Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Krizde asılı kalmak ya da umut yöntemi

Lübnan asıllı Avustralyalı antropolog Ghassan Hage, başlığı “Waiting” (Beklemek, Melbourne University Press) olan harikulade bir derleme yayınlamış 2009 yılında. Beklemek konusuna olan ilgisinin 2003’te meselesi umut olan, ama bu kavramın/hissiyatın, devlet ile toplum arasındaki ilişkilerin koptuğu bir bağlamda ne anlama geldiğini ya da artık hangi anlamlara gelmediğini araştıran çalışması esnasında geliştiğini söylüyor önsözde. Sözünü ettiği o ilk kitabın başlığı ise “Against Paranoid Nationalism: Searching for hope in a shrinking society” (Paranoid Milliyetçiliğe Karşı: Büzülen/küçülen bir toplumda umudu aramak, Pluto Press). Küçülmekten kasıt elbette nüfus olarak azalma değil. Daha çok toplumun bir yekûn olarak devlet nezdindeki önemini ve yine devlet üzerindeki gücünü yitirmesi, yani devletin gözünde küçülmesi. Dünya tarihindeki yerini neoliberalizmin küreselleşmesine verdiği büyük “katkı”yla edinen Margaret Thatcher’in derin bir imanla haykırdığı o cümlede olduğu gibi. “Toplum diye bir şey yok? Tek tek erkekler ve kadınlar ve aileler var, bu insanlar kendilerine bakmazlarsa herhangi bir hükümetin onlar için yapabileceği hiçbir şey yok.” Bu cümlenin öncesinde ise, muhtemelen komikleştirmek üzere taklit ederek, evsizlikten, işsizlikten yakınan insanların, Büyük Britanya yurttaşlarının, iktidardan taleplerini alıntılıyor ve diyor ki, “Sorunlarını topluma mal ediyorlar da, toplum kim ki?” Thatcher’e soran olmuştur mutlaka, eğer vaziyet bu ise, devlet ya da hükümet ne ki, toplum diye bir şey yoksa devlet/hükümet niye var ki, nasıl var olur ki? Neyse…

Beklemek ve sıkışmak

Hage’in Waiting’de derlediği makaleler geniş bir coğrafyada birbirine hiç değmiyormuş gibi görünen bir dolu bekleme halini kapsıyor. Derleme için kendi yazdığı makalenin başlığı ise “Waiting Out the Crisis: On Stuckedness and Governmentality” (Krizi Beklerken: Sıkışmışlık ve Yönetimsellik Hakkında, ss: 98-108). Bu makalesinde kapitalizmin şu eriştiğimiz rezil evresinde krizlerin giderek birer dayanıklılık testi haline geldiğini ve bu nedenle “kriz” kelimesinin işaret ettiği her şeyle birlikte normalleştirildiğini söylüyor. Hatta testi geçenin elde ettiği sonuca odaklanan ve onu kahramanlaştırmak suretiyle her türlü krizi “mübarek” kılan bir acayip hal içre yaşadığımızı öne sürüyor. Bu durum testlerden geçemeyenler kadar krizlerin sebeplerini ve teste tabi tutulanın hangi yollarla kazandığını da görünmez kılıyor.

Çok yakından aşina olduğumuz: aşinalık ne kelime, varlığını gırtlağımızda hissettiğimiz “kriz-fırsat” denklemine benziyor değil mi? Hage, bir bakıma, bu denklemin işaret ettiği bir bekleme türünden bahsediyor. Kavramsal araştırmasına vaka ve bağlam olarak göçmenlerle kendisini Avustralya’nın asıl sahibi sayan beyazlar arasındaki gerilimi seçiyor ve yalnız alt değil, aslında daha çok üst sınıfların göçmenlerin sınıfsal/toplumsal hareketliliğine haset ettiklerine ilişkin hipotezini tartışmaya açıyor. Fakat kendisinin de giriş yazısında belirttiği üzere, makalenin temel sorunsalı beklemekle faillik (ya da fail olamama) durumu arasındaki ilişki ve çelişki. Bana kalırsa bu çapraşık ilişkiden sızan ve gündelik hayatlarımıza hakim olan (en geniş anlamıyla) ideolojik formasyon.

“Beklemenin, siyasetin özgün ve benzersiz konularından biri olmasının sebebi, beklemek ve faillik arasındaki ilişkiden ortaya çıkan biçimlerin çokluğu ve ikircikliliğidir. Beklemenin ne anlama geleceği, onu çevreleyen siyasetle ilişkilidir. Ayrıca, nasıl bekleneceği ve bekleme halinin nasıl örgütleneceği konusu da politiktir ve bir sosyal sisteme işaret eder. Beklemek, mesela, ‘kimin kimi beklediği’ sorusunun cevabına bağlı olarak sınıf ve statü ilişkilerini açıklıkla ele verebilir: Bu aynı zamanda kimin, kendi zamanını başkalarınınkinden değerli kılacak güce sahip olduğuyla da ilgilidir.” (s. 2)

Mevzu sıkışmak olduğunda durum daha da çetrefilleşiyor:

“İlk bakışta sıkışmak, fail olma statüsünü yitirmeye, ona artık sahip olmamaya işaret ediyor gibi. Bu yitim, psikolojik ya da varoluşsal açıdan ele alınabilir. Tanımı gereği, sıkışmış bir insan, kendisini içinde bulunduğu durumdan kurtaracak tercihlere ya da alternatiflere sahip değildir veya bu alternatifleri işletecek halde değildir. Eğer böyleyse, sıkışmışlıktan nasıl bir kahramanlık çıkar? Sanırım bu durumda kahramanlık, faillikten bütünüyle yoksun bir haldeyken bile onu (failliği) kapma becerisinde yatar. Dayanıklılık kavramının ima ettiği hal de budur: Fail olma niteliğinden tamamen yoksun, mutlak bir kaybedişe mahkûm biri, katıksız bir kurbana ve nesneye dönüşeceği koşullara itiraz ederek faillik iddiasında bulunur.” (Bu kısım ve sonraki alıntılar makaleden)

Böylece diyor Hage, dayanıklılık kavramı, sıkışmışlık durumunun ima ettiği “insanlıktan çıkarma” halini tersine döndürür.

Hage’e bakılırsa şu içinde yaşadığımız zamanın ruhu kulaklarımıza şöyle fısıldıyor: “Risk al, krize dal, hatta kriz çıkart, sağ kurtulursan kahramansın, sakın yenilme! Geriye kalanlar mı? Ne yapalım? Bu da onların sorunu. Hem zaten ‘toplum diye bir şey yok ki!’”

Kendinizi barbut oynar gibi hissediyor musunuz siz de? Sürekli bir zar atma hali. Ya hep ya hiç!

Bekledikçe beklemek: Neo-kadercilik

Hage’in tasviri ilk bakışta, mitolojik öykülerde kahramanların sınandıkları ve bu sayede bir isme ve öyküye sahip oldukları anlatıları hatırlatıyor. Ne var bunda, yeni bir şey yok ki, dedirten aşinalığımız da oradan. Ancak o öykülerin kahramanları kendi kurtuluşlarını herkesin yararına bir şeye dönüştürdükleri için ad kazanıyor ve anılmaya devam ediyorlar. Hage’in tasvir ettiği kriz ve bekleme durumu ise bir türlü bitmek bilmeyen, sürdükçe süresi gelen, dolayısıyla dayanıklılık testini geçenin hayatta kalmak için yaptığı her şeyi bırakın meşrulaştırmayı, kutlayan ve kutsayan bir kıyıcılığa karşılık geliyor. Bu yeni halde kazanan kahraman oluyor belki ama kaybedenler canavar değiller, belki de bu yüzden kazananların kaybedenleri sürekli canavarlaştırması gerekiyor. Onun da çeşitli formülleri var: Haklarını aramak ya da gidişattan rahatsız olduklarını, idarecilerin yarattıkları ya da sebep oldukları krizlerden yorulduklarını söyleyenlere çeşitli isimler takmalar (çapulcular, vandallar vs.); onları bilinmez ve görünmez düşmanlarla bir tutmalar (dış minnaklar, hainler, teröristler vs.); sembollerle bezenmiş mantıksız ve apaçık yalanlar ortaya atıp inanmayanları taraf değiştirmiş saymalar (Kabataş Yalanı, faiz sebep enflasyon sonuç şeysi, bizi kıskanan çeşitli ülkeler vs.), iktidarın bir seçimle değişmesi için uğraşanları darbecilikle itham etmeler, falanlar ve filanlar… Tanıdık yani… Ama orada kalmıyor ki işler. Gündelik hayata da sirayet ediyor, çünkü kimse kaybeden tarafta olmak istemiyor.

Hani bunca başarısızlığına rağmen neden ondan vazgeçmiyorlar diye sorup duruyoruz ya sürekli. İşte o vazgeçmeme sürecinin böyle derin bazı nedenleri var. Öyle üç-beş kuruş yardımla, çocuğunu şurada ya da burada geçiciliğinden herkesin emin olduğu işlere yerleştirerek vs. olacak işler değiller bunlar. Elbette o türden ulufenin de bir etkisi var ama ı-ıh insanlar nesnelere değil, öykülere tav olur, marka bu demektir. Hage’in izinde gözden geçirelim: Kendi yarattığı krizlerden, dayanıklılık testlerinden bir şekilde kurtulan bir “kahraman” var karşılarında. Kurtulduğu sürece kendi başına karşılık kimi kurban ettiği ya da hangi hileli yollara başvurduğu önemli değil. Önemli olan bahiste onun dayanıklılığına yatırım yapanlara kazandırması. O kazanç ille materyal bir şey olmak zorunda bile değil. Herkesin sürekli her şeyini kaybettiği dünyada tuttuğun takımın kazanması az şey mi? Mevzuya bu sıradanmış gibi görünen yerlerden bakmaya, Türkiye’de AKP ve ortağı MHP’nin de dahil olduğu küresel sağ popülist dalganın nasıl çalıştığını, en geniş anlamıyla ve gayet “kuşatıcı” bir ideoloji olan neoliberalizmle birbirlerine neden bu kadar yakıştıklarını ve aralarındaki farkları silecek kadar yapıştıklarını anlamak için ihtiyaç var.

Hage üç ülkeden üç örnek veriyor: Katrina Felaketi’nden sonra isyan edenler, Paris banliyölerindeki ayaklanmalar, Avustralya’da geri itilen mülteci botlarından atlayan insanlar kriz koşullarına dayanamayan “çöpler” olarak algılandılar, diye hatırlatıyor özetle. Kendilerini kazananlarla özdeşleştirenlerin gözünde onlar dayanıklılık testini geçemeyip kaybedenlerdi. Başlarına gelene katlanmaktansa kazananların canını sıkıyor, herkesin başına bela oluyorlardı.

Bekleme halinin nasıl yapışkan ve direngen olduğunu tasvir etmek üzere verdiği şu örnek çok çarpıcı: “Otobüs gelmediğinde, insanlar hareket etmeyen bir kuyrukta sıkışıp kaldıklarında bile, oldukları yerde tutunmaya kahramanca devam ediyorlar. …Daha çok insan bekledikçe ve beklemeye yatırım yaptıkça, beklemekten vazgeçmek de imkânsızlaşıyor.”

Hage’in bahsettiği şeyi “neo-kadercilik” diye adlandırmak geçti aklımdan. Kimsenin kimse hakkında herhangi bir sorumluluk almadığı bir tuhaf hal. Toplum ancak seyirci ve alkışlayıcı işlevi görüyor. Hepimiz bitmek bilmez bir kriz anına öylesine sıkışmış durumdayız ki, buradan kazanarak çıkanın hangi yollara başvurduğu önemini kaybetmiş. Öyle olunca kaybeden de yalnızca hak ettiğini bulmuş oluyor. Kazanmak için her yolun mubah, kaybetmenin haksız olmakla eşdeğer olduğu böylesi bir bağlamda adalet de kazananın mübarek bir kahraman ilan edildiği sapkın bir ritüele dönüşüyor. Amanın, Squid Game özeti gibi oldu.

Yöntem olarak umut

Hage’i, Japon Antropolog Hirokazu Miyazaki’nin “The Method of Hope” (Umut Yöntemi, Stanford University Press, 2004) kitabında verdiği referansları takip ederek bulmuştum. Fiji’deki bir kabilenin (Suvavou), sömürgeciler tarafından işgal edilmiş, bağımsızlıktan sonra da Fiji devleti tarafından kâh başkalarına verilmiş kâh kamu binaları için kullanılmış arazileri için verdikleri mücadeleyi anlatıyor. Dile kolay, 150 yıldır aynı toprak parçası için mücadele veriyorlar. Miyazaki onları bunca dirençli kılanın ne olduğunu araştırıyor. Önceki kuşaklardan kalmış belgeleri topluyor, devletin yerli halklara ilişkin dönem dönem değişen, apaçık ikiyüzlü siyasetini kendi lehlerine kullanmanın yollarını araştırıyor, bir yandan da kendi aralarında bir iktidar yarışı sürdürüyorlar, ki bu yarışın konusu da yine o toprak: Kim o toprağı geri alma becerisine daha çok sahip?

Anladığım kadarıyla, toprakları için verdikleri mücadele bu topluluk için toprağın kendisi, onları üzerinde bir arada tutan ve yaşatan kavrayış haline gelmiş çoktan. Edindikleri çeşitli kazanımlar var (kabilenin idare tarafından tanınması, medyada görünürlük, siyasetçilerin ziyaretleri, arazi üzerindeki binalar için yıllık bir kira belirlenip, herkes arasında bölüştürülmek üzere ödenmesi vb.). Bu kazanımlar yalnız kabileyi ve mücadelesini görünürleştirmekle kalmamış, kendi aralarındaki iktidar savaşımını da derinleştirmiş. Gene de bir şekilde bir arada kalıyor, taleplerinden vazgeçmiyor, hatta o iktidar mücadelesini de topluluğun sürekliliğinin bir zemini kılmanın yolunu buluyorlar.

Miyazaki, Ernst Bloch’un Umut İlkesi adıyla Tanıl Bora’nın Türkçe’ye de çevirdiği iki ciltlik çalışmasında yaptığı tariften yola çıkarak formüle ediyor umudu. (Sonraki çalışmalarında da yıllardır derin bir umutsuzluk krizi yaşadığı teşhis edilen Japonya’ya aynı perspektiften bakıyor). Bloch, Türkçe’de “henüz” sözcüğünün karşıladığı bir tür “beklenti” ya da “potansiyel” olduğunu söylüyor umudun. Sloganlaştığı için hepimizin bildiği, telifi Antonio Gramsci’ye ait “Aklın karamsarlığı, iradenin iyimserliği” lafı var ya, ona benzer bir mantık yürütüyor. Felsefenin konusu, malzemesi, dili, sorusu artık geride kalmış olandır ve bu nedenle tabii ki umutsuz olacaktır. Çünkü umut, henüz gerçekleşmemiş olana işaret ve hatta dalalet eder. Henüz yaşanmamış olana. Denenmemiş olana. Öğrenilmemiş olana. Gidilmemiş, varılmamış, kalınmamış o yere. Orada, hemen bir adım ilerde bizi bekleyene. Bizi bekleyen o şey için verdiğimiz mücadeleye, aldığımız yola olan güvendir bizi umutlu kılan.

Miyazaki, Suvavou’nun (Suvalar demek), geçmişteki kayıplarını belgeleyerek bir gelecek yarattığını öne sürüyor. Arşiv ve siyasi müzakere bu işe yarıyor. Hayır affetmiyorlar kimseyi, hoşgörmüyorlar, helalleşme falan da yok. Hokümattan birileri ziyarete geldiğinde kapılarını açıyor, sofralarına buyur ediyor, ne istediklerini bir kez daha söylüyorlar. Aldıkları cevaba göre yeni bir belge ya da bilgi daha ekliyorlar ve dosyaları, mücadeleleri büyüyüp, uzayıp gidiyor. Miyazaki tabii ki böyle bir şey söylemiyor ve olması pek de mümkün görünmüyor ama, bir gün Fiji devleti “buyrun topraklarınız sizin olsun, hakkınızdır, şu da tazminatınız” dese bu insanlara ne olur bilemiyorum. Ama bu yersiz akıl yürütmenin varmak istediğim şeylerle hiçbir ilgisi yok zaten.

Bir yöntem ne işe yarar

“Henüz”e gitmek için bir yöntem bulmadığımız için kolayca umutsuzluğa kapılıyoruz demeye çalışıyorum. Ayrıca “henüz” olmamış bir şeyi, daha evvelden deneyip başarısızlığa uğradığımız yöntemlerle hayata geçirmeye çalışıyoruz. Geçmişi konuşarak başlıyor her türlü siyasi tartışma. Muhtemelen siyasi partiler de birbirleriyle şu ya da bu nedenle konuşurken birbirlerine geçmişi hatırlatıyorlar sürekli. Hafıza mühim ve gerekli. Hafızamızda hukuka tercüme edilmeyi bekleyen çok öyküler birikti. Bu nedenle, hafızanın bir bekleme halinde sıkışıp kalmaması için, geleceği konuşmamız lazım bir şekilde. Miyazaki umudun bir mücadele (hatta araştırma) yöntemi olabileceğini söylüyor. Bu önermenin tersinin de doğru olduğunu düşünüyorum. Yöntem konuşarak umudu var edebilir, yani henüz gerçekleşmemiş olanı gerçekleştirmeye başlayabiliriz pekâlâ. Bunu hep beraber yaptığımız ölçüde de siyaset sahnesi, bir krizin orta yerinde birbirlerini boğazlayarak hayatta kalmayı uman insanların alanı olmaktan çıkar.

Siyasi partiler arasında anlaşmazlığın vuku bulduğu her konuda, daha o konular açılmadan, anlaşmazlığın nasıl bertaraf edileceğine dair bir yöntem belirlenmiş olsaydı, sorunlar da bu kadar sürüncemede kalmaz ve partiler birbirlerinden giderek uzaklaşmazlardı. Daha iyisi de mümkündü, gene mümkün: Her bir konuda nasıl karar verileceğine dair önceden hemfikir olunmuş bir yöntem belirlenirse, mevzular anlaşmazlıklara dönüşmeden de karara bağlanabilir. Örneğin, muhalefet partileri bir başkan adayı belirlemek yerine, başkan adayını nasıl belirleyeceklerini ilan etmiş olsalar, henüz ilan edilmemiş başkan aday adayları bile bu kadar yıpranmazlardı.

Bir yöntem, yordam hakkında düşünmeye başlamak, zamanla henüz tarif edilmedikleri için kimsenin çözmeye hatta dile getirmeye cesaret edemediği problemleri çözme iradesine dönüşür. Bana kalırsa Bloch’un bahsettiği, Miyazaki’nin Fiji’de izini sürdüğü “henüz”ün geçmişe dönük tarafı da budur. Her yöntem kısmen tecrübeye dayanmak zorundadır ama konusu gelecek olduğu için oraya takılıp kalamaz.

Yani umut, kim, ne, neden sorularının değil, nasıl sorusunun cevabında gizli olabilir. Hatta büyük bir ihtimalle öyledir. Ne zaman sorusunun cevabı da, biz yöntem konuşmaya başladığımızda şekillenir. Bu soruyu hep beraber sorduğumuz ve cevap verenler hepimize açık olduğu ölçüde de hepimiz umutlanırız. Muhalefet liderleri, konuları kararlaştırma ve muhtemel çatışmaları çözme konusunda bir yöntem geliştirmeden el attıkları her sorunda birbirlerine düşmekten korkuyor ve bu korku nedeniyle herkes kitabın yalnızca bildiği bölümünü okuyor. Senelerdir bu nedenle bekleyip duruyoruz “henüz”ün kapısında ve hep onun umudu gerçek oluyor.

Sonra anketlere bakıp dertleniyoruz. Hâlâ mı yüzde 30 bu adam? Her şeyini kaybettirdiği insanların desteklerini nasıl alıyor? Emin olun o da bilmiyor ayrıntısını. Yukarıda anlattığım hali öyle içselleştirmiş durumda. Belki buradan yola çıkıp kendisine mistik anlamlar falan da yüklüyordur kimi sevenlerinin yolunu takip ederek. Her seferinde zarı ya hep ya hiçe atıyor. Zarı yap ya hiçe attığı için kazanıyor. Çünkü ufukta insanları yalnız kaybeden değil aynı zamanda kaybedilen oldukları bu kahredici oyundan çekip alacak bir “henüz” belirmiş değil hâlâ. Onlar da onun kazandığı bir durumda kaybedenler arasında olmamak için sıranın kendilerine gelmesini bekliyor, bir sonrakinde kimin kurban edileceğini tahmin etmeye çalışıyorlar. Sıradaki kurban olmamak için de vazgeçmeme performanslarının dozunu giderek artırıyorlar. Bu performans görünür olduğu ölçüde vazgeçmemek için daha fazla nedenleri oluyor, çünkü artık dönülebilecek mesafeyi aşmış bulunuyorlar.

Ayşe Çavdar’ın önceki yazıları:

Nedir ki bir üniversite – Cübbeler, postallar ve kilitler

E bu muhalefet daha ne yapsın – Birkaç somut öneri

Ortak bir şeyleri kalmayanların ortaklığı

Hayaller, gerçekler ve vazgeçmeyenler

Krallar, istatistikler ve Mahruze Teyze

İyi haberlerin adresi – Sıkıcı veriler

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.