Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Devletin cemaatleri, malumun siyaseti, çocuğun dini

AKP’nin hükmü sona erip, kurduğu toplumsal ve bürokratik düzen çözüldükçe, kaç gündür aklımıza geldikçe yerimizde duramadığımız H.K.G. vakasına benzer yüzlercesini göreceğiz. Genç kadınlar ve erkekler analarına, babalarına ve cemaatlerine açtıkları davalarda aslına bakarsanız hepimize hesap soracaklar. “Bize bütün bunlar olurken siz neredeydiniz”, diyecekler. Verecek cevap bulamayacağız. “Kutuplaşmakla meşguldük”, diyeceğiz mesela. Kendi hayatlarımızın derdine düşmüştük. Göremedik, bilemedik. Siz başkalarının, hayatlarına dahil ve de şahit olmak istemediklerimizin çocuklarıydınız. Biz kim oluyorduk ki karışacaktık ana-babalarınızın sizleri nasıl yetiştirdiğine, sizlere ne yaptığına? Siz bizim hiçbir şeyimiz değildiniz ki…

Bu sonuncusunu diyemeyeceğiz. Laf oraya doğru gittikçe boynumuz bükülecek, sesimiz titremeye başlayacak, kelimeler zorlukla çıkacak ağzımızdan. Nefesimiz kesilecek. Utanacağız… Yüzleşmek böyle bir şey olsa gerek. Kendi halini görmek bir başkasının yüzünde, gözünde, bakışında, hesap soran sesinin titreyişinde, kelimelerin arasına yerleşmiş sert ve süreksiz harflerde.

Bir şekilde bugünün cemaatlerinin eline düşmüş, orada olmak istemeyen ama kaçıp gitmek için tutunacak bir dal da bulamayan çocukların, gençlerin nasıl bir halet-i ruhiyeyle hayata katlanmak zorunda kaldıklarını Enes Kara anlatmıştı bize intihar videosunda. Ben de o dönemde bilebildiğim kadar o halet-i ruhiyeyi yaratan aile-cemaat-devlet mekanizmasını anlatmaya çalışmıştım. Daha bir yıl geçmemiş üstünden. Tekrar etmeyeceğim herkesin artık iyice kavradığı bu şeyleri.

Cemaatlerin ve tarikatların geleceğinin ne olacağına hep birlikte, uzun bir siyasi müzakere ile karar vereceğimiz anlaşılıyor. Bunu yaparken ilk evvel akılda tutmamız gereken şey, bu yapıların yalnızca kimi siyasi partilerin, ideolojilerin değil, asıl olarak devletin ne işine yaradıkları olmalı. Bu soruya layıkıyla ve sahici cevaplar vermeden, yani suyu aktığı arkta değil, akıtıldığı muslukta nasıl keseceğimizi düşünmeden bu işi çözemeyeceğiz.

Bazı ezberlerin doğruluk payı var gerçekten. Bu cemaatlerin, tarikatların birçoğu komünizmle mücadele konseptinin kullanışlı aparatları olarak yeniden ve tabii ki devlet eliyle ihya edildiler Soğuk Savaş döneminde. Peki sonraya nasıl kaldılar? Nasıl biriktirdiler bunca sermayeyi? Siyaset ve sivil-askeri bürokrasi içinde nasıl bu kadar rahat varlık sahası buldular? Kısacası devletin hangi ihtiyacına cevap veriyorlardı?

Siyaset bunun neresinde: Merkezinde!

H.K.G.’nin yıllar sonra anasından-babasından ve daha altı yaşındayken basbayağı köle olarak verildiği adamdan hesap sormak üzere başlattığı mücadeleyi siyaset-dışı ilan etmek istiyor ya iktidar. Mevzunun bu tarafına odaklanmak istiyorum izninizle. Bakalım siyasetle ne kadar alakasızmış bu mevzu? Hiranur Vakfı’nın YouTube kanalında bulduğum bir videodan aktaracağım. Akit TV’de yayınlanmış bir programın videosu bu. Programın adı Rahleden Kalbe. Vakfın genç hocalarından ve mütevelli heyeti üyelerinden biri olan Mustafa Kul anlatıyor Hiranur Vakfı’nın nasıl kurulduğunu. Bazı yerleri koyultarak dikkatinizi çekeceğim. Bakın bakalım siyasetle ilgisi var mıymış kaç gündür konuşmaya bile utandığımız mevzunun.

Yusuf Ziya Gümüşel’e, Metin Balkanlıoğlu’nun (1) eskiden imamlık yaptığı Acemoğlu Camii’nin altındaki bir oda tahsis edilmiş, orada başlamış eğitime. Caminin karşısındaki bir apartmanın alt katına doğru genişlemişler önce. Devamını çok az sayıda tamamlayıcı cümleyi atlayarak aşağıya not ediyorum:

“1992’de oraya da sığmaz olduk. Atik Ali Camii’nin orada eski bir Osmanlı medresesi vardı. Kadı Halil Medresesi. Orası harabe haldeydi, aldık, bir amcamız kumumuzu, çimentomuzu getirdi. Orayı yaptık, tadilat ettik. İki sene de hizmetler orada devam etti. Sene 1994 oldu, yayın kuruluşlarından birinin yanlış propagandaları doğrultusunda, hem de sığmamaya başlamıştık oraya… Taşındık. Bu defa Ali Amca’mızın Çengelköy’de yaptığı yedi katlı bir bina vardı. Daha bitmemişti. Oraya taşındık. Bir taraftan inşaatı yapıyorduk, bir taraftan derslerimizi yapıyorduk. 1994’ten 28 Şubat sürecine kadar gayet güzel çalışmalar oldu. Gayet güzel arkadaşlar yetişti. 28 Şubat sürecinden sonra tabii kurslara baskınlar oldu. Bizim oraya da oldu, Çınaraltı kursuna da oldu. Tüm kurslara oldu. Mecbur orayı da terk etmek zorunda kaldık. Yusuf Hoca’mız, tüm kurslar kapatılırken, bir insan ne cevap almak istiyorsa ona göre soru sorar, Hoca’mız gitti efendi hazretlerine dedi ki, ‘Efendim bayağı sıkıntılarımız var ama biz devam etmek istiyoruz ne buyurursunuz?’ Efendi hazretleri de hocamıza diyor ki, ‘Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır. Davaya ulaşmak için kaçarak da olsa devam etmek lazım.’ Bütün kurslar kapalıyken hocamızın tanıdıkları, akrabaları evlerini boşalttılar, kursa verdiler. Çok zor şartlar geçirildi. Hükümet değiştiğinde ve biraz yumuşama başladığı vakit de yazlık kurslar yapmaya başladık. Hoca’mız Çengelköy’den çıkıyordu, ta Sapanca’ya kadar, o zaman 200 kadar nüfusumuz vardı, hepsine uğruyordu. Dönerken de gene hepsine uğrayarak dönüyordu. Evlerdeki talebelerin derslerini okuyordu. Yaz sezonlarında bin 500 civarında nüfusumuz oluyordu. Zamanla … Mevla nasip eyledi, yer ararken, Sancaktepe -Samandıra, Abdurrahman Mahallesi, Halife Caddesi, No:4’te yeri bulduk. Belediye başkanımız (2) gösterdi yeri, biz de o zaman sağolsun hocamızın iktisadıyla kenara koyduğu biriktirdiklerini aldık, biraz sağdan soldan borç alarak vakıf arazisi alındı. Bu arazi üzerinden biraz daha borç bulunarak vakıf kuruldu 2006 yılında. Vakıf olarak kuruluşumuz 2006’dır. Ama 1990’dan beri devam eden bir mahiyetimiz vardır. 2006’dan sonra inşaat aşamaları başladı. Ben 2005’te Of’taydım. Oflular’ın biliyorsunuz inşaat şeyi çoktur. Zaman zaman Of’ta bizim yerimize arkadaş geliyordu, biz gelip inşaatın başında duruyorduk. Mevla nasip etti 2010 yılında inşaatımız bitti. Çengelköy’deki talebelere gene bir baskın oldu, sıkıntı oldu. 28 Şubat sürecinin etkileri devam ediyordu. Talebeyi boşaltmak zorunda kaldık oradan. Bu sefer vakıf yerini aldık, vakıf yerini alınca biraz daha rahat ettik. Neticede vakıf olduğu için.

Birçok cemaatin benzer bir seyir izlediğini görürsünüz son 30-40 yılda. RP’nin belediyelerde güç kazanmasıyla beraber bir miktar rahatlama, 28 Şubat’ta yer altına çekiliş, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra giderek artan bir serbestlik ve zenginleşme. Öyle bir raddeye varmış ki Akit TV’deki aynı programda konuşan diğer hoca, Ali Keleci, kendileri gibi hizmet edenlere devletin her türlü desteği vermesi gerektiğini çünkü en nihayetinde İslam’a hizmet etmek suretiyle devlete hizmet ettiklerini söylüyor. Medreselerindeki eğitim düsturunun üç temelini ise şu başlıklar altında özetliyor: “Hocanın nefesi, talebenin hevesi, mü’minlerin kesesi.” Uzun uzun nefis terbiyesinden söz ediyor. Tabii öğrencilerin nefislerini terbiye etmekten… Bunda ne kadar zorlandıklarından, artık çağın değiştiğinden, başta televizyon olmak üzere pek çok baştan çıkarıcıya karşı çocukları korumaları gerektiğinden vs.

Tabii yutkunuyorum ekran karşısında. İçimden neler geçiyor neler?! Fakat işte yukarıda, benim değil, Hiranur Vakfı’nı “ne zorluklarla” kurduklarını anlatan Mustafa Kul söylüyor, H.K.G.’nin ve kim bilir kaç çocuğun başına getirilenlerin gayet siyasi olduğunu, siyasi erk sahiplerince verilen kararlar, yapılan düzenlemeler, yer göstermeler, vakfa dönüştürmek suretiyle dokunulmazlık sağlamalar vs ile kotarıldığını işlerin. Dahası da var. Vakfın binasının açılışına bakan da göndermiş AKP, Faruk Çelik gitmiş. 2009’dan beri icazet törenleri yapmaktalarmış, Diyanet İşleri Başkanlığı da temsilci bulundururmuş o törenlerde. Hatta birinde şu an (program bundan beş yıl önce yayınlanmış Youtube’da) İstanbul Müftüsü olan Hasan Kamil Yılmaz da hazır bulunmuş.

Elbette biliyorlardı

O vakıf üst düzey siyasi koruma altında serpiledursun bir kız çocuğu altı yaşında nikahlanmış bir adama, zifafa sokulmuş. Okuldan alıkonmuş. Bakın bir siyasi bağlantı daha. Çocuğun okula gitmediği kimsenin dikkatini çekmemiş meğer. 4+4+4’ün ilk dört senesini atlattıktan sonra rahata ermişlerdir. Zorunlu eğitimi fiili olarak dört yıla indiren bu düzenlemeyi de siyasetçiler yapmıştı değil mi? Hem de o vakfa serpilsin diye arazi gösteren belediye başkanının bağlısı olduğu parti yapmıştı o düzenlemeyi.

H.K.G’nin anlattıklarından basına yansıyanlara bakılırsa, babası bir sebeple çocuğu, Kadir İstekli’ye vermiş, anası direnmemiş, iki anlı-şanlı tarikat hocası hem aracılık hem şahitlik etmişler bu nikâha. Benim kadar bile din bilmiyorlarmış demek. Gizli tutulan nikâhın bir hükmü olmadığını akıllarına getirmemişler. Aracılık eden hocanın tereddüt ettiği, ama Kadir İstekli hatırlatınca gidip kızı babasından istediği anlaşılıyor. Ben bundan yaptıkları şeyin hem yanlış hem de suç olduğunu pekâlâ bildikleri sonucunu çıkartıyorum. Üstelik yalnız hukuk nezdinde değil, muhtemelen cemaat mensubu başka insanların da bundan rahatsız olacağını düşünmüş olmalılar ki onlardan da saklamışlar. H.K.G. 10 yaşındayken evli olduğunu söylediği Kur’an kursu hocasının ona üzüntüyle sarıldığını anlatıyor. Yani bu adamlar, bu mevzuyu her gün din öğrettikleri cemaat mensuplarına bile kabul ettiremeyeceklerinin farkındalar. Kaldı ki H.K.G.’nin 14 yaşındayken gittiği doktor muayenesi sonrasında başlatılan incelemeye daha büyük bir kadını göndermeleri de ne yaptıklarını gayet iyi bildiklerini, örgütlü bir suçu, yine örgütlü bir şekilde sümenaltı etmek için kim bilir kimlerden, hangi yardımları ve akılları aldıklarını gösteriyor.

Peki Kadir İstekli’yi o hocalar ve o dönem şeyh halifesi olmak gibi kocaman bir “kariyeri” olan baba nezdinde bu denli güçlü kılan ne? Aklıma iki ihtimal geldi parça parça okuduğum ayrıntılardan. Acaba Kadir İstekli, şeyhi bu işe zorlayacak bir bilgiye ya da ilişkiye mi sahipti? Ne bileyim işlediği bir suçu biliyor olabilirdi mesela… Acaba benzer bir suç muydu bu? Ya da belki vakfın işlerinin bu kadar hızla büyümesini sağlayacak birtakım siyasi ilişkilere mi sahipti acaba Kadir İstekli?… Kimbilir…

Sonra aklıma başka bir şey geldi. Belki de gerek yoktu o denli derin bağlantılar kurmaya. Kadir İstekli, H.K.G.’nin babası Yusuf Ziya Gümüşel’e sözün bir yerinde “e hani senin peygamberin sünnetine saygın?” demeye getirse yeterdi. Ciltlerle kitap var Kadir İstekli’nin böylesi bir meydan okumada şeyhlik kariyerini sürdürmek, belki yeni bir aşamaya taşımak isteyen babanın burnuna sokabileceği. Yaldızlı ciltleri olan kitaplar bunlar. Birçoğu şu ya da bu şekilde devletin yemlediği cemaatler tarafından basıldığı için piyasadaki başka muadillerine göre çok ucuzlar. O kitaplardan okuyup okuyup çıkıyor bu hocalar kürsülere ve o hepimizi çileden çıkartan lafları ediyorlar. Neler yok ki o kitaplarda… Kimse de bu kitaplar kimin, hangi işine yarıyor, uygulamaya geçirildikleri yerlerde kimlere, neler yapılmasına sebep oluyor diye sormuyor. Yok yok, kitaplar sansürlensin demiyorum… Kadir İstekli ile Yusuf Ziya Gümüşel arasında, altı yaşındaki bir kız çocuğunun hayatı üzerine girilen pazarlıkta ortaya sürülen “değer”lerin kaynağını uzaklarda aramaya ihtiyaç olmadığını söylüyorum sadece. O “değer”ler kamu kaynakları kullanılarak sübvanse ediliyor üstelik.

Çocuğun dini

Aklıma antropolog Carol Delaney’in “Abraham on Trial: The Social Legacy of Biblical Myth” (Princeton University Press, 1998)(İbrahim’i Yargılamak) kitabında sorduğu bir soru geliyor kaçınılmaz olarak. Diyor ki Delaney, İbrahim’in İsmail’i (ya da İshak’ı) kurban ettiği sahne, kitaplı dinlerin en ortaklaştığı mevzu. Her üçünde de bu hikâye İbrahim’in Allah’a, İsmail’in babaya sadakatinin ve teslimiyetinin nişanesi olarak anlatılıyor. En yüce erdem bu, daha yücesi yok. Çocuğunu bizzat kendi eliyle kesecek kadar sadık Allah’a İbrahim ve babasının imanını ispatlaması için kendisini kesmesine razı olacak kadar teslim olmuş İsmail. Soru şu: “İnancın ispatı neden çocuğa gösterilen şefkat değil de onu kurban etme iradesini göstermek oldu?”

“Allah’ın sevmediği kul olmaktansa, çocuğumu, yani benim için en kıymetli ve sevgili olanı, soyumun devamını, kurban ederim. Yalnız onun değil, şu dünya üzerinde herhangi birinin çocuğu olan herkes gözünde bir cellada dönüşürüm. Yeter ki Allah onun yolundan sapmadığıma emin olsun.”

Her şeyi bilen Allah’ın ne de acayip ispatlara ihtiyacı var değil mi ama?

Delaney, İbrahim’in hikâyesinin kitaplı dinler bağlamında Allah’la kullar arasında, kriz hallerinde başvurulmak üzere yapılan mutlak bir kontrata işaret ettiğine ve kriz frekansı sıklaştıkça bu kontrata daha çok başvurulduğuna dayanan tezi reddediyor. Ona göre bu tez, hikâyenin içeriğini yeterince dikkate almıyor. Ayrıca, İbrahim’in hikâyesinin, kendisinden önce var olan çocuk kurban etme ritüelini sonlandırdığı yolundaki gelişmeci açıklamaya da pek paye vermiyor. Ona göre İbrahim’in hikâyesini anlamak için babanın ve babalığın ne demek olduğunu sorgulamak gerekiyor. Çünkü imanını İsmail’in ya da İshak’ın boynuna bıçak dayayarak ispat etme gücünü kendinde bulan zat-ı muhterem Hacer değil, anne değil, baba. Peki babadaki bu kudretin kaynağı ne?

Patriyarkanın gözünde çocuğu var eden tohum babadan geliyor çünkü. Anne, yani rahmin sahibi, sadece tarla. Tohum, yani soy babanın. Kurban etme kudreti de onda. İbrahim’in hikâyesinde biz kadir olanın rahim olana galebe çalmasından bahsediyoruz. O yüzden tanrıya olan inancı ispatlamanın yolu yaşatma şefkati değil, kurban etme kudreti… En sonunda bu kurban hikâyesinden miras olarak geriye türlü çeşit çocuk istismarı kaldığına dikkat çekiyor Delaney. Babalar kendilerini ispat etsinler diye kesiliyor başları İsmailler’in… İsmailler, eğer hayatta kalırlarsa, baba olmanın yolunu böylece öğreniyorlar. İsyan edecek oluyor bazen çocuklar, ayrıkotu gibi sökülüp atılıyorlar o zaman topraktan. Baba, “Çocuğumu ateist arkadaşları yaktı” diyor oğlanın mezarının üzerine bağlısı olduğu cemaatten adamlarla birlikte toprak atarken.

Bu yüzden Kadir İstekli, gönül rahatlığıyla Yusuf Ziya Gümüşel’e, “E hadi o zaman verdiğin vaazların hakkını da ver, bakalım sahih mi inancın” diye meydan okumuş olabilir… Tereddüt gösteren aracı hocalara da demiştir bunu… Spekülasyon yapıyorum ama neden olmasın! O yaldızlı kitaplarda anlatılan din bu kudreti veriyor Kadir İstekli’ye… O babaya da kurban etme kudreti veriyor. Ve nihayet o anneyi de işbirlikçi olmaya teşvik ediyor…

Çocuk da ne yapsın, “gerçek din bu” diye düşünüyor. Din, babamın beni benden bilmem kaç yaş büyük bir adama, ben daha altı yaşımdayken köle diye sunmasını emreden şeydir. Böyle düşünmemek için tek bir sebep söyleyin hadi! Başka bir din mümkün olmamış ki görüp görebildiği şefkat Kur’an kursundaki hocasının 10 yaşında ama çoktan evli olduğunu duyunca ona üzüntüyle sarılmasından ibaret. Bu kadar işte!

Çocuğun bütün bu pazarlıkta tek bir söz hakkı bile yok. Hiçbir aşamada “hayır” diyemez. Kimse ona fikrini sormuyor. Sesini çıkarmaya çalıştığında da susturuluyor. Çünkü hikâyenin hiçbir yerinde bu din çocuğun dini değil. Çocuk, Hiranur Vakfı gibi yerlerde yürüyüp giden dinin işletme sermayesi yalnızca.

Yeniden doğmak

Vakfın hızla sildiği sayfalarına baktığınızda bu işletme sermayesine nasıl bir teşvik aldığını da görüyorsunuz. Suriyeli yetimleri almış medreselerine mesela bu vakıf. Nasılsa kimsesizler ya, soranları, soruşturanları olmayacak çünkü o çocukların. Cemaate bağlı ailelerin çocukları var bir de… O çocuklar da kimsesizler çünkü analarına babalarına kurslarda, medreselerde başlarına gelenleri anlatsalar bile kimse onlar için kılını kıpırdatmayacak. Yani o hatırlı tarikat ailelerinin çocuklarıyla Suriyeli yetimler arasında herhangi bir korumadan, gözetilmeden mahrum olmak açısından hiç fark yok. Arada bir Diyanet müfettişleri geliyorlardır o kurslara. Çay içip gidiyorlardır. Genç hocaların sırtlarını sıvazlıyorlardır. Şakacıktan sınavlar çekiyorlardır öğrencilere. Hatırlayın, Amasra’daki maden kazası öncesinde bakanlık yetkililerinin geldiklerini, şöyle bir bakıp gittiklerini okumuştuk haberlerde. Yani bu tarikatların sözde medreselerine rehin verilen çocukların, o madenlerde ölen işçilerden de bir farkları yok. Hayatları aileleri ve devlet tarafından türlü çeşit sermaye erbabına rehin verilmiş insanlar hepsi… Kimsenin hal-hatır sormadığı, nasılsa başkalarına aittir ya da benden değildir diye gözden çıkardığı insanlar…

Liste çok uzayabilir emin olun. Hatta korkarım sonsuza uzayabilir. Kesirin paydasına kimsesizlik yazar, çizginin üzerine aralarına virgüller koyarak sonsuz kere sonsuz hikâye yazabiliriz.

İşte tüm bu nedenlerle H.K.G.’nin çıkıp istismar edildiği çocukluğunun hesabını, her türlü tehlikeyi göze alarak, hele şöyle bir dönemde sorması müthiş bir şey! Katman katman korkuyu yenmek gerekir böyle bir şey yapmak için. Tüm bir hayat bilgisini sorgulamak, didik didik etmek, yeni doğrular ve yeni eğriler bulmak gerekir. Yetmez! Bütün bu külfetli işleri yaparken yola devam etmek için hayatiyet kaynağı ve sebep bulmak da gerekir. Kendini yeniden doğurmak gerekir böylesi büyük bir mücadeleye girişmek için.

H.K.G. konusu kendi hayatı olan ama ona hiçbir şey sorulmayan pazarlık masasını gözlerimizin önünde devirdi. Kimsesizlik korkusuyla köleliğe razı olmayacağını gösterdi. Kim bilir kimlere cesaret verecek! Niceleri doğuracak kendilerini onun giriştiği bu mücadeleden güç alarak. Dikkat edin iktidar mahfili, ailenin tarafını tutarak, alelacele mevzuyu kapatmanın yolunu aradı önce. Ama H.K.G., onun sesine ses verenlerle birlikte, iki gün içinde alt etti bu girişimi. Birden bire döndü iktidara yakın sesler, hep bir ağızdan lanetlemeye başladılar. Yani şimdiden yendi H.K.G. ondan çocukluğunu çalanların siyasetini.

Başta Timur Soykan olmak üzere, H.K.G.’den haberdar olmamıza ve onunla dayanışmamıza aracı olan tüm gazeteci arkadaşlarımıza ne kadar teşekkür etsek o kadar az! İyi ve sahici gazeteciliğin ne denli dönüştürücü, hatta devrimci olabileceğini bir kez daha gösterdiler. İyi ki varlar! İyi ki vazgeçmiyorlar!

  1. Sakarya Valisi İrfan Balkanlıoğlu’nun ağabeyi. İsmailağa Cemaati’nin “mühim” simalarından biriydi. 2018’de vefat etti. Ateşli ve alaycı konuşmalarıyla biliniyordu. Cemaat içinde, özellikle AKP iktidarı döneminde alevlenen iktidar mücadelesinde de önemli bir rolü vardı. Mesela Cüppeli Ahmet ile birbirlerinden haz etmiyorlar, karşılıklı ağır hakaretlerde bulunuyorlardı.
  2. O tarihte Sancaktepe henüz ilçe değil, söz konusu mahalle de Ümraniye sınırları içinde. Dönemin belediye başkanı ise AKP’li Hasan Can.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.