İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen hapis cezası sürecinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk gün Saraçhane’de değil de Almanya-Berlin’de olması eleştirildi. En son İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener de Kılıçdaroğlu’nun kurmaylarını eleştirdi.
“O iyi ama çevresi kötü” söylemi siyaseten ne anlama geliyor? Türkiye yakın siyasi tarihinde hangi liderler için bu yorum yapıldı?
Ruşen Çakır, Kılıçdaroğlu’nu eleştirmeden kurmaylarını eleştirmenin siyaseten anlamını değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. “O iyi ama çevresi kötü” diye bir lâf var. Hayâtın her alanında geçerli bu; ama biz gazetecilerin en çok siyâsetçiler söz konusu olduğunda, güç sâhibi siyâsetçiler söz konusu olduğunda karşılaştığımız bir değerlendirme. Benim gazetecilik yaptığım dönemde diyelim, 80’li yılların ortasından îtibâren Turgut Özal için de dendi, Süleyman Demirel için de dendi, Erdal İnönü için haydi haydi dendi, birçok kişi için bu dendi. Bir süredir Erdoğan için bunu söyleyenler var; hâlâ Erdoğan’a bağlılık hisseden ama onun yaptığı bâzı şeylerden rahatsız olan kesimler uzun bir süredir bunu söylüyorlar. Biraz azaldı, ama hâlâ onun bir alıcısı var. Bir müddet Meral Akşener için bu oldu. Özellikle partiden bâzı isimlerin, MHP kökenli isimlerin HDP konusundaki çıkışları nedeniyle bu oldu. Hattâ Meral Akşener bunların bir kısmının görevlerini aşağıya çekerek, kimisinin görevine –yetkisine diyelim– son vererek, kimisinin alanını değiştirerek müdâhil de oldu ve o zaman da dendi ki: “İşte bizim dediğimiz gibi oldu” — ama sonra işin rengi değişti. Son günlerde de Kemal Kılıçdaroğlu için bunu sıklıkla duyar olduk: “Kemal Kılıçdaroğlu iyi ama çevresi kötü”. En son Ekrem İmamoğlu’na o cezâ meselesi, o meşhur çarşamba günü yaşananlar, Saraçhâne, Kılıçdaroğlu’nun o sırada Almanya Berlin’de olması, gece geç vakit özel bir uçakla gelebilmesi vs… bu süreçte bunun çok daha fazla karşımıza çıktığını görüyoruz. Son olarak cuma günü FOX TV’de çıktığı yayında bunu Meral Akşener de telâffuz etti — ki bununla ilgili dün bir değerlendirme yaptım. Orada da Meral Akşener birtakım kurmayları hedef aldı. Hattâ “sözde kurmaylar” diyerek onları bir şekilde değersizleştirdi. İsim zikredilmiyor tabiî. Genellikle “o iyi ama çevresi kötü” denilirken, iyi olanın adı söyleniyor; ama kötü olduğu söylenen çevreyi isimlendirmekten insanlar kaçınıyorlar. Şu yapılıyor: “Zâten biliyorsunuz, danışmanlar”. Bir de onlar kötü olarak tanımlandığı için, isim vermeye bile değmez olarak görülüyor. Halbuki açık açık, “Şu şu kişiler –diyelim ki– Meral Akşener’e ya da Kılıçdaroğlu’na ya da Erdoğan’a zarar veriyor” dense daha anlamlı olabilir.
Burada ne yapılıyor? Bu sanki bahsedilen kişiyi –son örnekte Kılıçdaroğlu’nu– korumak amacıyla yapılıyormuş gibi oluyor. Eleştiriler var, evet, bunları söylemek o siyâsetçinin ya da o yorumcunun boynunun borcu; ama burada o kişinin –yani burada Kılıçdaroğlu’nun– bundan zarar görmemesi isteniyor ve doğrudan o ayrılıp bir kenara konulup, kurmayları çevresi vs. hedef alınıyor. Yani burada amaç diyelim ki Kılıçdaroğlu’nun korunması. Ama böyle mi oluyor? Hiç sanmıyorum, hiç düşünmüyorum, katılmıyorum. Söylenebilecek her şeyi söyleyebilirim. Sonuçta siz bir hatâdan bahsediyorsunuz. Son olaya bakalım: Berlin. Mahkemenin karârının çıkması beklenen günde ve karârın olumsuz olma ihtimâlinin yüksek olduğu bir günde, Kılıçdaroğlu’nun Almanya’da olması. Bu bir hatâ. Bu hatâyı Kılıçdaroğlu kendisine rağmen mi yaptı? Yani birileri ona, “Efendim, mahkeme zâten bitmez. Bitse bile kötü bir şey olmaz“ mı dedi? Dediyse de bir siyâsetçi bunlara niye kulak kabarttı? Normal şartlarda siyâsetçinin danışmanlarını, yakın çevresini dinleyip karârını kendisinin vermesi gerekir. Bu konuda en canlı örnek Recep Tayyip Erdoğan’dır. Yıllardan beri, daha Refah Partisi’nde İstanbul İl Başkanı’yken, ardından İstanbul Büyükşehir Başkanı’yken, sonra AKP’nin kuruluşunda Genel Başkan, Başbakan ve şimdi Cumhurbaşkanı’yken Erdoğan’ın çevresi sürekli değişti. Bu çevreyi kendisi değiştirdi. Çok az sayıda insan kendi rızâsıyla Erdoğan’ı bıraktı. Genellikle Erdoğan bunları yumuşak bir şekilde başka yerlere yolladı, başka görevlere taşıdı vs.. Kimisini milletvekili yaptı, hattâ kimisini bakan yaptı; ama Erdoğan yakın çevresini sürekli değiştirdi. Ve bunların farklı farklı kişiler olmasına dikkat etti, farklı çevrelerden gelen kişiler olmasına dikkat etti. Bütün bunları dinledi, ama karârı kendisi verdi.
Son örnek: İsmail Saymaz cuma günü yaptığı haberde ne diyor? “Karardan bir gece önce Külliye’de Erdoğan kurmaylarını topluyor, Ekrem İmamoğlu dâvâsını konuşuyor. Bâzı kurmaylar cezâ alması yanlış olur diyor; bâzı kurmaylar neden olmasın diyor, bâzıları sessiz kalıyor ve İsmail’in dediğine göre Erdoğan da, “Tamam, bakalım bağımsız yargı ne karar verecek” diyor. Halbuki bağımsız yargı filan diye bir şey olmadığını o da biliyor. O zâten kararını vermiş ve orada belli ki son bir kez üzerinden teyit ediyor. Ama sonuçta karârı kendisi veriyor. Çünkü orada İsmail’in haberine baktığımız zaman, meselâ kampanyasını yürüten Prof. Ertan Aydın, bunun kendi kampanyalarının çok aleyhine olduğunu, çünkü kendilerinin pozitif bir kampanya yürüttüğünü ve karşılık aldıklarını söylüyor. Hani burada diyelim ki çevresi iyi; ama Erdoğan burada yanlış bir karârı –bence yanlış, kendisine göre doğru– alıyor. Bunların hepsini dinleyip, farklı görüşleri dinleyip karârı lider alıyor. Burada da aynı şekilde her hâlükârda çevresi kötü diye bir siyâsetçiyi, herhangi bir iktidâr sâhibini eleştirilerden muaf tutmanın bence hiçbir anlamı yok. Dolayısıyla bu, “O iyi ama çevresi kötü” argümanının bir samîmîyeti yok. Bunun samîmî olmadığını özellikle de kendisine iyilik atfedilen anlayacak. Şimdi bu son olayda Meral Akşener, Kılıçdaroğlu’nu ayırıyor; ama mesajların hepsi Kılıçdaroğlu’na gidiyor. Bunun hepsinin de Kılıçdaroğlu farkında. Tıpkı zamânında Meral Akşener’in kurmayları hakkında söylenenlerin hepsinin aslında Meral Akşener’e gitmesi gibi. İzleyenler hatırlayacaktır, Akşener biraz sitem etmişti: “Eskiden bizim ilk siyâsete girdiğimiz zamanlarda, biz liderimizden habersiz adım atmazdık. Yayınlara çıkmazdık. İzin alırdık, haber verirdik. Ama artık öyle bir şey kalmadı” dedi ve bir anlamda da çevresi olarak gösterilen kişilerin yaptığı birtakım şeylerden kendisinin sorumlu gösterilmesine karşı çıktı. Ve diğer söylediği de şuydu: “Bunu yapıyorlar, ama o zaman sorumluluğunu da üstlensinler”. O zaman ne oluyor? Diyelim ki o çevre bir bağımsız karar alıyor, lidere aykırı birtakım şeyler yapıyor; ama ortadan kayboluyor. Fatura sonuçta genel olarak o partiye ya da o hükûmete ve o lidere kesiliyor. Kimse kalkıp şu kişinin, bu kişinin peşine düşmüyor. Meral Akşener’e soruluyor bu: “Sizin partinizin yetkilileri HDP konusunda böyle dedi. Siz ne diyorsunuz?” Şimdi kalkıp, “Onlar benim partimin yetkilisi değil” demesi mümkün değil, “O sözler onları bağlar” demesi mümkün, ama yine de onun liderliğinin sorgulanmasına yol açıyor bu. Böyle ilginç bir durumdayız.
Tekrar Kılıçdaroğlu’na gelecek olursak: Kılıçdaroğlu’nun insan olarak iyi ya da kötü olması tabiî ki Türkiye için önemli. Ama burada esas önemli olan, Kılıçdaroğlu’nun bir birey olarak iyi birisi olup olmadığından ziyâde, bir siyâsetçi, siyâsî parti lideri ve ana muhâlefet lideri ve Altılı Masa’nın en önemli siyâsî aktörü olarak iyi bir siyâsetçi olup olmadığı ya da doğru siyâsetleri, doğru adımları, strateji ve taktikleri uygulayıp uygulamadığı önemli. Dolayısıyla şöyle bir hava yaratmak her açıdan sakıncalı — yani iş oraya kadar varabilecek durumda: “O iyi birisi. Onun iyi niyetini suiistimal ediyorlar. Onu yanlışa sevk ediyorlar” vs.. Böyle bir siyâsetçinin, hele cumhurbaşkanlığı için kendisini aday –ki bizim ülkemizde artık olay cumhurbaşkanlığı da değil, doğrudan başkanlık– olarak tanımlayan bir kişiye böyle mâzeretler atfetmek aslında onun lehine değil. Peki ne olması gerekir? Bir şekilde siyâsetçilerin, örneğin Kılıçdaroğlu’nun, yanlış yapıyorsa yanlışlarını açık ya da örtülü bir şekilde kabul edip bunları telâfî edici adımlar atması gerekir. Ve eğer gerçekten de çevresinde birileri kendisini yanlış yönlendiriyorsa, onların yönlendirmesine îtibar etmemesi; ikincisi de, eğer yakın çevresindeki kişiler sistematik bir şekilde kendisini genellikle yanlış politikalara yönlendiriyorsa, mümkünse onlardan bir şekilde kurtulması gerekiyor. Sonuçta çevresini suçlayarak siz bir siyâsetçiye iyilik yapmış olmuyorsunuz. Tam tersine onun üzerindeki yükü ve faturayı ağırlaştırmış oluyorsunuz.
Bu son olayda, başından beri bunu söyledim, Kılıçdaroğlu’nun o gün Almanya’da olması yanlıştı. O yanlış, o güne kadar yaptığı birçok doğruyu gölgede bıraktı. Bunu aşmanın yolu yanlışın yanlış olduğunu kabul etmemek değil ya da dolaylı bir şekilde ya da sessiz kalarak bu yanlışın sorumluluğunu sâdece yakın çevreye –artık kimse onlar– atfedilmesine sessiz kalmak da değil. Çok kritik bir süreç yaşandı, yaşanıyor. Ekrem İmamoğlu’na o cezâyı vererek, Erdoğan başta olmak üzere iktidar çok büyük bir yanlış yaptı. Kılıçdaroğlu bu yanlışı sonuna kadar değerlendirme imkânını kendi yanlışı nedeniyle kullanamadı. Ama hâlâ bundan dönüş ihtimalleri vardı. Ekrem İmamoğlu’nu grup toplantısına çağırarak gecikmeli bir şekilde bir ölçüde bunları telâfî etme yoluna gitti. Ama bundan sonrasında bu gerçeklerle yüzleşerek yoluna devam etmemesi hâlinde biz bu “O iyi ama çevresi kötü” sözlerini çok duyarız. Ama sonuçta bir bakarız ki –Erdoğan ne demişti zamânında?– atı alan Üsküdar’ı geçebilir. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.