Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Hayaller, gerçekler ve vazgeçmeyenler

İyi, hem de çok iyi bir haber vardı dün, gördünüz mü? Sözcü Gazetesi’nden Özlem Güvemli yazdı: Kanal İstanbul güzergâhındaki konut ihaleleri iptal edildi. Ayrıntılar da hayli enteresan. Tamamı değil, beş konut projesinden üçü. Bu üç projeden biri (679 konut) “teklif veren istekli çıkmaması” sebebiyle iptal edilmiş. Bir diğeri, (727 konut) “ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanması ve kaynakların verimli kullanılması ilkesi” gereğince, Kamu İhale Kanunu’nun, “Bütün tekliflerin reddedilmesi ve ihalenin iptali” başlıklı 39’uncu maddesi uyarınca iptal edilmiş. Anladığım kadarıyla teklifleri düşük bulmuş idare. Nihayet bir başka proje de (669 konut), kim bilir, belki de benzer sonuçlarla karşılaşmamak için iptal edilmiştir diye düşünüyor insan. 7 Aralık günü, henüz ihale gerçekleştirilmemişken yine kurum tarafından iptal edilmiş bu son ihale de. Kurum kim? TOKİ. Bu projeler, AKP’nin TOKİ’yi mahalle, hayat, şehir ve doğa yiyip beton kusan bir makineye dönüştürmeye başladığı 2006’dan itibaren ürettiği konutların yanında devede kulak kalır. Tüm Türkiye’de aşağı yukarı 1 milyon konut üretmiş bir kurumdan söz ediyoruz. Bu kadar konut üretmiş, arkasında yalnız bir bakanlık değil, Kanal İstanbul tutkusu dolayısıyla koca bir Cumhurbaşkanı bulunan kurum toplam 2 bin 75 konutluk üç projenin ihalelerini teklif gelmediği, düşük teklif geldiği ve benzer bir sonuçla karşılaşma ihtimali olduğu için iptal ediyor. Neden böyle oldu acaba?

CHP’li İBB Meclis Üyesi Nadir Ataman, yine aynı haberde yer alan değerlendirmesinde, projelerin üzerine yapılacağı arazilerin tapularının henüz çıkmadığına dikkat çekiyor. “Biz yapalım, düzenleme arkadan gelir” meyanındaki her iş Süleyman Soylu’nun geçenlerde bir kez daha, bu defa metruk binalarla ilgili olarak, “Siz yıkın, mahkeme kararı bizim arkamızdan gelsin” cümlesini hatırlatıyor. Demek bu defa o iş öyle olmamış. Ataman, mevzuyu Kılıçdaroğlu’nun bürokratlara yaptığı uyarıya bağlamış. “İktidarın gidici olduğu”nu düşünen bürokratların işi kilitlediklerini öne sürmüş. Ona göre, tabii ki muhtemelen, bürokratlar tapu süreci tamamlanmamış arazilerle ilgili sorumluluk almak istememişler. Doğruluk payı olduğundan eminim, ama iptal sürecine ilişkin yazılanlar ihalelere teklif gelmediğini ya da gelen tekliflerin TOKİ gibi tüm ilişkilerini ahbap-çavuş ihaleciliği üzerine kurmuş bir kuruma bile düşük gelmiş. İşler her türlü karışmış görünüyor.

Peki bu iptaller Kanal İstanbul’un geleceği, yani İstanbul kıyameti hakkında ne söylüyor? Bu soruyu cevaplayabilmek için mevzunun öte yakasına, bakanlık tarafına da bakmamız lazım. Hemen bakalım: “Tapu tescil işlemleri en kısa sürede tamamlanacaktır” demiş TOKİ’nin de patronu durumundaki Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, Twitter hesabından yapmış açıklamaları. Bir dolu başka şey de var yazdıklarında. Kanalın, İstanbul Boğazı’nı kurtarmak, korumak ve özgürlüğünü teminat altına almak için yapıldığını, bisiklet yollarını, millet bahçelerini vs. anlatmış. Ama sonuçta, ihalelerin iptal sebeplerinden birini, tapu tescil işlemlerinin tamamlanmadığı bilgisini doğrulamış. Diğer sebep, yani teklif gelmemesi ya da gelen tekliflerin düşük olması zaten bizatihi TOKİ’den edinilmiş.

O zaman artık emin olabiliriz: Kanal İstanbul kapsamında yapılan üç konut projesi, idare yasal gereklilikleri yerine getirmeden ihaleye çıktığı ve bu koşullar altında teklif gelmediği ya da gelen teklifler düşük olduğu için iptal edilmiş. Bakan her ne kadar açıklamasında “tehdit, tezvirat ve engelleme” gibi şeylerden bahsetse de, somut durum böyleyken böyle. Mevzuya, Kılıçdaroğlu’nun bürokratlara ve Kanal İstanbul ihalelerine girecek olan firmalara yaptığı çağrının ne kadar etkili olduğunu bilemeyiz. Kendilerine sormamız lazım ama pek mümkün değil sanki. Şimdilik, iktidarın içinde bulunduğu duruma ilişkin verilerin bunca senedir besleyip büyüttüğü müteahhit firmalara bile güven vermediğini, bu nedenle daha önceleri “Tapu işini nasılsa hallederler” diye girecekleri proje ihalelerine girmediklerini, bürokratların da içerden durumu görüp geriye kalan bir ihaleyi de iptal ettiklerini düşünebiliriz. Nitekim, ekim ayında yapılmış ama sonuçları açıklanmamış iki ihale daha var. Tekliflere kapalı imişler, değerlendiriliyorlarmış. Oradaki bürokratların da, ihaleye giren firmaların da ellerinin yanmakta olduğundan eminim.

Kılıçdaroğlu’nun çağrısından çok, iktidarın verdiği sinyallerden kaynaklanıyor olmalı bu endişe. İktidarın en çok beslediklerinden, en yakınlarından gelen bu kaygı dolu rüzgâra ne kadar katlanabileceğini bilmiyoruz. Hiçbir modele dayanmadığı gayet açık olan mevcut ekonomi politikasının tek bir amacı var; o da iktidarı oluşturan ve birbiriyle olan kavgaları da giderek belirginleşen gruplar arasında onu etkileme gücüne sahip olanların çıkarlarına hizmet etmek. Bit, pire, kene, sülük kaynıyor ortalık. Yaklaşık 20 yıldır süren enkaz yağmasında son demler. Kapanın elinde kalan memleket yaptılar. Daha ne isteriz? Değil mi ama?

Vazgeçmeyenler

İyi de halkımız bunun neden farkında değil? Bu soruyu geçen hafta boyunca açıklanan bir dolu anket sonucunu görenlerin “ya ama nasıl ya?” umutsuzluğuna kapılması yüzünden soruyorum. Hakikaten nasıl oluyor da, bunca insan, en çok beslenip semirtilmiş müteahhitlerin bile yüz çevirmekte olduğu şu iktidardan vazgeçmiyor? Müteahhitlerden öncesi de var bu arada. Süpermarketçiler. Hatta anladığım kadarıyla o işin bir de geçmişi var. İddia edilen o ki, 2019 yerel seçimlerinden önce süpermarketçilere, “Seçime kadar piyasayı idare edin” denmiş. Olmayınca da tanzim satış modeline geçilmiş. Maslahat en önemli siyasi etkendir nitekim. O gönüllü olmayışın öfkesinin bir zamandır çoğunluğu önceden iyice bakılıp semirtilmiş süpermarket zincirlerinden çıkartıldığını görüyoruz. Şahsın sofrasına şöyle bir oturanın bile geleceğinin bir yerinde ağır bir fatura ödemeye zorlandığı hepimizce malum. İşin kötüsü halkımız da “şeytan market” fikrini satın almış gibi görünüyor… Nereden mi biliyorum?

Medyascope’taki muhabir arkadaşlarımızın (Ufuk Çeri, Ferit Aslan, Zelal Direkçi, Sahra Atila, Ali Macit ve Aytuğ Özçolak) yaptıkları “Cumhur’un Kaleleri” serisinden. Aşağı yukarı bir aydır arkadaşlarımız, Cumhur İttifakı oylarının en direngen olduğu yerleri ziyaret edip ahaliyle görüşmeler yapmışlar. Sandığa ne kadar yansır bilmiyorum, kimse bilemez. Ama “Soğan-ekmek yer, gene bu iktidardan -aslında Erdoğan’dan- vazgeçmem” diyen pek çok kişi vardı söyleşilerde. Konuşmaları, vurguları, tavırları öyle incitici ve pervasız ki insanın aklında en çok onlar kalıyor. “Hayır olmaz”, “Bir daha asla”, “Önceleri destekledim ama sonra hep kendilerine çalışmaya başladılar” diyenlerin sesi silinip gidiyor diğerlerinin uyandırdığı duyguların ağırlığı altında. Pek çok mahalleyi, ilçeyi, şehri dolaşmış arkadaşlar ama ben “Vazgeçmem” diyenlerin çoğunluk olduğu videolardan söz edeceğim yalnızca.

Soma’da esnaflık eden AKP’li bir yurttaşın, konuştukça içindeki muhalefete yönelik öfkeyi ve aşağılamayı dizginlemekte ne kadar zorlandığı anlaşılıyor: “Çok şikâyetçi değiliz, bizim için pek sorun değil, günü gününe ödemelerimizi yapıyoruz, çalışan da yol alıyor”. Geriye kalanların kendisi kadar çalışmadıklarını düşünmüyordur umarım. Ayrıca krizin geçici olduğunu, daha önce de böyle şeyler yaşandığını, her şeyin dış güçlerin Erdoğan’ı çekememesinden kaynaklandığını ve büyük firmaların fiyat artırarak onlarla işbirliği yaptıklarını anlatıyor. Kendinden çok emin. Bir de yaşını başını almış bir ihtiyar amca var, “Ölene kadar AK Partili kalacağım” diyor. Yetiyormuş emeklilik aylığı, her şeyi varmış… “Her şey”den kastı ne acaba? Hali ve tavrı, kanaatkârlıktan başka şeyler getiriyor çünkü akla. Soma videosuna konuşanlar arasında ekonomik kayıplarından, geçinemediklerinden, gidişattan memnun olmadıklarından, çaresizliklerinden bahsedenler de var elbette. Dükkânındaki boş tezgâhları gösteren bir manav, “Ne yaptıklarını bilmiyor bunlar” diyor. Bir de arada kalanlar var, “İyi günler gördük ama şimdi geçti o günler,” diyorlar. Açıkça taraf olmaktan çekiniyorlar sanki. “Kararsız” diye anılanlar onlar olsa gerek. Ama akılda, cümle alemin bildiğini inkâr etme pahasına “Ondan vazgeçmem” diyenler kalıyor daha çok.

Ümraniye’de, Erzurum’da, Sultanbeyli ve Eyüp’te durum iyice çetrefilleşiyor. Vazgeçmeyenler alabildiğine çoğunluk. Ekseriyetinin bir vazgeçmeme gerekçesi de yok üstelik. Ekonomideki gidişatı dış güçlerle, iç rakiplerle izah edenler; faiz-enflasyon hesabı yapanlar, hesabı yapıp yanlış olduğunu fark etse de dönecek bir yer bulamayanlar… AKP’li olmadığı halde Erdoğan’ı savunanlar. Sinirler ekonomiye ilişkin mevzularda gergin ama helalleşmeden bahis açıldığında rahatlıyorlar. Gönül rahatlığıyla tezgâha geri bırakıyorlar helalleşmeyi, satın almıyorlar. Hatta orasını burasını kurcalamaya devam ediyorlar durdukları yerden. “Helalleşme kısasla olur” diyen de var, “onun neyine” diyen de, “Helalleşme istediğine göre günahlarının farkına varmış” diyen de.

Hele kahvehanelerde, sokakta mikrofonu görüp gelenler arasındaki atışmalar. Ümraniye’de bir kadın, yurtdışından gelen tanıdıklarının, Türkiye’nin başka ülkelere göre çok iyi durumda olduğunu söylediklerinden bahsediyor. Bir adam, “Tabii onlara iyidir, bir doları bozdurup kral/kraliçe oluyorlar burada” gibi bir cevap veriyor. Diğeri dinlemiyor bile. O yalnızca söylediği şeyi söylemekle ilgileniyor. Vazgeçmeyenlerin hiçbiri ülkesini diğerlerinden daha az sevmiyor, daha az eğitimli değil, aşağı yukarı aynı çarşılarda iş yapıyor, birbirlerinin yüzüne bakıyor ve birbirlerinden alışveriş ediyor. Komşularından vazgeçiyor, ondan vazgeçmiyorlar. Başka hikâyelerden biliyorum: Çoluğundan, çocuğundan, arkadaşından vazgeçip ondan vazgeçmeyenler var. O, bir şekilde geriye kalan herkesin, her sebebin yerini tutuyor. Üstelik dünyadan ve geriye kalan herkesten uzaklaştıkça daha çok yer kaplıyor vazgeçmeyenlerin dünyasında. Kimse onun kadar talepkâr ve tahripkâr olma cür’eti göstermediği içindir belki de. Öyle ki, onunla ilişkilenebilmek için başka her türlü bağı, dolayısıyla ayağının altındaki toprağı bile inkâr etmesi gerekiyor ondan vazgeçmeyenin.

Hele bir kahvede, “ülkücü kökenli” olduğunu ancak artık İYİP’e oy vereceğini, aslına bakılırsa olup bitenleri gördükçe komünist olmaktan korktuğunu söyleyen bir adamcağıza, yanındaki ona göre gayet bakımlı, daha genç ve sesini de daha yüksek perdeye çıkartarak konuşan arkadaşının söyledikleri ve beden dili vardı ki… Evlerden ırak. “Neden vazgeçmiyorlar” sorusunun cevabı o atışmalardaydı daha çok. Haklı olmakla iktidarda olmayı eşanlamlı sayıyor olmalılar. Geriye kalanlar haksız çünkü iktidarda ya da iktidardan yana değiller. Haklı kalmaya devam etmek için de yüzde 99’u (eskiden başka bir şeyin oranıydı bu değil mi?) iktidar yanlısı olan medyadan dinleyip hıfzettiklerini tekrarlıyorlar. Bu hıfzı bıraktıkları anda oldukları yere yığılabilirler. Düştüklerinde diğerleri gibi olacaklarını, yani düşeceklerini; haksız olduklarının kabul ettikleri anda düşecekleri yerden onları kimsenin kaldırmayacağını hissediyorlar. Helalleşmeyi de bu yüzden satın almıyorlar.

Bir yol olmalı?

Gene söyleyeyim, Rize’de, Kayseri’de, Sincan’da, Pursaklar’da ve az önce saydığım diğer yerlerde hiç Cumhur’dan yana olmamışlar da var, bir ara Cumhur’dan yana oldularsa da artık vazgeçenler ve hatta “Kandırıldım” diyenler de. Ama vazgeçmeyenler daha çok duyuluyor.

Muhalefet partileri de onları daha çok duyuyor, onların seslerine kilitlenmiş halde birbirleriyle onları duyma ve gönüllerini doyurma telaşına kapıldılar nicedir. Bu yüzden işi gücü bırakıp birbirleriyle yarışmaya başladılar. Kararsız, sürekli yalpalayan, herkesin kendi hesabına çalıştığı bir ittifakın kimseye “Bizden yana olursanız haklı da olursunuz” deme kabiliyeti yok. Çoktan kazandıklarını düşündükleri bir yarışı, aslında gerçekten de kazanabilecekleri halde, tam da böyle düşündükleri için kaybetme tehdidi altındalar. Keşke kaybeden yalnız onlar olsaydı. 

Yapabilecekleri tek şey kendi aralarındaki ilişkileri güçlendirmek ve bu gücü başta ekonomi olmak üzere aciliyet arz eden konularda ortaya koyacakları mutabakatlarla görünür kılmakken, yapmıyorlar. Bunun yerine başkanın kim olacağı konusunda birbirlerini yıpratmakla meşguller. Çünkü mevcut alaturka rejimin hepimize attığı en büyük kazıklardan biri bütün siyaseti başkanın kim olacağı çekişmesine indirgemesi. Bu “algı” ile hesaplaşmadan da kimse birbiriyle helalleşmeyecek. Bunun da çok kolay bir yolu var. Ortaya konulacak bir ittifak mutabakatıyla seçimden sonra o başkanın yetkisinin nasıl sınırlanacağını şimdiden belirlemek. Böylece başkanın kim olacağı sorusu daha az önemli olacaktır. Nihayet başka şeyleri konuşabilmeye başlarız belki.

Ama tabii ana akım muhalefet partilerinin başka dertleri var. Vazgeçmeyenlerle aralarındaki en esaslı ortak nokta da bu. Her birimizin yaşadığı gerçeği inkâr edercesine o başka dertlere gömülmüş haldeler.

Ayşe Çavdar’ın önceki yazıları:

Krallar, istatistikler ve Mahruze Teyze

İyi haberlerin adresi – Sıkıcı veriler

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.