bir yapı da değildi. Kerameti kendinden menkul bir yapıydı, istisnâya karar verirdi, meşrûnun ve gayrimeşrûnun tanımını Millî Güvenlik Kurulu yapardı. Dolayısıyla başörtüsü meselesi, aslında Millî Güvenlik Kurulu’nun “normal” ve “istisnâ” arasında yaptığı ayrımın bir meselesidir. Burada siyâsî partilerin günâhı, Millî Güvenlik Kurulu’nun peşine takılmaktır. Bu işte, aslında suçlayacağımız ve karşı çıkacağımız aktör, herhangi bir parti veya herhangi bir partinin seçmeninden ziyâde, Millî Güvenlik Kurulu’nun ta kendisidir. Dolayısıyla 2008-2009 senesinde başörtüsü mücâdelesine destek vermek, aynı zamanda keyfî bir şekilde, bir grup vatandaşı tercihlerinden ötürü ötekileştirme, anormal kılma kültürüne karşı bir başkaldırıydı, buna karşı bir îtirazdı. Bu açıdan demokratikleştirici bir noktaya işâret ediyordu. Yani Cumhuriyet Halk Partisi’nin eleştirildiği nokta da, Millî Güvenlik Kurulu’nun peşine takılması, kendi özgün politikasını üretememesiydi. 

Şimdi, 2022 senesinde ortada bir Millî Güvenlik Kurulu yok. Ortada tamâmıyla siyâsî partiler tarafından oynanan bir oyun var ve bu siyâsî partiler, siyâsî motivasyonlarla, oy alma motivasyonuyla hareket ediyorlar. Baktığınızda, 2008 senesinde üst bir otorite, siyâset üstü bir otorite tarafından tehdit, istisnâ veya normal dışı îlân edilme korkusu ve endîşesi, aslında bugün başörtülüler için mevcut olan bir endîşe değil. Toplumun başka kesimleri için mevcut. Yani baktığınız zaman, bugün meselâ LGBT bireyler için mevcut, ama başörtülüler için mevcut değil. Dolayısıyla bugünün egemen-vatandaş ilişkisi açısından özgürlükçülüğün durması gereken nokta, egemenin normal kabul ettiği kimlik gruplarının yanında durmak değil, egemenin normal dışı îlân ettiği kimlik gruplarının yanında durmak. Dolayısıyla bu, bir özgürlük meselesi olarak bu bağlamda düşünülmeli. 2008 bağlamını 2022’ye alıp konuştuğumuz zaman büyük bir hatâ yapmış oluyoruz. Çünkü yapının kendisi değişmiş oluyor. Daha da vahimi, özgürlükçülük veya demokratlık adına attığınız bu hamleyle, zâten ezilmiş, tehdit altında olan, bireysel özgürlükleri siyâsal iktidârın baskısı altında ihlâl edilmiş olan kesimleri daha da baskı altına alma ihtimâliniz var. Recep Tayyip Erdoğan’ın anayasa yapım çalışmalarında önerdiği çerçeve: Âile değerleri falan… Anlatabiliyor muyum? Dolayısıyla özgürlükçülük ve demokratlık adına attığınız adım, tam tersine özgürlükleri kısıtlayan bir şekilde size geri dönebilir. 

“Buradan oy çıkar mı, çıkmaz mı?” hesâbını bir tarafa bırakalım — bence çıkmaz, ayrı konu. Çünkü o memnûniyetsiz muhâfazakârlar, aslında İstanbul aydınına özgü bir okumanın sonucu. Yani sanki bu insanları kimliksel olarak tatmin ettiğiniz zaman gelip size oy verecekmiş gibi bir zan var. Halbuki alâkası yok. Bana sorarsanız, sağ seçmen, iktisâdî istikrar veyahut düzen vurgusuna daha çok oy verme eğilimindedir. Benim kanaatim bu. Eğer mesele oy meselesiyse, buradan oy çıkmaz. Kemal Bey daha istikrarlı, daha düzen sağlayan bir profil ortaya koyabilirse, daha çok muhâfazakârı kendisine çekebilir. 

Ama oy meselesini bir tarafa koyalım, burada bambaşka bir şey var. Hakîkaten, 2008’in bağlamıyla 2022’de bir oyun oynama gayreti var ve 2022’nin özgürlük sorunları da çok başka. 2022’nin kamuoyundaki problemleri de çok başka. İnsanların kendilerini siyâsetçilerden temsil etmesini istedikleri konular da bambaşka. Yani şu anda 2 gün önce hiçbirimizin gündeminde olmayan, hiçbir ankette ve araştırma sonucunda çıkmayan bir konu, şu anda Türkiye tarafından tartışılıyor ve insanlar bir taraf seçmek zorunda. Ben gerçekten çok sıkıldım. Kendi problemlerimizi, başörtüsü parametresini düşünmeden konuşabilmeyi istiyorum. Bu noktada, başörtüsü veya özgürlük düşmanı olmadan bir hükûmete veya bir otoriteye îtiraz etmek istiyorum. Bu CHP veya muhâlefetin kendi iç iktidârı da olabilir. Ben muhâlefette mevcut, iç iktidar yapısına îtiraz ederken, “başörtüsü düşmanı” durumuna düşmek istemiyorum. İlk oy vermeye başladığım günden bugüne kadar, sürekli olarak bambaşka konularda beni huzursuz eden Türkiye, bu huzursuzluğumun bir şekilde ortaya çıkmasını, başörtüsü konuşmadan sağlayamadı. Yine aynı noktaya geliyoruz. Hakîkaten çok enteresan bir şey. Bu kadar.

Edgar Şar: Evet. Bu tartışmayı bitirmenin yolları var. Kemal Kılıçdaroğlu…

Ruşen Çakır: Bu tartışmayı bitirmenin yolu belki de Kemal Kılıçdaroğlu’dur.

Edgar Şar: Onu söyleyecektim. Onun yolu bu. Bakalım tutacak mı?

Ruşen Çakır: Bugünün özgürlük konularının, bağlamlarının çok daha farklı olduğu muhakkak. Ama Kılıçdaroğlu, geçmişte de kalsa, “öteki” olarak kabul edilen kesimlerin meselesini bir şekilde kendi meselesiymiş gibi yaparak, aslında çok önemli bir mesaj veriyor. Benim bugünkü yayında söylemeye çalıştığım, Erdoğan’ın Alevîlik meselesini araya sıkıştırması da bunun verdiği eziklikten. “Ben de benim gibi olmayanları savunuyorum” diyor. Bu arada Alevîlik’le ilgili yapacağı şey cemevlerinin ibâdethâne olarak kabul edilmesi değil. Bildiğim kadarıyla bir cemevinin temel atma törenine katılacakmış ya da kurdelesini kesecekmiş.  

Ayşe Çavdar: Ne büyük şey. 

Ruşen Çakır: İbâdethâne olarak değil, kültür merkezi olarak cemevi açacak yani. O anlamda önemi var. Onun bunu savunuyor olması başka şeyleri savunmasını engellerse o zaman sorun çıkar. Ama şunu anlamıyorum meselâ: “Sansür meselesi gündemdeyken niye buna ses çıkartılmıyor?” deniyor. Kanun geçiyor zâten. Bağırsa da, esse de, kendini yaksa da geçecek. Zâten o hikâyeyi kurmuşlar. Tabiî ki îtiraz edecek muhâlefet. Ettiklerini de gördüm. Meclis’te protesto etmişler, dövizler açmışlar. Neyse fazla uzatmayayım.

Burak Bilgehan Özpek: Burada bizde bir sorun var. Biz meselelerin çözümünü sürekli olarak siyâset kurumuna havâle edip, toplumların bunu zaman içerisinde evrimsel bir şekilde çözebilme yeteneğine hiç alan bırakmıyoruz. Ben bir üniversite hocası olarak, başörtülü öğrencilerle başı açık öğrencilerin son derece samîmî ilişkilerine tanık oluyorum. Bu sorunu da toplumun kendisinin çözdüğü kanaatindeyim. Başörtülülerin üniversitelere girememesi toplumsal bir talep değilmiş. Başörtülüler üniversiteye geldiği zaman eğitim aksamamış. Hattâ başörtülüler üniversiteye girebildikleri için bugün İstanbul’da çok önemli, eğitimli bir kadın seçmen gidip Ekrem İmamoğlu’na oy vermiş ve AK Parti muhâlifi olmuş. Bunların hepsi, siyâset kurumunun, siyâsetçilerin, bir sonraki seçimden önce telâş içerisinde geliştireceği projelerle toplumsal bir barış üretmez. Toplumsal barışı üretmek için, grassroots dediğimiz temelden bâzı teşebbüslerin olması lâzım. Başörtüsü meselesi, Kemal Bey söylemeden önce zâten çözülmüş, toplum bu işi kendi arasında halletmiş de olabilir Ruşen Abi. Yani Kemal Bey’in söylemesinin benim dünyamda hiçbir anlamı yok. 

Ruşen Çakır: Ben de Ayşe gibi “ummak istiyorum” diyeyim. Bugün çok iyi bir paylaşım gördüm Twitter’da. Adını hatırlayamıyorum, kusura bakmasın, kendisi bir öğretim üyesi. İzmit’te kadın işçiler arasında bir saha çalışması yürütüyorlarmış. 3 kişilik bir ekip.

Ayşe Çavdar: Ahmet Bekmen.

Ruşen Çakır: Evet, doğru, onun paylaşımıydı. İzmit’te başörtülü kadın işçilerle yaptıkları görüşmede, başörtüsü meselesinin bugün bile kadın işçiler arasında ne kadar önemli bir mesele olduğunu gördüklerinde şaşırdıklarını söylüyor. Anlatabiliyor muyum? Senin demin söylediğin, belki üniversitelerde ya da birtakım yerlerde böyle; ama bâzı yerlerde de olmayabiliyor. Ben de bu meselenin bayağı aşılmış olduğunu düşünüyordum, ama bu paylaşımı okuyunca, hayâtın içine girdiğinde, bu tip yüz yüze görüşmelerde, hâlâ birtakım travmatik unsurlar olduğunu görüyoruz. 

Ayşe Çavdar: Ama Ruşen, Ahmet Bekmen o paylaşımında başörtüsünün yasak olması ya da olmamasıyla ilgili bir mevzû söylemiyor. Bu işi azıcık aşağıdan bildiğim için söylüyorum. Meselâ başörtüsü o insanların ücretlerini düşürüyor mu? Çünkü düşürüyor. 

Ruşen Çakır: Tamam, ama bâzı insanlarda o travmanın hâlâ yaşanıyor olduğu meselesi önemli. Neyse, ben konuyu uzatmayacağım. 

Edgar Şar: İkinci bölüme geçelim. Altılı Masa görüşmelerinin ikinci turunda, daha temel konulara girileceğiyle ilgili çıkan bir metin var. Bâzıları bunu uzmanlıklara göre bakanlıkların dağıtılması gibi gördü. Bir hükûmet programı veya Burak’ın, şimdiye kadar girilmediğini söylediği pragmatik meselelere girme kararı alınmış gibi bir durum var. Bundan sonra neler beklemeliyiz? Sırasıyla kısa kısa konuşalım, Ayşe seninle başlayalım. 

Ayşe Çavdar: Ben söyleyeceğimi söyledim. Altılı Masa’nın, artık kendi aralarındaki konuşmaları, siyâsî tartışmaları, müzakereleri bir yönteme kavuşturması lâzım. Ne konuştuklarından bağımsız olarak söylüyorum bunu. O kadar dağınık bir görüntü veriyorlar ve birbirleriyle aralarındaki rekabet o kadar bâriz bir şekilde ortada ve üstelik bunu medya aracılığıyla öyle bir yapıyorlar ki, masanın ne şe yarayacağı konusunda bile bir endîşe ve şüphe hâsıl olmuş vaziyette. Bunu birkaç defa bu programda söyledim. Eğer Altılı Masa’nın derdi, seçimden sonra Geliştirilmiş Parlamenter Sistem için birlikte hareket etmekse, o mutâbakatı yaptı; orada da bitti o masa. Eğer buysa, kurulduğu anda bitti. Yok eğer, geçiş dönemini planlamak üzere şimdiden harekete geçeceklerse, bunun yöntemi birbirlerini dövmek ya da birbirleriyle rekabet etmek değil. Dolayısıyla başka bir yöntem bulmaları lâzım. Başkan adayını seçerken de –kim olacağından bağımsız olarak– bir yöntem bulup, o yöntemi halkla nasıl müzâkere edeceklerini de konuşmalı ve partilerin, teşkilâtların arasında bir işbölümü de yapmaları gerekir. Bir de, o yöntem, “Kendi aramızda kapalı zarf içine koyacağız” gibi bir yöntem olamaz.

Altılı Masa’nın bugünkü görüntüsünden çıkmasının tek yolu, her bir işlerini bir yönteme, dışarıdan katılabilecek ve şeffaf bir şekilde izlenebilecek bir mekanizmaya oturtmaları gerekiyor. Bunu yapmadıkları müddetçe, geçen hafta yaşadığımız krizlere benzer krizleri yaşamaya devam edeceğiz. Bence iyi de oldu o krizleri yaşamak, taşlar yerine oturdu; kim kimdir, nedir belli oldu en azından. Bir de toplumun, “Ne yapıyorsunuz siz?” seslerini duymuş olmalılar ki o metni çıkardılar. İlk defa öyle bir metin çıkardılar çünkü. Toplumun böyle bir tepki vermesi de iyi oldu. Birbirlerinden vazgeçemeyeceklerini de anladılar. Bundan sonra belki daha az çimdik atarlar birbirlerine. O yüzden ben, o takım oyunu denen şeyin, ancak, ortak, şeffaf ve ahâlinin de çeşitli kanallarla bir şekilde katılabileceği, en azından gözleyebileceği, izleyebileceği mekanizmalarla olabileceğini düşünüyorum. Umarım bundan sonrasını öyle yaparlar. Yoksa, seçimler yaklaşırken, geçen haftaki gibi iki üç kriz daha yaşarsak, Altılı Masa kendi aleyhine çalışmaya başlayan bir şeye dönüşecek. Bunu da fark edeceklerini zannediyorum. 

Edgar Şar: Evet. Altılı Masa’nın iki problemi vardı. Zor konuları konuşma karârını veremiyordu, ertelemişti. Bir de, nasıl konuşacağını da bilmiyorduk. Şimdi, ertelemeyi bir kenara bıraktı, “Artık bunları konuşacağız” dedi. Ama nasıl olacağı hâlâ belli değil. Meselâ ekonomi masası kurulacak, ama orada İYİ Parti ile DEVA arasındaki genel tutum ne olacak bilinmiyor. Ya da aday meselesi konusu.

Ayşe Çavdar: Keşke bunları izleyebilsek. Niye izleyemiyoruz anlamıyorum. Niye bu kadar gizli? Çünkü meseleler bizim meselelerimiz. Niye bizden gizli tutuluyor onu anlamıyorum. 

Edgar Şar: Belki bir link alırız Ayşe. Burak Hoca, buyrun. 

Burak Bilgehan Özpek: Son Altılı Masa, diğerlerine nispeten daha somut şeyler söyleyen bir metin üretti. Ve bize yaklaşık sekiz ay boyunca, aslında seçimi kazanmaya dâir bir ittifak oluşturmadıklarını da îtiraf etmiş oldular. Bu partiler sekiz ay boyunca birbirlerine gittiler geldiler ve ortaya birlik berâberlik mesajı dışında somut herhangi bir mesaj çıkarmadılar. 

Bu siyâsetsizleştirme meselesi ilginç, bunu konuşuruz. Ama gündem somutlaştıkça, siyâsetin gerçekçi yüzü kendisini ortaya koyacak ve biz, Altılı Masa içerisinde gerçekten bir birlik, berâberlik olup olmayacağını anlayacağız. Çünkü biraz önce senin de söylediğin gibi, komisyonların bakanlığa evrilmesi meselesi var. Bir süre, seçimleri kazandıktan sonra bir yönetim dönemi olacak. Altılı Masa içinde hâlâ, “Seçimlerden sonra mı Parlamenter Sistem’e geçilecek yoksa belirli bir süre sonunda mı geçilecek?” konusunda bir mutâbakat yok farkındaysanız. Ali Babacan, “Seçimlerin ertesi günü geçelim” diyor. “Bir geçiş süreci olacak” diyenler var. Önce bu konuda netleşeceksiniz. Siyâsetin doğası seçimleri kazandıktan hemen sonra Parlamenter Sistem’e geçişe izin vermez. Öncelikli olarak, eski sistemin ortadan kaldırılması, onun bürokrasi içerisindeki aparatlarının temizlenmesi, üniversitelerin, sivil toplumun, medya gücünün kırılması gerekir. Çünkü bu çok önemli. Medya gücü, tamâmıyla kamu bağlantılı şirketler tarafından fonlanıyor. Bu projeler biraz zaman alacak ve Türkiye yönetilecek. Çünkü Türkiye ekonomik krizin de içinde. Dolayısıyla âcil bir eylem planı yapılacak ve Türkiye, bir şekilde birkaç sene yönetilecek. Cumhurbaşkanı olmak o yüzden çok önemli. Yeni cumhurbaşkanımız Türkiye’yi yönetecek. Önce bunu kabul etmeleri lâzım. Bunu kabul ettikten sonra, iki sene, üç sene ya da dört senelik bir geçiş sürecinden sonra Parlamenter Sistem’e geçişi önerebilirler. Ama bu süre zarfında Türkiye yönetilecekse, bir yol haritası ortaya koymak zorundalar. Yani bu dört yıllık periyod için Türkiye’yi nasıl yöneteceklerine dâir seçmene bir şey sunmak zorundalar. Orada da karşımıza komisyonlar çıkıyor. Bu komisyonlar bence dananın kuyruğunun kopacağı yer. Çünkü ortada siyâseten garip bir durum var. Toplam oy oranı yüzde 40-45 arasında biriken iki parti var: CHP ve İYİ Parti. Bunlar aslında Millet İttifakı partileri ve yüzde 40-45’lik bir toplum kesimini temsil ediyorlar. Öte taraftan, henüz seçime girmedikleri için oyları belli olmayan DEVA ve Gelecek partileri var. Bir de, toplam oyu yüzde 2,5’un altında olan Demokrat Parti ve Saadet Partisi var. 

Altı partinin, bu bürokrasiyi, bakanlıkları, kabine mîmârîsini, yani yürütme erkinde görev alacak kişileri ve programları belirleme sürecinde bir mutâbakata varması çok kolay bir iş değil. Altılı Masa bize bir birliktelik içerisinde olup olmadığını, soyut, normatif, demokratik değerler söylemi sarf ederek göstermez. Şimdiye kadar yaptığı gibi, çok soyut meselelerden bahsedip, “Bu konuda hemfikiriz” diye bir birlik berâberlik görüntüsü çizmiş olmuyorsunuz. “Cumhurbaşkanımız iyi bir insan olsun” dediğimiz zaman, Altılı Masa içinde meselâ Temel Karamollaoğlu çıkıp, “Hayır, kötü bir insan olsun” demeyecek herhalde. Çok soyut bir önerme ortaya koyduğunuz zaman, zâten birlik beraberliği sağlıyorsunuz. Asıl birlik berâberliğin test edileceği yer burası. Burada bâzı pazarlıklar, müzâkereler olacak. Taraflar birbirlerine programlarını ve kadrolarını kabul ettirmeye çalışacaklar. O bahsettiğim büyük partilerle küçük partiler arasında bâzı problemler çıkabilir. “Kesinlikle problem çıkar” demiyorum. Bu problemler çözülebilir de. Bu problemlerin çıkması durumunda, Altılı Masa müzâkere yaparsa, bu problemleri çözerse, bence başkan adayını masa belirler. Ve masa muhâlefetin temsilcisi olur. Yani, muhâlefetin üzerinde oturduğu eksen Altılı Masa olur. Fakat burada başarısız olunursa, muhâlefeti derleyip toplama işi lidere, yani başkan adayına kalır. Çok eski usûl bir noktaya döner. Tabiî çok zaman kaybedildi; şimdiden başlansa nasıl yol alınacak bilmiyorum. Ama somut meseleler konuşulmaya başlandıkça, masa bir anlamda çatırdamaya başlar. Eğer partiler gerçekten birlik berâberlik arzusu içindelerse, bu çatlakları kapatacaklar, sorunları çözecekler ve hızlı bir şekilde hareket edecekler. Ama eğer yapamazlarsa, muhâlefeti toplama işi masadan ziyâde lidere kalır. Benim kanaatim bu. 

Edgar Şar: Fatih Altaylı, Meral Akşener ile yayınında, “Sizin DEVA Partisi ile aranızda ekonomiyle ilgili bir mesele var gibi duruyor. Nedir bu işin aslı astarı?” diye sorduğu zaman, Meral Akşener, “Ekonomi alanında o kadar çok post var ki hepimize yeter” deyip o konuyu kapattı. 

Burak Bilgehan Özpek: Ben de o müzâkerelerin kolay olmayacağı konusunda sana katılıyorum. Bundan aylar önce, belki altı ay olmuştur, Ali Babacan gazetecilerle yaptığı bir toplantıda –ben de tesâdüfen oradaydım– şunu söyledi, daha sonra kamuoyuna da bunu açıkladı: “Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, öyle iki yıl filan değil, belki bir dönemini tamamlamak zorunda kalacak. Hemen Parlamenter Sistem’e geçiş olmaması lâzım. Çünkü öyle olursa, Cumhurbaşkanı yeni dönemde kendine yarayacak şeyler yapabilir. Onu yapmaması için, belki bir dönemin tamâmını götürmesi gerekebilir. Onun için ince eleyip sık dokumak lâzım” gibi bir açıklama yapmıştı. Senin dediğinle uyuşuyor, bunu da söylemek istedim. 

Edgar Şar: Ruşen Abi, yayını seninle bitirelim. 

Ruşen Çakır: Altılı Masa’nın ikinci turunun sâhici turlar olacağını düşünüyorum. Diğer arkadaşların da söylediği gibi, birkaç ay, boşuna demesek bile çok fazla bir şey üretmeden geçti. Ama ikinci turun ilk görüşmesinden de çok heyecan duymadım açıkçası. Hem insanların beklentilerinin farkında olduklarını söylüyorlar, ama beklentileri karşılamanın uzağında birtakım çıkışlar yapıyorlar. Meselâ o altı lider, yazdıkları o metni kendileri kamuoyuna açıklasın. Gazetecilere dağıtsınlar, bir iki soru alsınlar, bir yakınlık kursunlar. Aralarında toplanıyorlar, ortaya bir kâğıt atıp dağılıyorlar. Çok esrarengiz bir şey yaptıklarını sanıyoruz, ama ortaya öyle bir şey çıkmıyor. 

Onun dışında başka bir şey daha söylemek istiyorum. Bu “heyecan” lâfına, “Altılı Masa heyecan yaratıyor mu, yaratmıyor mu?” meselesine çok taktım. Çok kişi de benim takmama taktı. Ama şunu kabul edelim: Çok ciddî bir kriz var. Son kamuoyu yoklamalarına baktığımız zaman, Gelecek ve DEVA partileri belli bir yerin ötesine gidemiyor. İlk başta başladıkları yerle şimdi durdukları yer arasında bir fark var. İYİ Parti de ciddî bir kriz yaşıyor bence. Bugün Meral Akşener’in grup konuşmasını büyük bir heyecanla Ankara’daki arkadaşlardan istedim, yolladılar. Okudum. Herkese bir cevap var. Çok güzel kelime oyunları var. İran var, Rusya ve Ukrayna var, Nebati’nin epistemolojisi de var, ama sonuçta bir şey yok. Gerçekten yazık. Bu grup toplantıları için aylar sonra yeniden toplanıldı. Kılıçdaroğlu kendince bir şey yaptı, Erdoğan kendince bir şey yaptı. En çok yapmasını beklediğim Meral Akşener, partisinin bir ara yakaladığı varsayılan oy oranıyla neredeyse CHP’yi yakalıyor gibiydi. Kamuoyu anketlerinde de bu görünüyordu. Ama gördüğüm son araştırmalarda, neredeyse CHP’nin yarısı kadar. Belki birkaç puan fazladır. Halbuki önü çok açık bir parti. Aslında Gelecek ve DEVA partilerinin de AKP’den bir şeyler koparabilmesi lâzım. Meselâ Saadet Partisi’nin ensesinde Yeniden Refah Partisi duruyor. Birçok yerde Saadet Partisi’ni geçiyor gibi görünüyor. Birlikte o heyecânı yaratamayınca, tek tek de o heyecânı yaratamıyorlar. 

Artık hepsinin birbirine mahkûm olduğunu kabul etmek lâzım; mecburlar. O masadan kalkan kaybeder. Kamuoyu araştırmalarında, “Altılı Masa’nın toplam oyu şu kadar” deniyor ya? Herhangi bir parti masadan kalktığı zaman oyu azalmaz, belki artar. Çünkü herkes birbirine mecbur. CHP biraz istisnâî bir durum. Ona rağmen hepsinin birbirine yaptığı bu afra tafra, en ufak bir şeyden krizler çıkarmaları nedir? Ben son dönemde siyâsetçilerden uzak durmaya çalışıyorum, çünkü çok garip şeyler oluyor. Beni arayıp manipüle etmeye çalışanlar oluyor. E bir gidin kardeşim. Manipülasyon da masa içi manipülasyon. “Onlar şöyle yapıyor, bunlar böyle yapıyor” durumu.  Sonuçta birlikte kazanabilecekleri bir şeyi, birlikte ve tek tek kaybediyorlar. 

Şu hâliyle bakıldığı zaman, bence burada en önemli mesele İYİ Parti’de. İYİ Parti, özellikle DEVA Partisi’nin duraklamasıyla berâber… “DEVA merkez partisi mi oluyor?” deniliyordu, çok büyük bir şey yakalamıştı, sonra nedense durdu. Ben bunu, “Yaptıklarından dolayı değil, yapmadıklarından dolayı durdu” olarak yorumluyorum. Böyle bir durumda İYİ Parti’nin önü iyice açıldı, rakipsiz kaldı. Ama birdenbire, gereksiz tartışmalarla, şunlar bunlarla, İYİ Parti kabuğuna çekilir gibi oldu. Böyle bir şeyi istediklerini hiç sanmıyorum. Niye böyle bir şeyi tercih etsin? İlk girdiği seçimde yüzde 10’a yakın bir oy almış bir partiden bahsediyoruz, üstelik önü tamâmen açık. Belediyeleri kaybetmiş bir iktidar var. Meral Akşener bayağı çalışıyor. Ama buna rağmen gelip tıkandılar. Birbirlerine kötülük ediyorlar gibi geliyor bana. Hani birisi ötekinin ayağına çelme taktığında, kendisi ihyâ olmuyor. Diyelim ki A partisi B partisine bir çizik atıyor, ama sonuçta A partisinin oyu artmıyor. 

Hatem Ete ile dün yaptığımız yayının başlığı bence çok iyi oldu. PanoramaTR’nin yaptığı araştırma raporundan çıkardım. Onların Eylül ayı araştırmasının bulgusuna göre, iktidar özgüvenini artırırken, muhâlefetin özgüveni azalıyor. Peki, muhâlefetin özgüveninin azalmasının nedeni ne? Gürsel Tekin’in “HDP’ye bakanlık verilebilir” çıkışı ile Akşener’in “Biz noter değiliz” çıkışının yarattığı tartışmalar. İnsanlar bu tartışmaların içeriğine çok bakmıyor, “Bunlar daha kendi aralarında anlaşamıyorlar. Bu nasıl olacak? Ülkeyi nasıl yönetecekler?” diye görüyor. Bu anlamda insanların soruları çok anlamlı ve meşrû.

Ayşe Çavdar: Bence mesele, bizim onları ciddîye aldığımız kadar, onlar kendilerini ciddîye almıyorlar. 

Ruşen Çakır: Bence çok güzel özetledi Ayşe. Burada noktayı koyuyorum, üstüne söyleyecek bir şey yok. 

Edgar Şar: Meğer Ruşen Abi konuşmayı çok istiyormuş, ama moderasyon izin vermiyormuş. 

Ayşe Çavdar: Arada böyle yapalım yine. 

Edgar Şar: 1 saati biraz geçtik, yeterlidir diyorum. Herkes söylemek istediğini söyledi. Haftaya, Türkiye bizi şaşırtır da bir konu vermezse, belki İYİ Parti bir konu olabilir. 

Ruşen Çakır: HDP var. O çok bereketli bir alan.

Ayşe Çavdar: Ama İYİP Kurultay sürecine gidiyor. Dolayısıyla sanki orada ne olup bittiğine bir bakmak lâzım. 

Edgar Şar: Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Ruşen Çakır’a çok teşekkürler. Kemal Abi’ye de buradan selâmlarımızı gönderelim. Bizi izleyen herkese de çok teşekkürler. Herkese iyi akşamlar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.