Muhalefet seçimleri nasıl kazanabilir ya da neden kaybeder? | Ruşen Çakır & Doç. Dr. Seda Demiralp tartışıyor

Muhalefetin seçimi kazanmasının formülü ne? Altılı Masa ortak adayı açıklamakta geç mi kaldı? Erken seçim olması halinde, Altılı Masa nasıl aksiyon alacak?

“Muhalefetin seçim güvenliği gibi bir sorunu var. Eşit şartlarda olmayan bir seçime giriyor muhalefet. Bu durumun muhalefetin lehine olabilmesi gibi bir durum söz konusu olabilir mi? İktidar karşısında adaletsiz bir ortamda seçime giren muhalefet için olumlu sonuçları olabilir mi?”

Otoriter rejimlerin sonsuza kadar sürmediğini ve mutlaka zayıf düştüklerini belirten Doç Dr. Seda Demiralp, “İktidarın zayıf tarafları muhalif gruplar tarafından iyi anlaşıldığında ve oluşan boşlukları seçmenin ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulabildiklerinde, en başta da ittifak kurabildiklerinde muhalefetin lehine olabilir” dedi.

“Meral Akşener son günlerde Altılı Masa’dan ziyade CHP ve İYİ Parti işbirliğinden doğan Millet İttifakı’nı telaffuz ediyor. Bununla birlikte Altılı Masa’nın iyi bir fikir olmadığı düşüncesini dillendirenlerin sayısı artıyor. Muhalefetin seçimlere Altılı Masa olarak kalması ya da Millet İttifakı olarak seçimlere girmesinde bir takım temel farklar var mı?”

İttifakın ne kadar büyük ve güçlü olursa, muhalefetin o denli avantajlı olacağına dikkat çeken Demiralp, şöyle devam etti:

“İttifakın temel amaçlarından biri seçmene bir uzlaşı mesajı vermek. Kimlik ve ideoloji siyaseti yapan partilerin bir arada olabilmesi seçmene daha büyük bir sorun için tıkanmış bir sistemden çıkış için bir fırsat sunduğu için önemlidir. Masa ne kadar farklı ve çok partili olursa o kadar iyi ama koordine olabilirlerse.”

“Altılı Masa’dan beklenen farklılıklarını erteleyip daha çok birlikteliklerini ortaya çıkarmaları fakat genellikle Altılı Masa’daki uyumsuzluklar ve sorunlar ön plana çıkıyor.”

Masa’nın daha çok seçimden sonraki sürece odaklanması ve seçim sürecini iyi değerlendirememesine dikkat çeken Demiralp, “Gemi batmak üzere öncelikle geminin batmaması sağlanmalı. Altılı Masa’nin öncelikli hedefi seçimi kazanmak ve ondan sonra yapılacaklar acil listesini oluşturması lazım” dedi.

Yaklaşan seçimlerde muhalefet neyi nasıl yaparsa seçimleri kazanabilir ya da kaybedebilir?

Ruşen Çakır soruyor, Işık Üniversitesi’nden Doç Dr. Seda Demiralp yanıtlıyor.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Işık Üniversitesi’nden Doç. Seda Demiralp konuğumuz. Kendisiyle muhâlefetin yaklaşan seçimlerde neyi, nasıl yapması hâlinde kazanabileceğini ya da kaybedebileceğini konuşacağız. Biraz detaylı bir söyleşi olacak. Hoş geldiniz.

Seda Demiralp: Hoş bulduk.

Ruşen Çakır: PolitikYol’da benim eski dostum Murat Aksoy’la çok kapsamlı bir söyleşi yaptınız. Aslında ben bir anlamda onu tekrarlamak istiyorum. Başlık da çok çarpıcı zâten: “Muhâlefetin kazanmasının formülü: Güçlü aday, inandırıcı kadro ve halkın taleplerine dokunan cevap veren canlı bir kampanya”. Şimdi bu saydığınız, güçlü aday, inandırıcı kadro ve canlı kampanyanın hiçbirisi şu anda yok. Var mı? 

Seda Demiralp: Evet, daha seçim startı verilmemiş durumda. Aday açıklanmadı, aday açıklanmayınca kampanyası yok, kampanya olmayınca diğer saydıklarımızın hiçbirisi olmadığı için, ancak o yolda sinyaller var mı yok mu konusunu konuşabiliriz ya da başladığında neye göre değerlendireceğiz başarı şansını, onu değerlendirebiliriz.

Ruşen Çakır: Şimdi muhâlefet 6 Nisan’a kadar erken seçime onay verebileceğini söylüyor. En kötü ihtimalle Haziran’da seçim olacak. Yani 6 aydan daha az bir zaman var. Bütün bu saydıklarınızın bu kadar kısa süre içerisinde gerçekleşebilmesi –bunların hepsini detaylandıracağız ama– ne derece mümkün?

Seda Demiralp: Zaman daraldı. Bence geç kalındı hattâ; ama “geç kalındı” derken, artık bundan sonra olmaz anlamında değil; ama biraz daha önce başlamış olsaydı daha iyi, daha kolay olurdu bâzı şeyler. Yani 6 ay öncesi aşağı yukarı iyi bir zaman denilebilir hâlâ. Ama 6 ayın altına indiğimiz zaman, zâten kamuoyunda da görüyorsunuz, tedirginliklerin, huzursuzlukların başladığını. Bu olumsuz bir enerji. “Olmayacak mı acaba?” duygusu yaratan bir süreç başlıyor orada. Bir de bununla mücâdele etmesi gerekecek, şu noktada başladıklarında. O yüzden dar bir zaman. İş biraz daha zorlaştı. Ama tabiî ki hâlâ mümkün, hâlâ imkânsız değil, başarı elde etmek. 

Ruşen Çakır: Şimdi burada şöyle bir husus var, zâten en önemli husus: Türkiye bir Batı demokrasisi değil. “Seçimli otoriter rejim” deniyor, değil mi? Illiberal democracy vs..

Seda Demiralp: Evet. “Dominant parti sistemi” diyen var, “Şahsîleşmiş otoriter sistem” diyen var; ama seçimlerin hâlâ olması ve hâlâ seçimle iktidârın değişme ihtimâli oturmuş bir demokrasiden az olsa da, mevcut olduğu için, en çok “seçimli otoriter rejim” olarak tanımlanıyor Türkiye bugünlerde. 

Ruşen Çakır: Burada geçenlerde Prof. Murat Somer’le de bir yayın yaptık. O da “olağanüstü demokrasi” diye bir şeyden bahsetti. Olağanüstü şartlarda bir demokratik hareket, demokrasi düşüncesi ve çok eşitsiz bir seçim. Yani şimdi 6 ay bir süre var ve muhâlefet hâlâ kampanya başlatmadı; ama Erdoğan devlet imkânlarıyla o kampanyayı çoktan başlattı. Meselâ seçim ekonomisi diye tâbir edilebilecek para dağıtmalar ya da her gün bir yerde gençlerle, kadınlarla ya da halkla açılış yaparak ya da başka faaliyetlerle sürekli bir şey yapıyor. Çok güçlü bir medyası var. Yani güçlü dediğim, etkili mi bilmiyorum, ama geniş bir medyası var ve uzun bir zamandır, İzmir’de de “Ben adayım” diye aylar önce de söyledi zâten. Böyle bir şey var ve seçim güvenliği gibi bir sorun var; muhâlefetin sorunu var, iktidârın böyle bir sorunu yok. Sonuçta eşitsiz bir olay. Dolayısıyla muhâlefet çok geriden başladığı bir seçime giriyor. Bu durumun muhâlefetin lehine olabilmesi ihtimâli var mı? Yani insanların böyle bir tür bu adâletsizliği görüp muhâlefete yönelme ihtimâli, dünya örneklerine de baktığımızda, oluyor mu, yoksa bu adâletsizlik hep iktidâra mı yarıyor?

Seda Demiralp: Oluyor. Yani otoriter rejimler de sonsuza kadar sürmüyorlar. Bir yerlerde zayıflıyorlar ve o zayıf kısımları diğer muhâlif gruplar tarafından iyi anlaşıldığında, orada oluşan boşluğa onlar cevap olabildiklerinde, seçmenin ihtiyaçlarına karşılık verebildiklerinde ve birkaç tâne de pattern var önümüzde bunun nasıl olabildiğiyle ilgili. En başta da ittifak kurmak. Çünkü eşit ve âdil seçimler diyoruz ya da özgür ve âdil seçimler diyoruz; ama ne âdil şu anda, muhâlefetin önemli adayları radar kilidi altında neredeyse, sürekli dâvâ arkasına dâvâ. Âdil olmadığını zâten biraz önce siz anlattınız. Yarışın âdil olmaması, medyadan eşit istifâde edememek, maddî kaynaklardan eşit istifâde edememek, ayrıca bilinirlik-bilinmezlik, yani 20 yıl boyunca iktidârda kaldığınızda zâten herhangi bir muhâlefetin artık seçilmesi çok zorlaşmış oluyor. Demokrasi olmuş olsa iktidar yıpranır belli bir müddet sonra. Ama öbür türlü siz de bir muhâlefeti zâten zihinlerden silmeye başlıyorsunuz. O yüzden muhâlefetin bu ortamda başarılı olabilmesi düşük bir ihtimal. Hep zor, çok zor yani. O yüzden “seçimli otoriter” diyoruz. Ama imkânsız da değil. Başarılı örnekler var. Yavaş yavaş oluşan bir literatür de var hattâ bununla ilgili. Başarılı örneklerinden bahsedebiliriz. Ama en başta bir ittifâk oluşturulmalı. Çünkü merkez, iktidar tarafından ele geçirilmiş oluyor bu tür seçimli otoriter rejimlerde ve muhâlefet daha marjinale itilmiş, parçalanmış, biraz görünmez kılınmış. Bu durumda biraz olsun daha simetrik bir güce tamâmıyla erişmesi mümkün değil; ama daha simetrik bir pozisyona erişmenin yolu ittifak kurmak. Ama ittifak kurmak tek başına da yeterli değil. O yüzden başarılı ve başarısız ittifaklardan bahsediyoruz. 

Ruşen Çakır: Meselâ bir Macaristan geliyor aklıma. 

Seda Demiralp: Evet.

Ruşen Çakır: Aslında Macaristan’da muhâlefet kazanmış olsaydı Türkiye’de bunun bayağı bir yankısı olacaktı. Kaybetti, görmezden gelindi; ama ilk başta, kazanma ihtimâli olduğu söyleniyordu. 

Seda Demiralp: Tabiî tabiî. Muhâlefet ve iktidâra destek oranları bayağı yakınken, ondan sonra hızlıca bir 4-5 ay içerisinde iktidar makası açtı. Seçimlere artık 2-3 gün kala pek artık umudu kalmamıştı muhâlefetin. Ama ondan öncesinde, yani 4 ay öncesine baktığımızda ciddî bir şansı vardı. Bu değerlendirilemedi. Macaristan başarısız bir örnek. Ama Malezya da bir o kadar başarılı bir örnek. Yani elimizde benzerlikler kurabileceğimiz ya da karşılaştırma yapabileceğimiz aslında bir başarısızlık modeli, bir de başarı modelinden bahsedebiliriz.

Ruşen Çakır: İttifak dediniz, önemli. Şimdi son günlerin en gözde konusu biliyorsunuz, Altılı Masa etrâfında çok ciddî tartışmalar var. Masa’nın yapıp ettiklerinden ziyâde, Masa’nın parçalarının kendi aralarında yaptıkları dolaylı ya da dolaysız tartışma var ve ilginç bir şekilde Meral Akşener son günlerde Altılı Masa’dan ziyâde Millet İttifâkı’nı telâffuz ediyor. Yani Millet İttifâkı derken en son yerel seçimde başarı kazanmış CHP ve İYİ Parti işbirliğini. Hattâ, Altılı Masa iyi fikir değildi düşüncesini dillendirenlerin sayısı arttı. Sizce Millet İttifâkı olarak kalması ya da Altılı Masa olarak girmesi, bunların arasında birtakım çok temel farklar var mı?

Seda Demiralp: Bence ittifâkın büyük olması bir avantajdır. Çünkü ittifâkın temel amaçlarından bir tânesi bir uzlaşı mesajı vermek seçmene. Farklı kimlik siyâseti, ideolojik sağ-sol siyâseti yapan partilerin bir arada olabilmesi seçmene şu mesajı verir: Ben de farklı kimlik veya sağ-sol spektrumunda kendimi gösterilen adaydan farklı bir yere koysam bile, demek ki bunlar şu an biraz ertelenebilir. Daha önemli bir şey var ortada. Burada ittifâkın zâten vermesi gereken mesaj bu. Bunun bir anlamda bir referandum gibi, yani “İktidâra devam mı tamam mı? Değişim mi hareketsizlik mi?” gibi. Böyle olunca, yani ön planda bu olunca; herkesin gönlünde başka bir arslan yatabilir, birisinin daha muhâfazakâr dünya görüşü ve hayâli olabilir, birisi daha ilerici olabilir, birisi olur birisi olmaz, birisi daha ekonomik liberal bir değişim hayal eder. Ama bunların zamânının şimdi değil, bunları konuşup bunlara karar vermek değil de ittifâkın bu tıkanmış sistemden bir çıkış sunduğu, yani buna evet mi hayır mı dendiği. Şimdi bu olunca, farklı geçmişlerden gelen seçmenin buna iknâ olabilmesi için bence masanın ittifâkı ne kadar çok renkli, ne kadar çok partili olursa o kadar iyi. Eğer ki ama koordine olabilirlerse… 

Ruşen Çakır: Bir de siz şunu söylüyorsunuz — ki o çok önemli: Farklılıklarını erteleyip daha çok birlikteliklerini ortaya çıkartsınlar. Ama son günlerde bir süredir sürekli HDP üzerinden, başka konularda, ne kadar bakanlık alınacak gibi birtakım paylaşımlardan… ya da bir ara olan “endişeli muhâfazakârlar” tartışması vardı biliyorsunuz. Genellikle Altılı Masa’daki uyumsuzluklar ya da sorun noktaları daha fazla öne çıkıyor. Onun yerine birlikte oldukları olayları çok fazla görmüyoruz. 

Seda Demiralp: Evet, problem de bu aslında. Yani yönetim kısmına, seçimden sonraki yönetime, orta ve uzun vâdeye çok fazla odaklandığınızda bu kadar çok partinin tabii ki sürtüşme yaşamaması çok düşük bir ihtimâl. Çok uzun süre birlikte kalabilmesi düşük bir ihtimal. O yüzden ittifâkın başarılı olabilmesi için daha kısa vâdeye odaklı olması gerektiğini düşünüyorum. Seçim kazanmak ve ondan sonra yapılacak âcil işler listesi. Çünkü gemi batmak üzere. Geminin batmaması için yapılacak âcil işleri yapıp, ondan sonra, belki parlamenter sisteme geçtikten sonra partiler kendi pozisyonlarında ideolojilerine göre tekrar birbirlerinden ayrılıp farklı şekilde siyâset yapıp birbirleriyle rekabet etmeye başlayabilirler. Ama şu anda birbiriyle rekabet etmenin de zamânı değil, tamâmen ortak paydada buluşmanın zamânı. O da seçim kazanmak ve batıştan kurtarmak, krizden bir çıkış sağlamak. Böyle olmayınca, daha sonraki aşamaya çok fazla odaklanınca ilk aşama kaçıyor. O zaman işte Altılı Masa’nın belki marka değeri düşmeye başlıyor ve başarı kazanmış Millet İttifâkı daha avantajlı görünmeye başlıyor. Ama ben koordine olunduğu müddetçe –koordine olmak zâten şart–, çok partinin bir avantaj olduğunu düşünüyorum.  

Ruşen Çakır: Seçimi kazanmak dediniz. Özellikle aday kim olacak tartışmasında şöyle şeyler var: “Kazanacak aday mı arıyoruz, yönetecek aday mı arıyoruz?” Bir de Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem vaadi olduğu için, bir yerden sonra sembolikleşecek bir cumhurbaşkanı olacak. “Gerektiğinde fedâkârlık yapabilecek aday arıyoruz” gibi böyle kriterler var. Sizce en önemlisi hangisi?

Seda Demiralp: Güçlü aday seçimi kazanmak için çok önemli. Her zaman, dünyanın neresinde olursa olsun önemli. Seçim kazanıldıktan sonra yönetme aşamasına gelindiğinde, eğer köklü bir demokrasiyse, kurumlar kuvvetliyse, yeterince bağımsızsa, yürütmeden bağımsızsa, o zaman kimin yönettiği önemsizleşmeye başlar. Bu seçim kazanmada bir kere her yerde önemli. Türkiye örneğinde seçim kazanılması yetmiyor, çünkü ortada doğru düzgün kurumlar kalmadı; kurumlar çok cılızlaştırılmış, zayıflamış durumda olduğu için bir süre daha önemli olabilir. Ama ondan sonrası, yani biraz önce konuştuğumuz gibi bence ertelenmesi gereken bir episode, yani seçim kazanmak, daha sonra demokrasiyi inşâ etmek, daha sonra demokrasiyi muhâfaza etmek. Yani biz bu üçünü zâten bambaşka süreçler olarak hep çalışırız. Aralarındaki bağlantılar farklılıklarından çok daha az. Ama ilk olarak, seçimi kazanmak ve ondan hemen sonrası için güçlü bir aday önemli. Niye önemli? Bir kere çok parçalı bir ittifaktan bahsediyoruz. Böyle olunca, o cumhurbaşkanı adayı için en başta –ve sonra tabiî vekiller için de, ama özellikle cumhurbaşkanı adayında– pek çok seçmenden kendi partisi dışında olan o adaya oy verilmesi istenecek. Yani birinci olarak, parçalı muhâlefeti toplu bir şekilde sandığa götürmek, bu gösterilen adaya oy verdirmek meselesi var. İkincisi de –bu bile belki yetmiyor– iktidar seçmeninden de bir parçayı bu tarafa çekebilmek, kendi tarafına çekebilmek; belki kararsız, ama diğer tarafa da yönelmemiş iktidar seçmenini de sandığa gidecek kadar ve o adaya oy verecek kadar motive edebilmek var. 

Ruşen Çakır: Bir diğeri, HDP seçmenini iknâ edebilmek.

Seda Demiralp: Onu da muhâlefet seçmenine katarak söyledim aslında.

Ruşen Çakır: Ama şimdi orada da bir sorun var biliyorsunuz.

Seda Demiralp: Tabiî, ama eğer HDP kendini muhâlefete daha yakın hissediyorsa o zaman Altılı Masa dışındaki partilerin seçmenleri için de geçerli bu söylediğim. Yani böyle olunca, seçmenin kendi partisi dışında, belki kendine fikren, ideolojik olarak uzak bir adaya oy verebilmesi için ideoloji dışında, kimlik dışında bir güven duygusunu ona vermesi gerekir. Yani “Bu, evet, benim partimden değil; ama benim hakkımı gasp ettirmez, buna güvenebilirim, çıkarlarımı emânet edebilirim” duygusunu vermesi ilk aşamada. Tabiî şu da var: Seçimden hemen sonrası için de bu partilerin bir arada olmasının tabiî garantisi yok uzun süre; ama ilk kısa vâdede seçmen desteği, geniş seçmen kitlelerinin desteğini almış bir lider, o ittifâkı da artık bir koalisyona çevirmişse, daha uzun süre götürebilecektir. Çünkü siz seçmenden istemediği halde oy vermesini istediğinizde, evet, ilk başta belki verir; ama bir süre sonra şikâyet etmeye başlar. O zaman o partiler tabanlarının eriyor olduğundan şikâyet etmeye başlar ve bir süre sonra da artık bu koalisyonun marka değeri düştü deyip çıkmak isteyebilirler. Bunun da olmaması için, ben güçlü adayın önemli olduğunu, “seçim kazanabilecek aday” diye de tanımlayabiliriz; ama evet bu önemli. Bu seçimi kim kazanabilir peki deyince de bence duygu siyâseti, iletişim becerisi güçlü, yani disiplinli bir iletişimci, doğru yerde doğru şeyleri söyleyebilen; ama daha çok seçmenle duygu bağı kurabilen. Çünkü öteki türlü, yani kimisi etnik duyarlılıkları yüksek bir siyâset istiyor, kimisi cinsiyet siyâsetini ön planda tutuyor. Bunların hepsinin desteğini kazanabilme konusunda mantığa dayalı bir formül olmadığı için. Yani en güzel târifi yaparsınız, işte, liberal bir tablo çizersiniz; öteki liberal değilse sevmez. O yüzden biraz ideolojilerin ötesinde, yani kendi karizmasıyla destek alabilecek bir lider önemli. Çünkü seçmen çoğu zaman duygusal bir seçim yapıp sonra bunu rasyonalize ediyor. Severse o lideri, zâten bir liderde ne görmek istiyorsa onları o sevdiği kişiye yansıtıyor sonrasında. O yüzden ben duygu bağı kurabilecek bir liderin, sırtını mantığa yaslayan bir liderden burada daha başarılı olabileceğini düşünüyorum. Zâten dünyada da duygu siyâseti çok arttı, duygu siyâseti çalışanlar arttı. Meselâ sağın yükselişinden, popülizmin yükselişinden bahsedebiliriz. Bunlarda hep görüyoruz, tamâmen duygu neredeyse. Ama bunu biraz bence sağın tekelinden almak ve diğer daha ana akım siyâsette de duygu siyâsetini değerlendirmek önemli. Parantez açmış oldum tekrar ama, yani güçlü adaylık tanımına bir netlik kazandırmak için de bunları eklemiş olayım. 

Ruşen Çakır: Burada bir de söylediklerinize ek olarak şöyle bir yaklaşım var, önerme var: Aday eğer diğerleri tarafından güçlü bir şekilde desteklenirse, yani Masa’nın tüm bileşenleri o aday mitinge çıktığı zaman onun yanında olurlarsa, teşkilâtlar da olursa, aday bir yerden sonra çok da önemli değil gibi bir yaklaşım var. Ama sizin söylediğiniz buna pek şey vermiyor anladığım kadarıyla. 

Seda Demiralp: Ekibin önemli olduğuna ben de inanıyorum. Başarılı örneklerde de tek başına lider değil; yanındaki bakanları veya yardımcıları olacak kişilerin de birlikte olması, o güç birliği duygusu önemli. Çünkü çok asimetrik bir güç olduğu için diğer partilerin güçlü isimleri de önemli. Hepsinin de güçlü isimleri var. Farklı kabiliyetleri olan, masaya koyabilecekleri farklı becerileri olan isimler var. Bunların hepsinin desteğiyle ortada olması önemli; ama en son kertede seçmenden oyunu isteyecek olan kişi lider. Kararsız seçmenleri düşünelim, değil mi? Seçim sonuçlarını neredeyse bunlar belirleyecek. Bir tarafta tuttuğu bir dal var, hani bırakmayı kafasından geçiriyor; ama tam da bırakamıyor ve siz ona bırak, atla diyorsunuz. Şimdi orada bir bırakma ve atlama korkusu varsa, istediğiniz kadar mantıklı argüman yapın, o korkuyla hareket ediyorsa onu yapmayacak. Yani atla diyenin gözünün içine bakacak, güvenip güvenmediğine bakacak. O yüzden seçimi kazanmak için en son aşamada, biraz sonra kampanyanın özelliklerinden bahsedebiliriz, verilen mesajlardan bahsedebiliriz, bunlar önemli; ama mesajları kimin söylediği önemli. Çünkü Ayşe Hanım söyler, iknâ olursunuz; Ahmet Bey söyler, iknâ olmazsınız. Belki aynı şeyleri söylüyordur. Kimin söylediği, nasıl bir bagajı olduğu ya da olmadığı ve kalbinizde nasıl bir duygu uyandırdığı, bunlar çok formülü olan şeyler değil. Seçmen ya seviyor ya sevmiyor; ya bununla yürürüm diyor ya da yürümem diyor. Bir sebep sorarsanız bir şeyler sayabilir; ama aslında önceden duyguyla verilmiş bir karârı çoğu zamân sonradan rasyonalize ediyor. 

Ruşen Çakır: O anlamda bakıldığı zaman, son dönemde, son günlerde Ahmet Davutoğlu’nun yol açtığı bir tartışma var. Sanki Masa’nın esas fonksiyonu, aday kim olursa olsun, seçilmesi hâlinde onun iktidârını, alanını daraltma üzerine kafa yordukları şeklinde bir imaj ortaya çıktı. Daha seçim olmadan, seçmen şimdiden böyle bir adayın, yani bir kişi var ama aslında çok kişi iktidar olacak gibi böyle biraz karışık bir şey. Bu, benim kişisel görüşüm, seçmeni yorar ve çok da cezbetmez. Yani şöyle bir şey: “Ne güzel, aday var; ama aslında 6 kişi birden kontrol edecek o adayı. Ben o zaman bu adaya veririm” der mi ben açıkçası çok emin değilim. 

Seda Demiralp: Evet, evet. Yani bir vekil pozisyonu değil aradığımız. Kendi başına bir gücü olan ve güçlü bir ekiple de desteklenen biri. Tabiî ki bu ittifâkın amacı zâten daha denetlenebilir bir siyâseti oluşturmak, tabiî ki tek adam sisteminin tıkanmışlığıyla ortaya çıkmış bir ittifak olduğu için yatay denetim mekanizmaları vs. bunları konuşuyor olmaları lâzım. Ama kampanyanın ana konusu bu olmamalı ve böyle bir izlenim vermekten de kaçınılmalı. 

Ruşen Çakır: Peki kampanyanın ana konusu ne olmalı? Yani bir lider var, güçlü bir aday var. Ekip de kurdu. Ekibin içerisinde hem siyâsî hem de… yani şöyle diyelim: Siyâsetçi ve teknokratlar gibi, belki birlikte olan bir ekip var. Ekip de diyelim ki sorunsuz bir ekip. Peki bunlar ne yaparsa, ne derse, nasıl derse başarılı olur? Ne yaparsa başarısız olur?

Seda Demiralp: Şimdi, evet, aday kısmını aştıysak eğer…

Ruşen Çakır: Aştığımızı varsayalım.

Seda Demiralp: Evet. O zaman sıra kampanyaya gelmiş oluyor. O zaman yapılacak şeylerden birisi, çok net bir alternatif sunmak seçmene. Yani seçmen mevcut durumdan ne kadar şikâyetçi olursa olsun, bir kısmı, yine de bildiği yolu bilmediği bir yola tercih edebilir, edecektir. O yüzden muhâlefetin mümkün olduğunca bilindik bir yol târif etmesi lâzım ve bu tür seçimlerde zâten iktidarların temel stratejisi muhâlefeti bir belirsizlikler yumağı, sisli bir istikamet gibi tanımlamak. Çünkü hiç kimse sisli yola girmek istemez. Beğense de beğenmese de bildiğini tercih edebilir o aşamada. O yüzden net bir alternatif gerekir. Bunlar da mümkün olduğunca, yani netlik kazandırılan konular da mümkün olduğunca seçmenin günlük hayâtına doğrudan etki eden şeyler. Aynı zamanda çok ciddî bir ekonomik kriz içinde olduğumuz için, aslında seçmenin duymak istediği şeyler biraz da bu ekonomiyle ilgili konular. İşte, artık ÖTV mi indirilir, eğitimde katmadeğer vergisi mi azaltılır, çocuklu kadınlara yardım mı yapılacaktır, benzin mi sübvanse edilecektir? Bunun gibi çok somut; ama çok fazla da değil, 8-10 belki, böyle bir sayfaya sığabilecek kadar. Çünkü bu detaylı veya komplike, tâkip etmesi zor mesajları seçmenin değerlendirmesi zor. Zorlaştığı zaman zâten onu bir tarafa bırakıp daha çok biraz önce söylediğimiz türden duygusal karar vermeye başlayacak. O yüzden pratik akla yönelik basit, net, doğrudan seçmeni ilgilendiren mesajlar. Altılı Masa’da farklı partiler zaman zaman ne yapacaklarıyla ilgili bir şeyler söylüyorlar. Bâzıları daha net bâzıları daha az net. Bir kere bunların farklı farklı yerlerden gelmesi… tek bir kanaldan… zâten o aday çıktığında aday onu herhalde ilân edecek. 

Ruşen Çakır: 30 Ocak’ta programı açıklayacaklar. Her partiden kişilerin olduğu bir komisyon çalışıyor biliyorsunuz. Bir de yol haritasını açıklayacaklar. Yol haritası daha çok seçimi ve seçim sonrasındaki iktidar paylaşımlarını konu alacak herhalde. Ötekisinde, daha böyle sizin söylediğiniz: ekonomi, dış politika. Şimdi birtakım şeyler sızmaya başladı meselâ. Dış politikada AB’ye tam üyelik hedefi, NATO’ya bağlılık gibi şeyler. 

Seda Demiralp: Bunlar bile günlük hayâta çok doğrudan etki eden şeyler değil. Meselâ başarısızlık ve başarı örneklerinden bahsettik. Macaristan’da muhâlefetin sürekli, “Batılı değerlere döneceğiz. Seçilirsek yeniden Batı demokrasilerinin parçası hâline geleceğiz” gibi söylemleri vardı — ki Macaristan gibi Avrupa’ya bizden daha yakın bir ülkede bile bunlar seçmene çok dokunmadı ve bu şekilde eleştirildi Macaristan muhâlefeti daha sonra. Viktor Orban diğer taraftan gaz faturalarının bir kısmını affedeceğim, gıda fiyatlarını düşüreceğim gibi vaatlerde bulunurken; yeniden Batı demokrasisinin bir parçası olma vaadi çok soyut kaldı. 

Ruşen Çakır: Bizde de o zaman Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem vaadi seçimin heyecan yaratıcı unsuru değil. 

Seda Demiralp: Çok soyut. Tek başına heyecan yaratmaz. Çok önemli. Parlamenter demokrasiler başkanlık sistemlerine göre çok daha dayanıklılar. Bunlar güzel tabiî; ama seçim kampanyasının ana konusu olamaz. Seçim kampanyasında, gerçekten parlamenter demokrasi neyi sağlayacaksa o sağlayacağı şeyden bahsetmek gerek. “Yasakların bitmesi” diyebilirsiniz, “normalleşmeye dönmek, özgürlüğe dönmek” gibi, “bu tıkanmışlıktan çıkmak” gibi. Bu genel mesajı olmalı; ama sayılacak şeyler, dediğim netlikte olmalı. Meselâ başarılı örnekte de Malezya –ki orada da o ittifâkın içinde çok sol-sağ spektrumunun daha uç solundan gelen partiler de vardı, radikale yakın İslâmî bir pozisyonda olan partiler de vardı–, bunlarla ilgili neredeyse hiçbir şey yoktu yapılacaklar listesinde. “ÖTV kaldırılacak” vardı, “İhâleler yeniden gözden geçirilecek” vardı. Çünkü çok büyük yolsuzluk iddialarının ortasında kampanya olmuştu filan, yani bu somutluktaydı. Sonra bu kampanyanın iletişimi, bunu duyurabilmek zor olabiliyor. Ama son zamanlarda medyada biraz daha Altılı Masa liderlerini programlara çağırmak vs. biraz daha ilgi var. Belki bundan faydalanabilir. Ama bu tehlikeli noktalar birlik duygusunu verememe olur. Meselâ bir parti başka türlü konuşur, diğer parti başka türlü konuşur. Bu adaylık sırasında muhâlefetin enerjisi oradaki bir rekabete akarsa bu çok olumsuz olur. O zaman kampanyayı bir bütün hâlinde, yek vücut olarak taşıyacak enerji kalmamış olur. 

Ruşen Çakır: Burada muhâlefetin elinde çok önemli büyükşehir belediyeleri var; İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere. Bütün önemli şehirler neredeyse muhâlefette: Adana, Antalya, Mersin, Hatay, Aydın. Bunların her biri aslında kampanyanın bir tür yerel ya da genel lokomotifi olabilecek yerler sanki.

Seda Demiralp: Kesinlikle öyle düşünüyorum. Özellikle muhâlefetin bir belirsizliği olması meselesinden bahsettik. Yani bir taraf 20 yıldır ülkeyi yönetiyor, diğer taraf çok uzun zamandır yönetimden çok uzak. Böyle olunca yönetebilirliğini ispat etmek, bu seçmen için çok önemli bir şey. Zâten bu belediyelerin en önemli fonksiyonlarından birisi bu oldu. 2019 sonrası muhâlefetin büyükşehirlerde başarı elde etmesi 2023’e çok büyük bir yatırım, çok ciddî bir altyapı hazırladı. Seçmene erişebilmenin, doğrudan erişebilmenin, işleri halledebiliyor olduğunu göstermenin yoluydu. O yüzden belediyeler, ben de katılıyorum, çok önemli.

Ruşen Çakır: 2018 seçimlerinde Muharrem İnce’nin adaylığında, ben seçimden önce bir iki şey söyledim, başıma işler geldi. Muharrem İnce’nin kazanmasının mümkün olmadığını, çünkü Erdoğan’ın tuzağına düştüğünü ve Erdoğan’la uğraştığını söylemiştim. O, Erdoğan’a karşı kendisi ve hattâ tek başına, ekip de yoktu biliyorsun. Şimdi burada da hep böyle bir ihtimal, risk olabilir sanki. Siz diyorsunuz ya? Bir tarafta 20 yıldır yöneten biri var, bir tarafta da belirsizlik var. Ama muhâlefette şöyle bir hava da var: “20 yıldır sizi yönetiyor. Gördünüz, sizi ne hâle getirdi. Nasıl olsa Erdoğan kaybediyor” ve Erdoğan karşıtlığı üzerinden bir söylem kurma. Böyle bir ihtimal olabilir mi? Olursa, yani bence hani kaybetmenin garantisi olur sanki.

Seda Demiralp: Evet. Ben özellikle Erdoğan karşıtlığının –hani AKP karşıtlığı bir derece belki; ama Erdoğan karşıtlığının– başarı getireceğini düşünmüyorum. Çünkü AK Parti’den bir hayal kırıklığı yaşamış, iktidardan bir hayal kırıklığı yaşamış seçmenin de bir kısmı, hattâ Erdoğan’dan da bir hayal kırıklığı yaşamış olanların da, ben Erdoğan’dan tamâmen duygu bağını koparttıklarını düşünmüyorum. Yani öfkeli bir seçmen grubu var, AK Parti’den biraz daha uzaklaşır gibi olan; ama öfke lastik gibi, çektiği gibi geri de gelebilir. Öfke o kadar uzun soluklu bir duygu değil. Diğer tarafta umut verici bir alternatif olması lâzım ki o uzaklaşma başka bir yere kadar onu götürsün. O yüzden Erdoğan karşıtlığının iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum. Ama evet, bu sisteme karşıtlık. Yani meselâ Babacan’ın Saraçhâne’deki konuşması, bu karşıtlıkları çok net saymıştı; “Yoksulluk mu refah mı? Yasaklar mı özgürlük mü?” gibi. Bu şekilde basitleştirmenin iyi bir fikir olduğunu düşünüyorum. Ama Erdoğan karşıtlığı değil de bu tıkanmış sisteme karşıtlık olabilir ancak. Yani evet, bu bir referandumdur, bu sistemin bitmesi ya da devâmı için tercihinizi belirteceksiniz; ama Erdoğan gitsin mi gitmesin mi gibi değil. Hattâ Erdoğan’a yönelik, seçmenle gerçekten kuvvetli bir duygu bağı kurmuş bir isim olduğu için ona yönelik olumsuz söylemleri seçmen, AK Parti seçmeni neredeyse bunların kendisini de kapsadığını düşünüyor. Kendisine söylenmiş gibi inciniyor, tepki veriyor.

Ruşen Çakır: Sâdece Erdoğan’dan değil, kendisinden de.

Seda Demiralp: Bunu düşünerek yapmıyor, otomatik gelişen duygusal tepki. Yani sevmiş olup şimdi kızdığınız birisine birisi bir şey söylediğinde birden o söyleyen kişiye kızıverirsiniz siz de ya? Bunun gibi bir şey yani. Bu duyguyu anlamak çok önemli bence. 2019 seçimlerinin de meselâ, İstanbul seçimlerinin en başarılı stratejilerinden birisiydi. Erdoğan karşıtlığı sıfırdı. Neredeyse Binali Yıldırım’ın bile adı geçmiyordu. Rakibim diye adı geçiyordu. Diğer tarafı kötülemek yok; ben daha iyisini yapacağım vardı. 

Ruşen Çakır: Burada da öyle olması lâzım. 

Seda Demiralp: Ben daha hızlı koşacağım, ben daha çok çalışacağım. Benim daha iyi bir ekibim var, daha genç, dinamik, dinlenmiş; diğer taraf yoruldu, yıprandı — ki gerçekten de öyle. AK Parti döneminin de daha başarılı olduğu zamanlar vardı, ama şu an çok ciddî bir çöküş içerisinde.

Ruşen Çakır: Şu âna kadar hiç aday ismi zikretmedik. İzleyiciler de bütün bu süre içerisinde, işte şucu bucu olanlar, şu olursa ben oy vermem diyenler vs. böyle bir kutuplaşma var. Ama sonuçta üç tâne isim var: Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Mansur Yavaş. Meral Akşener kapattığını söylüyor o şeyi. Ama kendi partisinden hâlâ, “Vazgeç, tekrar aday ol” diyenler de var. Ama olacağını sanmıyorum. Sonuçta Kılıçdaroğlu dışında da aday adayı olduğunu deklare eden kimse yok. Böyle garip bir durum var ve kamuoyu araştırmalarında da en az sesi çıkan kişi en yüksek oyu alıyor gözüküyor. Bunların hepsinin bir anlamı var mı? Bu ortaya çıkan tabloda, meselâ Mansur Yavaş konusunda insanların şöyle bir sorusu var: “Hiçbir şey söylemeden nasıl bu kadar yüksek oy alır?” Meselâ bunun cevâbı var mı?

Seda Demiralp: Şöyle diyebiliriz: Tekrar duygu siyâsetine dönecek olursak, duygu siyâsetinde nasıl başarılı olunur, olunmaz diye düşündüğümüzde, yarı yapılandırılmış mesajlardan bahsederiz. Çok detaylandırmayıp bir kısmını seçmenin düş gücüne bırakmak gibi. Çünkü çok fazla konuştuğunuzda, hayal edecek bir şey bırakmıyorsunuz ve onun seçiminin hayal ettiğinden başka bir şey söylerseniz de rüyâ bitiyor. Meselâ “Her şey çok güzel olacak” veya İYİ Parti’nin “Az kaldı” mesajları. “Her şey ne olunca güzel olacak?” veya “Az kaldıysa ne olacak peki?” kısmı yok ve burada bu yüzden başarılılar zâten aslında. Mansur Yavaş’ta da konuşmuyor olması ama bir taraftan güven veriyor olması nedeniyle, seçmen dilediği gibi hayâlini süsleyebiliyor. Olumlu duygular da yansıtan bir karakteri olduğu için, bir karakter görünümü de verdiği için, geri kalanını seçmen projekte ediyor. Seçmene dilediğini projekte edecek bir alan sunmuş oluyor. Tabiî ki sâdece konuşmadığı için değil. Konuşmayan herkes bu derece popüler olmuyor. Karakterinden getirdiği bir şeyler var; ama onun üzerine siyâsî söylem koymadığı için çok farklı gruplardan seçmen bir şeyler hayal edebiliyor ona baktıkları zaman. 

Ruşen Çakır: Son olarak HDP’yi sormak istiyorum. Çünkü genel olarak muhâlefet diyoruz, ama Altılı Masa ve muhâlefetin geri kalan kısmı diye ayırmak gerekebilir. En önemlisi de HDP ve kamuoyu araştırmalarına baktığımız zaman, HDP aday çıkarırsa Cumhur İttifâkı’nın ya da Altılı Masa’nın adaylarının hiçbirisi %50+1 oyu alamıyor gözüküyor. Yani meselâ 2018’de şu olmuştu biliyorsunuz: HDP’nin oyu Selahattin Demirtaş’tan daha fazlaydı. Bir kısım HDP seçmeni, Selahattin Demirtaş kazanamaz diye Muharrem İnce’ye vermişti belli ki; ama çok yüksek değildi o sayı da. Yani sonuçta HDP seçmeninin kendi adayına oy verme eğilimi çok güçlü, onu biliyoruz. Dolayısıyla HDP’nin aday çıkarması durumunda sonucun ikinci tura kalacağı garanti gibi bir şey. Şimdi şöyle bir husus var: İkinci tura kalması iktidârın lehine olur gibi çoğunluğun dile getirdiği bir görüş var, birisi bu. İkincisi de HDP’nin aday çıkarmasının zâten başta muhâlefetin kazanma ihtimâlini azaltacağı, yani HDP’nin daha ilk turdan muhâlefet adayına, Altılı Masa adayına destek vermesinin bir nevi şart olduğu gibi bir yaklaşım var. Ne dersiniz?

Seda Demiralp: Evet, doğru. İkisi zâten birbiriyle ilişkili. Seçimin birinci turda bitmesi tabiî ki çok daha temiz bir yol. Çünkü her aşamada çok beklenmedik yasaklar, beklenmedik müdâhaleler çıkabildiği gibi, bir de bizim “şelâle efekti” dediğimiz bir kavram vardır. Yani tam nereye gideceğine karar verememiş olan seçmen en son ne tarafta kalabalık görüyorsa, “Demek ki bu taraftan gidiliyor” deyip o tarafa gider. O yüzden birinci turda en çok oy alan lider yönünde kararsızdır, ikinci turda normalde o tarafa yönlenmesi beklenir. O yüzden HDP’nin aday çıkarması önemli. Tabiî ki muhâlefetin o yüzden kazanma şansını çok net olarak düşürüyor. 

Ruşen Çakır: Peki HDP’nin muhâlefetin adayına destek vermesinin şartları var mı, ya da Altılı Masa’nın adayına? Onların birtakım beklentileri var — açık müzâkere gibi. Altılı Masa da bunu pek karşılayacak gibi değil. 

Seda Demiralp: Evet, açık müzakere herhalde zor. Ama belki de bu adaylık konusunun biraz gecikmesi dediğimiz, yani belki Altılı Masa bu kadar gecikmemiş olsaydı, HDP’nin veya HDP seçmeninin de güven duyabileceği, onları motive edecek, olumlu duygular uyandıracak bir adayı daha erken bir noktada göstermiş olsaydı ve bu seçimlerin önemini, yani daha sonraki yönetimle ilgili kim yönetiyor meselesi değil, nasıl yönetiyor meselesi ve ondan da önce seçimi kazanmak; yani temel amacın bu tıkanmış sistemden bir çıkış kapısını aralamak ve bu kadar, yani hedefi, amacı daraltmış olsaydı o zaman belki HDP de ayrı aday çıkaracağı açıklamasını yapmayacaktı — ki onlardan da son zamanlarda, son günlerde, “Seçimlere bir şey kalmadı ki. Ne yapalım? İyi bir aday çıkardınız da biz mi başka aday gösteriyoruz?” gibi şeyler duyuyorum. Bu haklı bir eleştiri. Ama Altılı Masa aday çıkardıktan sonra ve bu aday farklı seçmene, Kürtlere, Türklere, kadınlara, erkeklere, liberallere, sol görüşlülere, hepsine birden bir normalleşme, özgürleşme gibi bir ortak zemin sunmuş olsaydı belki bu olmazdı diyebilirim. Belki öyle bir aday çıkacak ve buna rağmen yine ayrı bir aday gösterecekler. Tabiî o zaman HDP açısından farklı bir istikameti tercih ettikleri gibi yorumlarım herhalde. 

Ruşen Çakır: HDP yöneticisiyle sohbetimde bana, “Hem bugün için hem de seçim sonrası için güven vermiyorlar” dedi. Bir de o var. Çünkü olay, tamam, seçimin kazanılması; ama sonrasında HDP’nin o anlamda da birtakım beklentileri var. Meselâ diyelim ki kayyumların iâdesi gibi ya da hapishânedekilerin çıkması gibi vs.. Bu konuda da güven arayışında bir sorundan bahsediyorlar. O güven meselesi herhalde en temel, en kritik konu olacak.

Seda Demiralp: Evet ve yine o güveni, biraz önce bahsettiğimiz gibi, belki de duygu seviyesinde daha kolay aşabilirsiniz. Bir de şu var — meselâ HDP’de Katırcıoğlu sanırım şöyle söylemişti: “Bu kavga, kimin yöneteceği kavgası. O zaman biz de hatırlanmak isteriz”. Ama bence Altılı Masa şunu başarmış olsaydı: “Bu kimin yöneteceği kavgası değil; nasıl yönetileceği, daha doğrusu nasıl yönetilmeyeceği” deseydi ve hedefi biraz daha küçültmüş olsaydı, o zaman daha fazla destek alabilirdi HDP’den diye düşünüyorum. Şu an, seçim sonrası kim, neyi, nasıl yapacak meselesi o kadar konuşulmaya başlandı ki bence bu yanlış. Bunun tartışmaya, birilerini tatminsiz bırakmaya götürmemesi mümkün değil neredeyse. 

Ruşen Çakır: Evet, bitirelim. Benim çok sık tekrarladığım bir söz var. Şöyle diyorum ben: “Muhâlefetin bu seçimi kazanmaması mûcize olur; ama bu mûcizeyi gerçekleştirmek için elinden geleni yapıyor” diyorum. Katılıyor musun?

Seda Demiralp: Evet, yani sonbahardan beri çok iyi gitmedi bence karne. İnşallah bundan sonrası için bir uyarı olmuş olsun, sinyal olmuş olsun. 

Ruşen Çakır: Ama bir zaman kaybı, enerji kaybı olduğu muhakkak.

Seda Demiralp: Oldu oldu. Yaz sonundan îtibâren olumsuz gitti ve son bir iki hafta iyice işler kötü gitti. Ama bâzen de kötü gitmeden iyiye gitmez. Öyle düşünelim. 

Ruşen Çakır: Evet, 26 Ocak’ta İYİ Parti ev sâhipliğinde Altılı Masa’nın 11. toplantısı var ve 30 Ocak’ta da yol haritası ve program açıklaması var. Bir ihtimâl, o târihlerde aday da belki açıklanacak. O zaman herhalde Şubat ayından îtibâren daha net bir tablo çıkar. Aday açıklanır ve biraz işin rengini görürsek, o zaman yeni bir yayınla kaldığımız yerden devam edelim.

Seda Demiralp: Evet, inşallah. 

Ruşen Çakır: Evet, Işık Üniversitesi’nden Doç. Seda Demiralp ile “Muhâlefet nasıl kazanabilir, nasıl kaybeder?” konusunu konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.