Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İç barışa ne zaman sıra gelecek?

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’ın ardından Suriye ile de normalleşme için adım atacağının sinyallerini verdi.

Dışarıda normalleşme adımları birbirini izlerken, içeride seçim öncesi tansiyon giderek yükseliyor.

İç barışa ne zaman sıra gelecek?

Ruşen Çakır yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Türkiye, daha doğrusu Erdoğan iktidârı dünyada, özellikle de bölgede, Ortadoğu’da bir barışma furyasıyla yola devam ediyor. Ne oldu? Katar’da Dünya Kupası’nın açılışında Sisi’yle çekilen fotoğraf vardı ve görüşmeler de yapıldı. Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler yıllar sonra tekrar normalleşme yoluna gidiyor. Bugün MHP lideri Devlet Bahçeli bu olayı alkışladı ve dedi ki: “Bu yetmez. Şimdi de sırada Beşar Esad rejimi olmalı”. Zâten bunu ne zamandan beri bekliyorduk. Aslında bütün bunların hepsini bekliyorduk. Ama peş peşe olmaları tabiî biraz ilginç oluyor. Bunların hepsinin seçim öncesine gelmesi de rastlantı değil aslında.

Neler oldu şu âna kadar? İsrail ile normalleşme oldu; eski hükûmet zamânında başladı, Netanyahu döneminde de devam edeceğe benziyor. Büyükelçiler atandı; Erdoğan Netanyahu ile telefonla konuştu vs.. Birleşik Arap Emirlikleri’yle –ki 15 Temmuz darbesinin planlayıcısı, sponsoru olduğu söyleniyordu–, onunla barışıldı. Gidip gelmeler oldu ve birtakım sıcak paraların Türkiye’ye geldiği söylendi. Daha sonra Suudi Arabistan’da Veliaht-Prens Muhammed Bin Salman birden baş tâcı edildi — ki en son Katar’da onunla da tekrar Erdoğan’ın görüştüğünü biliyoruz. Bütün bunlar niçin yapılıyor? Çünkü bu ülkelerle artık bu gerginlikleri sürdürmenin Erdoğan’a bir hayrı yok. Dikkat edin, Türkiye demiyorum: Erdoğan’a bir hayrı yok. Zamânında Muhammed Bin Salman’la, BAE’yle, Mısır’la, İsrail’le sorun yaşaması Türkiye’nin çıkarına mıydı? Bu bayağı ciddî bir tartışma konusudur. Bence Türkiye’nin pek çıkarına değildi. Muhammed Bin Salman olayı biraz istisnâî bir olay olarak kenarda dursun; ancak Türkiye’nin Suriye’de rejimi yıkmaya bu kadar angaje olmasının bir anlamı yoktu. Suudi Arabistan ve BAE’yi karşısına, yanına da sâdece Katar’ı alarak bir Körfez politikası sürdürmesinin bir anlamı yoktu. Tabiî Mısır’da yapılan darbeye karşı çıkmak ayrı bir husus; ama Mısır bölgenin önemli bir ülkelerinden birisi ve Arap dünyasının lideri olarak görülen Mısır’la yıllarca böyle sıfır noktasında bir ilişkisizlik dönemi yaşamasının anlamı yoktu. Hele İsrail’le hiç yoktu. Şimdi bunların hepsinden bir şekilde geri dönülüyor. Zîra Türkiye’nin çıkarları değişmedi. Türkiye’nin çıkarları üç aşağı beş yukarı aynı; ancak Erdoğan’ın beklentileri, hesapları değişiyor. Yaklaşan seçimlerde, içeride kaybettiği desteğini gidermek için dışarıda güçlenmenin yollarını arıyor ve bir anlamda da buluyor gibi. Bu durum seçimlere nasıl etki yapar? Bunu açıkçası kestirmek mümkün değil. Yarın “Adını Koyalım”da bu konuyu ayrıca konuşacağız. Erdoğan’ın şapkasından neler çıkarttığını, çıkarabileceğini ele alacağız. Sisi, Esad, diğerleri ve tabiî ki bu arada Suriye’ye hava saldırısı, belki kara harekâtı vs.. Yani ülkenin dışında yapılan birçok hamle var. Ama genel olarak bakıldığında, Suriye’nin kuzeyindeki YPG/PYD güçlerine saldırıyı ya da Irak’ın kuzeyinde PKK’ya saldırıları saymazsak barışçıl yöntemler. Onlar da zâten devletleri hedef alan saldırılar, silâhlı hareketler değil. 

Bugün saat 14.00’te sizlerin katılımıyla yaptığım yayında aslında bu konuları bayağı konuştuk. Bâzıları bunun tekrârı olacak; ancak ortada çok ilginç bir husus var. Erdoğan aynı anda, içeride ve dışarıda aynı şeyi yapamıyor — yapmıyor daha doğrusu. Yapamıyor demeyelim de yapmıyor. Bu iki şey ne? Savaş ve barış. 14 Mart 2022’de bir yayın yapmışım: “Erdoğan’ın yeni parolası: Yurtta harp cihanda sulh” diye. Bu aynen öyle devam ediyor, Mart’tan bu yana devam ediyor. Şu anda bir bakıyoruz: Erdoğan Sisi’ye, Esad’a, İsrail’e, birçoklarına, BAE’ne, Muhammed Bin Salman’a karşı anlayışlı. Bunlara “katil” dedi — ki katildiler gerçekten; Bin Salman da katildi, Sisi de katildi, Esad da katildi, İsrail de Filistinliler’e yönelik çok ciddî cinâyetler işledi. Bütün bunların hepsi doğruydu. Bunların katil olduklarını gerekçe göstererek bunlarla savaştı; ama şimdi bütün bunları unuttu. Fakat Türkiye’de hâlâ kendi vatandaşlarına, kendi yurttaşlarına, hattâ toplumun belki de yarısına, belki de yarısından fazlasına yönelik kutuplaştırıcı, o hasmâne dilini bırakmıyor. Sâdece Erdoğan değil, Bahçeli de öyle. Meselâ Erdoğan uçakta gelirken Sisi’yle neden görüştüklerini anlatıyor ve hep pozitif şeyler söylüyor. Aynı uçakta gazetecilerle konuşurken, terör saldırısı üzerine muhâlefetin söylediği, “İçişleri Bakanlığı niye bu saldırıyı engelleyemedi?” gibi çok mâsum, ilk akla gelecek, herkesin sorması gereken bir soruyu sordular diye, muhâlefete demediğini bırakmıyor meselâ — Bahçeli de aynı şekilde. Yani dışarıdaki birtakım güçlerin her türlü hatâsı, yanlışı, günâhı kolaylıkla unutulabiliyor. Ne için? Diplomasi adına unutulabiliyor. Ama içeriye geldiği zaman aynı şey yok; aynı anlayış, hoşgörü yok ya da diyalog arayışı yok. Yani şimdi Sisi’yle görüşebilen, el sıkabilen bir Erdoğan, Kılıçdaroğlu’yla neden görüşemez? Meselâ böyle bir soru var. En son ne zaman baş başa görüştü iki lider? Yani görüşmelerini gerektirecek bir yığın şey oldu. Hiç görüştüler mi birbirlerine lâf etmenin dışında? Tabiî böyle bir görüşme yapılacaksa, bunu yapacak olan, isteyecek olan Erdoğan’dır — aynı şekilde diğer muhâlefet liderleriyle de. HDP’ye anayasa görüşmesi için yollanan heyet üzerinden çıkarılan gürültüyü hatırlayın. Orada yollayabilmişti; fakat aynı Erdoğan, sanki onu yapmamış gibi, sanki Devlet Bahçeli de o olaya destek vermemiş gibi her türlü şeyi söyleyebiliyorlar.

Burada şu âna kadar baktığımızda 20 yıllık bir iktidar var, değil mi? 20 yıllık Erdoğan iktidârı var. Burada aynı anda her şeyin birlikte olduğu bir döneme ben çok rastladığımızı sanmıyorum. Çok istisnâî olarak belki, şöyle söyleyelim; Ergenekon operasyonları sonrası dönemde Türkiye’de, bu hani çözüm süreçleri, işte Alevî açılımı, Roman açılımı vs. olduğu dönemi saymazsak, Türkiye’yi yöneten Erdoğan iktidârının yurtta ve dünyada aynı anda barış yaptığı bir dönem yok. Aynı anda savaş yaptığı dönem de yok. İlk yıllarda hatırlayın, içeride çok ciddî bir gerginlik vardı. Çünkü seçimle iş başına gelmişti; fakat “Hükûmet oldu, ama iktidar olamayacak” diye, devletin sâhibi olma iddiasındaki güçlerin bir direnci vardı –Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere– ve Erdoğan’ın buna karşı mücâdele etmek için özellikle Batı dünyasının desteğine ihtiyâcı vardı ve İsrail dâhil Batı dünyasıyla çok ilişkiler kurdu. Onun dışında bölgedeki güçler ve ülkelerle de olabildiğince sorunsuz ilişkiler yürütmeye çalıştı Erdoğan ve o târihte, yine hatırlanacaktır, Avrupa Birliği’ne üyelik süreci, Kıbrıs’ta Annan Planı’nı destekledi Erdoğan ve içerideki savaşını yürütebilmek için dışarıda barışa ve desteğe ihtiyâcı vardı. Daha sonra ne gördük? Ergenekon-Balyoz operasyonlarıyla vs. bu gerginlik iyice tırmanır hâle geldi. Daha sonra artık kendini güvende hissettiği andan îtibâren, yani artık iktidar olduğunu düşündüğü andan îtibâren –ki o sırada yanında Fethullahçılar da vardı–, birlikte eski devletin sâhiplerini elediğini, etkisizleştirdiğini düşündüğü andan îtibâren de Batı ile kavga etmeye başladı Erdoğan. Çok ilginç. Avrupa Birliği süreci birdenbire ortadan yok oldu vs.. Aradaki tek dönem, işte demin söylediğim o süreçlerin olduğu, açılımların olduğu dönem. Orada o açılımlara da destek bulabilmek için yine dünyayla iyi geçindi ve sonra Türkiye’de belli bir oyu aldığını düşündü –2007 seçimleri budur aslında–, ondan sonra artık dünyaya ihtiyâcı olmadığını düşündü. İsrail ile başlayan, diğer Batı ülkeleriyle giden bir süreç. Ardından Arap Baharı’yla berâber bölgede yepyeni bir dönemin başladığını düşünerek buraya angaje olan bir Erdoğan yönetimi –tabiî ki Ahmet Davutoğlu’nu da katmak lâzım işin içerisine– ve Suriye’de oynanan çok büyük bir kumar. Suriye’de rejimin değişeceğini düşünerek çok ciddî bir şekilde muhâlefete yatırım yaptı. Hattâ muhâlefetin gücünün yetmediği yerde, dışarıdan muhâlefete destek olarak, genellikle cihadcı grupların gelmesine Türkiye bayağı bir yardımcı oldu. Sâdece Suriye’ye geçmelerine değil; aynı zamanda lojistik anlamda da çok ciddî destekler verdi. Fakat bunu yaparken içeride belli bir gücü vardı, ona dayanarak yapabiliyordu ve bölgede bu tür sert, savaşçı politikaları uygulayabilen bir Erdoğan gördük. Uzun bir süre de Suudi Arabistan’la, BAE’yle böyle gitti –ki arada bir darbe girişimi de var–, darbe girişiminin verdiği reaksiyonla da, darbeye destek verdiğini ya da en azından sempatik baktığını düşündüğü güçlerle bir kapışmaya girdi. Ve içeride bunu nasıl sağladı? Hem bir anlamda kamuoyu desteğiyle hem de Olağanüstü Hal ile sağladı. Fakat belli bir aşamadan sonra, artık ülkenin yeni bir seçim dönemine yaklaştığı andan îtibâren gördü ki artık bu iktidârın ömrü seçmen nezdinde azalıyor. O andan îtibâren de zâten yabancısı olmadığı kutuplaşma meselesini her şeyin önüne koyup içeride tam bir savaş hâli, tam bir “Ya bendensin, ya onlardan” hâli, iktidârı desteklemeyen herkesi vatan hâini, şu bu olarak tanımlama, içeri atma –Osman Kavala’nın tamâmen suçsuz bir şekilde 5 yılı aşkın süredir içeride olması başlı başına bunu gösteriyor–, Gezi’ye yönelik olan o bastırma, o sert bastırma… Bütün bunlarla artık içeride sulhun olmadığını, Erdoğan’ın artık içeride başka türlü bir şeyi yapmaya başladığını gördük ve o dönemin belli bir aşamasında, içeride ve dışarıda savaşın birlikte sürdüğünü gördük. O dönem Erdoğan’ın desteğinin iyice azaldığı bir dönem oldu. Şimdi can havliyle dışarıyı düzeltmeye çalışıyor, bayağı da adım atıyor. Dışarıdakilerin, daha önce savaştığı güçlerin canına minnet tabiî; çünkü onlarda çok fazla bir değişiklik yok. Onlar pozisyonlarını koruyorlar. Erdoğan pozisyonunu değiştiriyor ve onların gözünde Erdoğan demek Türkiye demek. Türkiye ile ilişkilerini yeniden düzeltme yoluna gidiyorlar ve geri adım filan da atmıyorlar. Erdoğan atıyor, çok da umursamıyor ve bu sâyede de içeride kaybettiği desteği telâfî etmenin yoluna gidiyor.

Sonuçta Sisi’ye, Esad’a lâyık gördüğü empatiyi, en azından anlayışı, hoşgörüyü, diyalog çabasını toplumun, kendi ülkesinin, kendi vatandaşlarının yarıdan fazlasına lâyık görmüyor. Buna ihtiyâcı olmadığını düşünüyor ve ilginç bir şekilde dışarıda işler düzeldikçe, içeride kendisine olan desteğin azalmayacağını düşünüyor. Böyle bir kaderi var bu Türkiye’nin maalesef. Sâkin bir şekilde, huzurlu bir şekilde, kendisiyle barışık bir şekilde yoluna gidip dünyaya hep birlikte bakabilme şansını kaybetmiş bir ülkedeyiz. Erdoğan bunu kullanarak götürebildiği kadar götürdü. Şu anda yaşadığı krizin, dediğim gibi içeride çözemediği krizin çözüm anahtarını dışarıda arıyor. Bu stratejiyi bozabilecek yegâne güç muhâlefetin kendisi; ama muhâlefet de bu konularda alabildiğine sessiz ve oyuncu değil de seyirci olmayı tercih ediyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın önünün açık olduğunu düşünebiliriz ve Türkiye’ye barışın bu gidişle kolay kolay gelmeme ihtimâlinin maalesef yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.