19 yaşını öyle hayal etmez hiçbir çocuk. Sabırsızlıkla beklenir 18. Reşit olunacaktır. Biri olunacaktır yani. Türkiye özelinde, 1995’ten beri seçme, 2017’den beri seçilme hakları tanınmış biri. Erişkinliğe geçilecektir gayrı. Nasıl biri olmak istediğine, içine doğduğu bağlamda erişebildiği malzemeyle ne yapacağına kendi karar verebilecektir. O malzemenin hangi kısımlarından kurtulacağını, yerine neyi koyacağını, hayat macerasına dahil etmeye karar verdiklerini neye dönüştüreceğini kendisi belirleyecektir. Her büyüme macerası zorludur. Aşılması gereken engeller, yenilmesi gereken rakipler, ucundan tutulması gereken mücadeleler, baş edilmesi gereken ejderhalar olacaktır yol üzerinde. Zorlanacaktır elbette. Zorlukları aştıkça kendisi olacaktır.
Gelin görün ki, dört tarafı yüksek duvarlarla çevrili bir sitenin içinde, anasının-babasının dahil olduğu cemaatin geleceği olmak üzere, bu koşullara az ya da çok itiraz eden ya da eyvallah diyen kendi yaşıtlarıyla birlikte, kendisini tıpkı demiri ateşte eritip örste döverek ezer gibi şekillendirmek isteyenlerden kurtaramaz kendini. Enes’in muhalefeti de bu. Aşamadığı, çözemediği, geride bırakamadığı, kurtulamadığı, vasiyetinden payımıza düşeni anladığımız kadarıyla, manasını gayet isabetle kavradığı bir muhalefet. Nereye baksa gördüğü zifiri sağırlıkta duvarlar: Okul duvar, edineceği meslek duvar, içinde yaşadığı mesken duvar, meskenin etrafını saran cemaat duvar. Kendilerine vaad edilmiş sonsuz cennete kavuşmak ya da gene aynı sonsuzlukta bir cehennneme mahkûm olmamak üzere verecekleri imtihanın vuku bulduğu fani dünyadaki yerini, o cemaatin belirlediği adres olarak bellemiş ebeveyn duvar. İç içe geçmiş bütün bu duvarlarla örülmüş siyasi bağlam ise kaba saba ve devasa bir asma kilit. O kadar büyük ve eski ki, hiçbir zaman açılamayacakmış gibi görünüyor ve kimse niyet etmiyor onu açmaya. Korktukları kilit değil, açıldığında olabilecekler. On yıllardır kendilerini o kilidin paslı gövdesinde seyrettiler, baktıkça pası, çürümüş demiri cila addettiler. Kilit açılır ya da kırılırsa artık var olmamaktan, hayranlıkla izledikleri suretlerini kaybetmekten korkuyorlar.
19 yaşını hiç de böyle hayal etmemiş bir çocuğu, kendi suretlerine hapsetmek istiyorlar. Kimi kendini o duvarların dışında sanıyor. Ama 19 yaşında bir çocuk, “bu ne biçim iş, ne yapıyorsunuz siz böyle, aklınızı kaybetmiş olmalısınız” dediği anda bu büyük hapishanenin orta yerinde kâh bir gardiyan, kâh kapı bekçisi, kâh dili kesilmiş bir bahçevan olarak memur edildiklerini fark ediyorlar.
Dinden vazgeçmenin aşamaları
Enes’in babası oğlunun “ateist arkadaşlar”ını suçlamış olanlar için. Twitdaşlarımdan Harun (@belkiiyibiri) çok güzel özetlemiş bu suçlamanın ne anlama geldiğini: “Dış güçler mitinin hane halkındaki karşılığı: kötü arkadaş.” Üstüne söyleyecek tek kelimem yok. Babanın kendisi için hazır bulduğu sığınağı olabilecek en isabetli şekilde özetlemiş Harun.
Babayı ya da onun gibi düşünenleri durumun hiç de böyle olmadığına ikna edecek bir yol da yok. Dedim ya suretlerini o cila sandıkları pasla kaplı kilidin yüzeyinde gördüler bir kez ve bu konuda duyacakları her şey o kilide olan imanın gölgesinde kalacak. Gene de, birkaç yıldır sürdürdüğüm çalışmadan yola çıkarak kısaca, gençlerin dini inançlarını neden kaybettikleri sorusuna cevap olabilecek bir listeyi paylaşabilirim. Bu listede “ateist arkadaşlar”ın etkileri yok. Arkadaşlar yalnızca çocuğun, gencin kendini ifade etmesi için cesaret veriyorlar. Çoğu zaman çocuk inancını “kaybetmiş,” daha doğrusu, inanmaktan vazgeçmiş başka çocukları, kendi vazgeçişiyle ne yapacağını bilemediği, bulamadığı için kendisi arayıp buluyor.
İçinde yaşadığımız zamanın öncekilere göre önemli farklarından biri, inançtan vazgeçiş yaşının çok gerilemiş olması. Eskiden olduğu gibi gencin liseye, üniversiteye gidip evdeki dünya görüşünün alternatiflerini öğrendiği zamanı beklemiyor artık bu “vazgeçiş.” Diyebilirim ki dinle tanışma yaşı ne kadar erkense o kadar erken başlıyor. Dini hayatın hüküm sürmesi için gereken her yola başvurulan çoğu ağır disiplinli ve şiddetli (yalnız fiziksel değil, psikolojik şiddet) ortamlarda, çocuğun ebeveyn tarafından terk edildiği hissine kapılmasıyla başlıyor her şey. Çünkü her çocuk en önce ve en çok şu soruyu soruyor: Güvende miyim? Beni koruyan, kollayan biri var mı etrafta? Denilebilir ki çocuk, ebeveyninin kendisinden, onun güvenliğinden, iyiliğinden vazgeçmesine sebep olan dinden vazgeçerek kendisi oluyor. Bir başka deyişle, kimsesi olmadığını, anne-baba dediği insanların bu kelimelerin işaret ettiği en temel işlevi yerine getirmediklerini fark ettiğinde. Bunun, ebeveyne verilmiş “çocukça” bir ceza olup olmadığını çok düşündüm. Değil. Basitçe çocuk, “beni annemden babamdan, onların korumasından, sevgisinden mahrum eden bir din doğru olamaz” demeye başlıyor yavaş yavaş. Yani önce anne ve babaya olan güven sarsılıyor, sonra da onların inançlarına.
Ağaç belki ama çocuk yaşken eğilmiyor
İnanmaktan vazgeçen genç insanların çoğu, bir şekilde dini eğitimi çok erken yaşta alıyorlar. Gittikleri Kur’an kurslarında, hafızlık eğitimlerinde, sonra imam-hatiplerde, gittikleri cemaat okullarında dinin en ideal denilebilecek lafzıyla karşılaşıyorlar. Aynı yerlerde bu lafzın nasıl hayata geçmediği ya da hayata geçtiği anda ne türlü çelişkilere dönüştüğüne de tanık oluyorlar. Aradaki farka anlam vermeye çalışırken şu soru var karşılarında: Ya bu öğretilenler yanlış ya da bunları bana öğretenler. Bu çelişki hakkında konuşmak istediklerinde susturuluyorlar ve hatta çoğu zaman şiddetle karşılaşıyorlar. Özellikle kız çocukların, ama erkek çocukların da, uğradıkları ya da şahit oldukları, duydukları çeşitli türden istismar vakaları; istismara uğrayanlardan yana, onlara inanan ve onları koruyan kimseyi bulamamaları güvende olmadıkları hissini güçlendiriyor. “Müslüman Müslüman’ın ayıbını örter” ilkesi burada tam bir cendereye dönüşüyor çocuk açısından. Cemaate halel gelmemesi için alınan her tedbir çocukla cemaat ve aile arasındaki güvensizliği büyütüyor. Böylece dinin lafzının öğretildiği, bu lafız çerçevesinde disipline olmalarının beklendiği ortamlara güvenlerini bütünüyle kaybediyorlar.
Zamanla bu güvenilmez ortamın müsebbibinin dinin lafzı değilse bile hayata geçirilme biçimi olduğuna kanaat getiriyorlar. Bu aşamada çoğu “Ama anne, ama baba, ama hocam bakın kitap böyle demiyor, bakın şurada bu var, hani o menkıbedeki hikâye vardı ya” demek istiyor. Kimi cesaret edemiyor. Azıcık daha serbesti bulup söyleyen ya avutuluyor ya susturuluyor. Ama çocuğun gördüğü çelişki ya da adaletsizlik hakkında akıl yürütmesinin önüne konulan her engel şüphesini büyütmekten başka işe yaramıyor. Dahası, özellikle cemaat ortamında din eğitimi alıyorlarsa, kendileri etrafında da bir şüphenin büyütüldüğünü, eğiticilerin ya da cemaatin diğer üyelerinin kendilerinden memnuniyetsiz olduklarını hissetmeye başlıyorlar. İçinde bulundukları güvensizlik duygusunu büyütmekten başka işe yaramıyor bu süreç de.
Dışarının cazibesi değil içerinin çelişkisi
Yalnız olmadıklarını biliyorlar. Çünkü sınıflarda, komşulukta, diğer cemaat üyelerinin çocuklarıyla yaptıkları arkadaşlıklarda başka çocukların da benzer süreçler yaşadığını görüyor, biliyor ve hissediyorlar. Kimi zaman bu çocuklar arasından makbul olmayan konuşmaları büyüklere tezurlayanlar da oluyor. Tabii ki bu ortamlardaki herkes inanmaktan vazgeçmiyor. Fakat birkaç ay içinde gördüğümüz gibi, nasılsa çoğunluğu kurtarıyoruz diye inancını ya da hayatını kaybedenlere “sivil zayiat” gözüyle bakılıyor. Sözün kısası, çocukluğun içerdiği her türden hikâye bu ortamlarda da yaşanıyor ve çocuk faturayı önce aieleye, sonra cemaate ve nihayet dine çıkartıyor. Çünkü din o ortamı, bağlamı inşa eden ortak dilin ta kendisi. “Rahatsız” çocuklar arasında ufak dayanışmalar başlıyor, sonra başka ortak arayışlar. Haksız olduğunu kim iddia edecek bu çocukların? Bu soruya da “gerçek din bu değil” diyenler cevap versinler madem.
Kısaca vazgeçiş, ebeveyn, okuldaki öğretmen ya da cemaatin eğiticileri karşısında “öğrettiğiniz şu şeyle, yaptığınız şu şey tutmuyor birbirini” dedikleri zaman aldıkları karşılığın şiddeti ölçüsünde keskinleşiyor. Bu mevzu dışarıyla temasta değil, aksine evin, okulun, cemaatin içinde çarptıkları duvarlarla ilgili. Çünkü din, o duvarın harcı gibi görünüyor gözlerine. O duvarın yapısı ev, okul ve cemaat arasındaki ilişkilerin sıkılığı ölçüsünde katılaşıyor ve geçirgenliğini yitiriyor. Öyle ki zamanla hayat ve din, dışarısı ve içerisi karşıtlığına benzer bir zıtlık oluşturuyor. O ilişkilerin oluşturduğu disiplin düzeneğine “yumurta kabuğu” diyorum. İçerde kendini güvende hissetmeyen, düşüncelerini, duygularını ifade edemeyen çocuk büyüyebilmek, kendisine ait bir hayat bulabilmek için kırıyor kabuğu. Kabuk ne kadar sertse, kırmak için yaptığı hareket de o kadar sert ve sıçrayarak gittiği menzil de o denli uzak oluyor. Şansı varsa kabuğun dışında beslenebileceği alanlar buluyor, yoksa…
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İnanmaktan vazgeçişin bir hayata dönüşmesi için daha çok beklemesi gerekiyor öte yandan. Üniversite böylesi bir özlemin konusu. Gittikleri üniversitede, yurtta benzer bir örüntüyle, o yumurta kabuğunun devamıyla karşılaştıklarında ise büyük bir yorgunluk ve hayal kırıklığı hissi yaşıyorlar. Çünkü kendileri olmayı bir kez daha ertelemeleri gerekiyor.
Aileden ve cemaatten ekonomik bağımsızlıklarını kazanmaları mevcut iktisadi vaziyet kadar tarafsız yurtlara ve burslara (kamu yurtlarına ve burslarına) erişimin zorluğu ölçüsünde zor görünüyor. Bütün bu sıkıştırılmışlık halet-i ruhiyesi içinde bitirmeleri gereken bir de okulları var. Okulu bitirdikten sonra kendileri olabilecekleri bir ekonomik bağımsızlığa erişmelerinin ne kadar zor olduğunu ise hepimiz biliyoruz.
Siyasi sorumlu kim?
Buraya kadar özetlediğim süreç işin bireysel tarafıydı. Bu genç insanlar ülkenin içinde bulunduğu siyasi sürece de son derece hakimler ve çıplak gözle görebiliyorlar her şeyi. Ülkeyi idare edenler, gençlerin geleceklerini de karartan kimi kararlarını, söz gelimi ekonomik tercihlerini “nas”la açıkladıklarında, dini lafzın yaşadıkları ortamı güvenilmezleştirdiği duygusu güçleniyor. Özellikle genç kadınlar, kendilerinin de gerektiğinde başvurabilecekleri yasal düzenlemelerin (mesela İstanbul Sözleşmesi’nin) hayata geçirilmemesine ya da onlardan vazgeçilmesine gerekçe olarak aile ve din gösterildiğinde aynı şeyi hissediyorlar: “Benim kendimi bu kadar güvensiz, güvencesiz ve yalnız hissetmemin sebebi din.”
Ana-baba, konu-komşu öldürülmüş ya da şiddete uğramış bir kadının arkasından, “ama o da şunu yapmasaydı, boşanmasaydı, kocaya saygıda kusur etmeseydi” dediğinde gene aynı hissi hatırlıyorlar: “Ya benim de başıma böyle bir şey gelirse, kimse yanımda durmayacak, çünkü inandıkları din böyle diyor.”
Bu deneyimler zamanla genç insanların güvende yaşayabilecekleri bir dünya arzusu ile dinin önerdiği hayat ve kurallar dizgesi arasında bir çelişki olduğu duygusunu güçlendiriyor. “İslam’ın kızı/oğlu,” “Cemaatin geleceği” ve hatta “bir ailenin evladı” olmaktan vazgeçme düşüncesi zamanla hayatta kalma arzusuyla çelişmeye başlıyor. Kısaca söylemek gerekirse kendilerini kurban olarak sunmak istemiyorlar.
Dindar/muhafazakâr, hele ehl-i cemaat hanelerde büyüyen birçok genç kadın kendilerini ana-baba evlerinde “misafir” olarak gördüklerini söylüyorlar. Erkeklerin daha fazla hareket alanı varmış gibi görünüyor ama çoğu zaman o hareket alanının bedelini ikili bir hayat yaşayarak ödemek zorunda kalıyorlar eğer yukarıda anlattığım sürecin herhangi bir yerinde iseler. Tekrar ediyorum, “dışarı” ile ilişkileri kısıtlandığı ölçüde hızlanıyor bu süreç. Çünkü kendilerinin seçmediği bir hayatı yaşadıkları ve bu hayatın da güvenli olmadığı duygusu seçeneklerinin azlığı ölçüsünde hakim oluyor hayatlarına. İçine hapsoldukları duvarlardan kurtulma arzusunun aciliyeti artıyor seçenekler azaldıkça ya da o seçeneklerle aralarına bariyerler kondukça.
Ne internette okuduklarından, seyrettiklerinden, ne telefonlarıyla katıldıkları WhatsApp gruplarından, dizilerden ediniyorlar dini inançlarından vazgeçme hissini. En önce kendilerinden vazgeçildiğini hissediyor ve kendilerinden vazgeçilmesine sebep olan şeyden vazgeçiyorlar.
Yoksul ailelerle daha varlıklı olanlar arasındaki en temel farklardan biri şu: Çocuk ailesinin yoksulluğunu bütün bu mahrumiyetlerinin mazereti olarak görebiliyor başlangıçta. Daha varlıklı ailelerde ise böyle bir mazeret yok ve sözünü ettiğim yabancılaşma ve vazgeçiş süreci daha erken kristalize olmaya başlıyor. Çünkü tam da Enes’in babasının söylediği gibi, “durumları var ama benden esirgiyorlar, çünkü inandıkları din benden hayatın esirgenmesini öğretiyor onlara” deyiveriyorlar.
Kontrat olarak çocuk
Son bir nokta daha var kısaca dikkat çekmek istediğim. O da cemaatlerin rolü. Ailelerle cemaatler arasında ekonomik kaynaklara erişim açısından bir tür kefalet sistemi işliyor. Çünkü 1990’ların başından beri cemaatler dindar ailelerin bir kısmı için sürekli krizlerle çalkalanan piyasa mekanizması içinde erişebilecekleri güvenilir ağlar (güven adacıkları) olarak işlev gördüler. Buna karşılık hem işlerinin, istikballerinin ve sosyal sermayelerinin devamlılığı hem de o cemaatlere inandıklaından (inanç ve sadakat bir bakıma sosyal sermaye işlevi gördüğünden), çocuklarını o cemaatin devamı için bir nevi emanete vermeye koyuldular. Çocuk, cemaatle hane arasındaki yazılı olmayan kontratın mührü gibi bu ilişki biçiminde. Çünkü aynı çocuk hem hanenin hem cemaatin geleceğe kalabilmesi (kendini yeniden üretebilmesi) için gerekli.
Az önce özellikle kız çocukların kendilerini ana-baba evlerinde misafir gibi hissettiklerini söylemiştim ya, işte o duygunun en güçlendiği haller de bu durumlar. Bir cemaate çocuklarını daha 4-5 yaşındayken emanet edecek kadar güvenen bir hane, karşılığında cemaatin ve diğer mensupların güvenini ediniyor. Böyle olunca her bir hane, aslında cemaate “ait” çocuklarının geçici süre için bakıldıkları bir yetimhaneye, anne-babalar da o yetimhanede çocuklara yine cemaat adına gözcülük eden bakıcılara dönüşüyorlar. Anne-baba dedikleri birileri oluyor etrafta ama asla cemaat ya da din dolayımından geçmeyen bir ilişki kuramıyorlar anne-babalarıyla. Bu nedenle dinden vazgeçişin kimi zaman anneye-babaya dolaysız ulaşma, bu dolaysız iletişim için bir yol arayışı olduğu bile söylenebilir. Bu arayış çoğu zaman sonuçsuz kalıyor ne yazık ki. Sonuçsuz kalmadığı zamanlarda ise çocuk anne-babayı da dönüştürmeye başlıyor. Çünkü nihayet anne-baba, çocuğun gözünden görmeye başlıyor kendisini ve bir şekilde bu yolla “kendisi” oluyor.
Buraya kadar Enes’in muhalefetinden bahsettim, onun hayatta kalmasını zorlaştıran, imkânsızlaştıran uzun mu uzun bir vazgeçişler silsilesinden. Onun ölümünün ardından yalnız ana-babasının değil, ana akım siyasi partilerin dillerinden dökülenler ve dökülmeyenler de kimlerin, nelerden, ne için vazgeçtiklerini gözler önüne serdiler. Tek tek ayrıntısına girmeyeceğim. Kaç gündür ibretler alarak seyrettik manzarayı. Unutmayız da bunu, gençler unutmaz. Unutursak kalbimiz kurur, biliyoruz. Bizim hepsine yalnız Enes adına değil, her bahaneyle canından vazgeçilmiş çocuklar, gençler adına muhalefet edecek bir enerjiye ihtiyacımız var. Bu da ancak, kendilerine benzetemedikleri çocuklardan vazgeçen ana-babaların ve bağlısı oldukları her türden cemaatin karşısına geçip, bu üç tarafı denizlerle, ufku karanlık bulutlarla çevrili yetimler ve öksüzler ülkesinde hayatı yeniden kurma cesareti olan insanlar arasındaki dayanışmayla mümkün. Böylesi bir dayanışma siyasi ifadesini de bulur, karşılığını da.
Ayşe Çavdar’ın önceki yazıları:
Krizde asılı kalmak ya da umut yöntemi
Nedir ki bir üniversite – Cübbeler, postallar ve kilitler
E bu muhalefet daha ne yapsın – Birkaç somut öneri
Ortak bir şeyleri kalmayanların ortaklığı
Hayaller, gerçekler ve vazgeçmeyenler