Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Millet İttifakı dış politikada farklı ne vaat ediyor? Filistin-İsrail gerilimi

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Demokrasi ve Atılım (DEVA) Partisi, Demokrat Parti, Gelecek Partisi, İYİ Parti ve Saadet Partisi’nden oluşan Altılı Masa’nın en çok eleştirildiği noktalardan biri, özellikle iktidara gelmeleri halinde Rusya-Ukrayna savaşında, NATO ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerde, Doğu Akdeniz’de, Suriye’de ve Körfez ülkeleri ile ilişkilerde nasıl bir yol haritası olacağına ilişkindi.

Peki uzmanlar açıklanan bu metin hakkında ne düşünüyor? Millet İttifakı, AKP dış politikasından farklı ne vaat ediyor?

İsrail ile Filistin arasında yaşanan gerilim tırmanıyor. İsrail hükümeti, kendilerine saldıran Filistinliler’in ailelerini cezalandırmayı hedefliyor. Bunun için saldırı düzenleyen kişilerin ailelerin ya da yakınlarının evlerini yıkma, sosyal güvenlik haklarını feshetme ya da bu kişileri sınır dışı etmek için çalışmalar yapıyor. İsrail-Filistin hattında neler oluyor?

Ruşen Çakır ve Ömer Taşpınar, Transatlantik’de değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Bu hafta sâdece Washington’daki Ömer Taşpınar ile yapıyoruz. Gönül Tol Türkiye’de, ama çok yoğun bir programı olduğu için katılamıyor. Ömer, merhaba.

Ömer Taşpınar: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Hazır Gönül de yokken, seninle biraz Avrasyacılık ve De Gaulle’cülük konuşalım diyordum ama; istersen onları sen yine arada geçersin…

Ömer Taşpınar: Ben araya sıkıştırırım onları gene.

Ruşen Çakır: Evet, şimdi seninle uzun uzun muhâlefetin, daha doğrusu Millet İttifâkı’nın açıkladığı Mutâbakat Metni’ndeki dış politika vizyonunu konuşacağız; ancak önce bir Filistin meselesine bakalım diyorum. Çünkü Filistin meselesi bayağı bir uyumaya bırakılmış gibiydi; ama birden Cenin’deki mülteci kampına yönelik İsrail saldırısı, ardından misilleme derken, ortalık yine karıştı. Neler oluyor? Senin özel olarak çok ilgilendiğin bir konu olduğu için tâkip ettiğini biliyorum. Tam olarak ne oluyor? Ve tabiî ki ABD yönetimi nasıl bakıyor? Biden yönetimi bu konuda bir pozisyon aldı mı? 

Ömer Taşpınar: Evet Ruşen, tam da oradan, Amerika’nın tepkisinden girelim: Amerika Ortadoğu’ya ağırlıklı olarak İran meselesi odağından bakmaya başladı. İran dışındaki konuları önemsemiyor platformundaydı; fakat tabiî İran meselesi bütün önemine rağmen aslında bir bakıma Ortadoğu’daki meselelerden sâdece bir tânesi. Ortadoğu denince, yaklaşık 1970’lerden beri herkesin aklına gelen Filistin-İsrail meselesi idi. O konu ikinci kademede kaldı. Özellikle Arap ülkelerinin normalleşmesi; yani önce Mısır’la başlayan, Ürdün’le Camp David’le devam eden, sonra da Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan, Fas gibi ülkelerin de İsrail ile normalleşmesi üzerine, Filistin meselesi tam da senin söylediğin gibi sanki artık geri planda kalmış, hattâ halledilmiş bir mesele gibiydi;. “O konuda iki devletli bir çözüme doğru gidilecek” deniyordu; ama aslında bu arada İsrail’de çok ciddi gelişmeler oldu son dönemde. Bir kere İsrail toplumuna baktığımızda, İsrail’de çok ciddî bir Ortodoks Yahudi nüfus artışı görüyoruz. Bunların bir kısmı Rusya’dan geldi — yaklaşık 1,5 milyon kadar. Fakat şu anda 7 milyon civârında Mûsevî’nin yaşadığını, İsrail’de demografik olarak baktığımızda en çok nüfus artışının yerleşkelerde olduğunu ve Ortodoks Siyonist, aşırı dindar kesimin büyüdüğünü görüyoruz. Bu ne anlama geliyor? Şu günümüzde İsrail’in kabinesine baktığımızda, İsrail târihinin en ırkçı ve en Siyonist, aşırı dindar, fundamentalist, köktendinci hükûmetiyle karşı karşıyayız. Kabinede Ulusal Güvenlik Bakanı olarak çalışan kişi şu anda İtamar Ben-Gvir gibi bir isim. Bu kişinin partisi iki devletli çözümü kabul etmiyor. Tabiî ki aynı zamanda başka liderler de var. Bu aşırı ırkçı, aşırı dindar, Siyonist, fundamentalist, köktendinci hükûmet kimin sâyesinde kuruldu? Tabiî ki Binyamin Netanyahu sâyesinde kuruldu. Netanyahu geri geldi. Bu hükûmeti zar zor kurdu ve o hükûmeti kurmasıyla berâber, bir bakıma unutulan bu Filistin meselesinde tekrar bir canlanma başladı. Ne oldu? Bir kere “terörle mücâdele” başlığı altında, sâdece Hamas’la değil Filistin kesiminde Hamas’tan daha da radikal İslâmî Cihad gibi örgütlerle mücâdele çapında, Batı Şeria’da Cenin kampına bir baskın düzenlendi geçen hafta ve bu baskında 9 kişi öldürüldü. Bunlar içinde yaşlı kadın ve bir tâne14 yaşında çocuk da var. Bu bir infial yarattı tabiî ki Filistin toplumunda. Bu arada Filistin toplumunda da ciddî gelişmeler oluyor, orada da ciddî bir bölünmüşlük var. El Fetih dediğimiz Filistin Kurtuluş Örgütü, Ramallah, Batı Şeria ile Gazze’deki Hamas arasında bir bölünme var. Ciddî bir bölünme bu. Orada da bir kutuplaşma var ve orada da bir radikalleşme görüyoruz; orada da bir hayal kırıklığı var. Dolayısıyla böyle aşırı dindar, ırkçı bir hükûmet gelince ve bunlar yerleşkelerde sert politikalar izleyip, hattâ iki devletli çözümü kabul etmeyen, Filistin’i yok sayan bir söylemle Netanyahu hükûmeti bu kadar radikal bir şekilde gelince ve geçen hafta bu Cenin kampına böyle bir baskın yaptıktan sonra, buna misilleme olarak da tabiî ki beklendiği şekilde bu sefer Doğu Kudüs’te –ki Doğu Kudüs çok karışık bir yer: İsrail orayı başkent îlân etti, Amerika da kabul etti bunu–, Doğu Kudüs’te bir sinagogda bu sefer 7 Mûsevî’nin öldürüldüğü bir terör saldırısı yaşandı. Tabiî ki bu daha da büyük infial yarattı. Batı basınında her zaman bir kural vardır: İsrailliler’in ölümü, Mûsevîler’in ölümü her zaman daha büyük haber hâline gelir. Ve 7 Mûsevî’nin bu sinagogda öldürülmesi birden dünya basınını buraya odakladı. Bunun arkasından, radikal ve ırkçı hükûmetin özellikle Ulusal Güvenlik Bakanı İtamar Ben-Gvir, “Yerleşkeleri silâhlandırmamız gerekiyor” dedi. Zâten ciddî bir silâhlanma olayı var. Hep Amerika’daki silâhlanmadan bahsediyoruz, ama İsrail’de de özellikle yerleşkelerde ciddî bir silâhlanma var ve bunun daha da artacağı düşünülüyor. Terör saldırılarına karşı îdam cezâsının geri getirilmesi ve terör saldırılarına karışmış insanların âilelerinin evlerinin yıkılması gibi, hukuk düzenine, demokrasiye uymayacak politikalar, misillemelerle bu radikal hükûmet bir bakıma tonu artırdı. Yani uzun lâfın kısası, misilleme sonrası bir şiddet girdabına girmiş durumda İsrail-Filistin meselesi. Amerikan Dışişleri Bakanı Antony Blinken aslında İran konusunda Mısır’a gidip sonrasında İsrail’le İran’ı konuşmak isterken, geçtiğimiz günlerde kendini bu krizin ortasında buldu. Kısaca İran’da ne oluyor? O da İsrail’e bağlı, onu da ele almak lâzım. İran’da da kriz bu arada devam ediyor. İran’da eskiden bir kriz vardı: Nükleer kriz. Dünyanın ilgilendiği mesele nükleer konuydu. Bugün üç krize döndü: nükleer kriz birinci mesele olarak aslında devam ediyor; ikincisi, İran’daki gösteriler düşük ölçüde devam ediyor ve îdamlar başladı ve buna karşı dünyadan gelen bir tepki var ve yaptırımlar artıyor İran’a karşı. Dolayısıyla İran’ın içeride yaşadığı kaos ikinci büyük kriz. Üçüncü büyük kriz ise İran’ın Rusya ile kurduğu stratejik ittifak ve Rusya’nın İran silâhlarını, İran drone’larını, insansız hava araçlarını Ukrayna’da kullanıyor olması. Ve İran-Rusya arasında stratejik askerî işbirliğinin derinleşiyor olması. Balistik füze alımından bahsediliyor; Rusya İran’dan balistik füze alabilir. İran bir bakıma Rusya’ya ilginç bir şekilde silâh takviyesinde bulunurken, kendisi de Rusya’dan uçak alma pozisyonuna geldi, SU35 alması söz konusu. Bu iki ülke de, İran da Rusya da ciddî yaptırımlar altında ve git gide berâber hareket etmeye başlıyorlar. İsrail nerede giriyor devreye? İsrail ve Amerika İran’ın nükleer masasından kalkmış olmasından –artık masa kalmadı, nükleer bir anlaşma yok–, bundan çok rahatsız ve İran’ın nükleere doğru uranyum geliştirme, uranyum yoğunlaştırma projelerini sabotaj etme aşamasından çıkıp, direk vurma aşamasına gelebilecek bir İsrail var karşınızda. Yani bu aşırı radikal, ırkçı İsrail kabinesi, aynı zamanda İran konusunda da son derece alarmist — o cephede de sorunlar yaşanabilir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de İsrail’in içinde bir anayasal kriz var. O anayasal kriz de bir bakanın görevden alınmasına neden oldu. ŞAS partisi lideri, Sağlık Bakanı Arya Deri görevden alındı. Zîra geçmişte Anayasa Mahkemesi aslında kendisini siyâsetten men etmişti; fakat parlamento, Knesset buna karşı bir oy kullanmıştı ve tekrar seçimlere katılıp aşırı dindar SAŞ Partisi’nin lideri olarak, Sağlık Bakanı olarak kabineye geldi. Fakat Anayasa Mahkemesi’nin bastırması üzerine bir anayasal kriz yaşandı ve İsrail’de şu anda Netanyahu sâdece bu Filistin meselesiyle uğraşmıyor. Acaba kabinesini bir arada tutabilecek mi? Anayasa Mahkemesi ile kendisinin başı belâda. Ona da yolsuzluk dâvâları var, onlarla da uğraşıyor. Yani İsrail meselesi iyice çetrefilleşiyor. İran konuşalım derken, Amerika kendini birden İsrail-Filistin meselesinin ve İsrail’in kendi yaşadığı sorunların ortasında buldu. 

Ruşen Çakır: Evet, otoriterleşme meselesi İsrail için de kullanılıyor; ama zâten İsrail’in demokrasisi kendine demokrasiydi. Onda da ciddî bir sorun olduğu, hukuku ya da yargıyı kendine bağlamak istediği söyleniyor…. 

Ömer Taşpınar: Evet, güçler ayrımı meselesinde İsrail bir sorun yaşıyor şu anda. Yani İsrail’de güçlü bir Anayasa Mahkemesi var; ama anayasa net değil, hattâ bazı anayasa hukukçularına göre İngiltere gibi, yani tam net bir anayasası yok İsrail’in. İsrail’in laik bir devlet olma konusunda da sorunlar var. Yani Filistinli, Arap vatandaşları, Arap kökenli olan İsrail vatandaşlarının eşit vatandaşlık hakkına sahip olmaması da İsrail’deki hukuk düzenini ve demokrasiyi etkiliyor. Ve Netanyahu sürekli geri geliyor. Yani ilginç bir şekilde seçimleri kaybederek görevden uzaklaşıyor; fakat o kadar zor koalisyonlar kuruluyor ki, Netanyahu her geri geldiğinde de bir şekilde kendine dokunulmazlık sağlamak için Anayasa Mahkemesi’yle uğraşıyor. Yani yargının bağımsızlığı, yargının dokunulmazlığını bir şekilde bertaraf etmek için şu andaki anayasal kriz, Parlamento’nun, Knesset’in Anayasa Mahkemesi kararlarını bozabileceği yönünde bir kriz. Yani %51’lik çoğunluğu elde eden bir parti, bir hükûmet, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına karşı çıkabilir diye bir yasa çıkarmaya çalışıyorlar. Bunun üzerine geçtiğimiz hafta İsrail’de 150-200 bin kişinin katıldığı büyük gösteriler oldu. İsrail’in nüfusu 8 milyon. Yani 200 bin kişinin sokağa çıkıp demokrasi istemesi çok önemli bir şey. İsrail’de o nedenle bir de devam eden anayasal kriz ve demokrasi mücâdelesi var.  

Ruşen Çakır: Evet, bir de Türkiye’deki demokrasi mücâdelesine geçelim. Pazartesi günü ben Ankara’da yerinde izledim: Mutâbakat Belgesi. Altılı Masa –artık adı Millet İttifâkı biliyorsun–, 200 sayfalık bir metin hazırladı; özeti 40 sayfa, düşün yani. Bayağı iyi bir organizasyondu gerçekten, üzerinde uzun süre çalışılmış. Sana önce bir genel olarak nasıl bulduğunu sorayım, ama tabiî ki dış politikayı konuşacağız: Türk-Amerikan meselelerini, diğer NATO meselelerini, Avrupa Birliği meselelerini… Nasıl buldun metnin kendisini bir bütün olarak? 

Ömer Taşpınar: Evet, şimdi 6 partinin berâber ortaya çıkardığı bir ortak metin olması açısından baktığımızda, ortak paydalarda anlaşmaya çalıştıkları belli. Yani zor bir konu bu: Bu kadar farklı siyâsî tandanslardan partilerin bir araya gelmesi. Tabiî ki ana çerçeve, parlamenter sisteme dönüş, demokratikleşme, hukuk düzeninin geri getirilmesi, kurumların güçlendirilmesi — ki dış politika boyutunda da, kurumların, özellikle Dışişleri Bakanlığı’nın ve Savunma Bakanlığı’nın rolü, TSK’nın rolünün tekrar Dışişleri ve bürokraside tesis edilmesi konularında mutâbakat sağlıyorlar. Benim gördüğüm: Amaçlarda net, yani hedeflerinde net, fakat metodlarında muğlak. Yani bunları nasıl gerçekleştireceği konusunda tabiî ki detaylara giremeyen bir metin. Aslında hakkaniyetli davranmak gerekilirse bu kaçınılmaz. Yani böyle metinlere genelde stratejik hedefler metni denip, metodlar konusunda tam netlik sağlamamaları normal. Metodlar nasıl oluşacak? Koalisyonun oluşup oluşmayacağı, her şeyden önce seçimleri kazanıp kazanamayacaklarına bağlı. Fakat bir niyet bildirisi. Yani İngilizce, aspirational, yani hedeflerin belirtilmesi açısından bence iyi bir çalışma olmuş, uzun bir çalışma ve benim gördüğüm dışişleri boyutu, yani nasıl olacağı konusunda da insanın kulağına hoş gelen şeyler var. Fakat nasıl yapacaklar bunları? 

Ruşen Çakır: Şimdi onların üzerinden biraz geçelim. Meselâ Avrupa Birliği ile tam üyelik sürecine sâhip çıkmaktan bahsediyor. Bu şaşırtıcı değil; zor bir şey ama şaşırtıcı değil. Ama aynı zamanda da Avrupa ile göçmen anlaşmalarının gözden geçirileceğini söylüyor — ki Avrupa için çok kritik bir husus bu. İkisini birlikte nasıl yapabilecekler? Açıkçası benim için bir soru işâreti bu. 

Ömer Taşpınar: Öyle, yani hattâ Avrupa Birliği konusunda yeterince hırslı ve heyecanlı değil metin. Yani Avrupa Birliği’ne dönmek istiyor, fakat bunu ikinci yüzyılın en büyük hedefi olarak koyuyor. Bir şekilde birinci yüzyılda Türkiye Avrupa Birliği’ne giremedi. Yani aslında bu büyük bir stratejik başarısızlık. Yani “Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, 2023 yılında Avrupa Birliği’ne üye olmasını beklerdik. Ama –meselâ– 2030’da Avrupa Birliği’ne üye olacağız, bu hedefimizdir” gibi hırslı bir dil görmüyorsun burada. İkincisi, dediğin gibi Gümrük Birliği modernizasyonundan bahsediyor, vize işlerinden bahsediyor. İşte, sığınmacılarla ilgili, göçmenlerle ilgili anlaşmaların revizyonundan bahsediyor. Ege’de Doğu Akdeniz’deki politikalar üç aşağı beş yukarı aynı; yani egemenlik hakları, kıta sahanlığı, enerji, doğalgaz paylaşım meselesi. Bu konularda aynı hedefler var; fakat metod olarak diplomasi ve diyaloğa açığız diyor. Diplomasi ve diyalog… Şimdi ben buradan ne anlıyorum? Batı’da da böyle bir algılama var: Politikalar üç aşağı beş yukarı aynı devam edecek; millî dâvâlardaki politikalarda devam edilecek, Kıbrıs’ta bir değişlik yok, Ege’de bir değişiklik yok, Doğu Akdeniz havzasında bir değişiklik yok. Ama ne var? Diyalog ve diplomasinden bahsediyor. Böyle bir metinde zâten, “Bir gece ansızın gelebiliriz” demezsin yani, diyalog dersin, diplomasi dersin. Yani diyalog ve diplomasi tamam. Demek ki Türkiye’deki politikalar üç aşağı beş yukarı, özellikle bu kemikleşmiş konularda: Kıbrıs gibi, Suriye’de terör gibi. “Suriye’de terör grupları dışında bir diyalog” diyor. Demek ki Suriye konusunda da diyalogdan yana; ama zâten Erdoğan da kendisi şu anda Başar Esad’la diyaloğa girecek konumda. “Ama terör örgütleri ile görüşmeyeceğiz” diyor. Dolayısıyla YPG/PYD ile herhangi bir şekilde diyalog yok. Zamânında Türkiye bir barış sürecine girmişti; yani Suriye’de şu anda terör olarak kabul ettiğimiz, orada PKK’nın bağlantısı olarak gördüğümüz yerde bir diyalog vardı. Yani orada diyalog dili de yok. Yani bir şekilde bu sürecin devam ettirilmesi, terörle mücâdelede nasıl daha yumuşak yöntemlerin kullanılacağı konusunda da bence yeterince güçlü bir metin değil. Ne görüyoruz burada? Burada bana göre İYİ Parti’nin birazcık bastırdığını görüyoruz. Yani biraz daha milliyetçi politikaların güçlü olduğunu görüyoruz. CHP’nin içinde de milliyetçi sert politikalar var. Dolayısıyla ben açıkçası dış politikada ciddî büyük bir değişiklik bekleyemiyorum bu hükûmetten. Stil olarak, “Avrupa Birliği’ne girmek istiyoruz, NATO’ya bağlıyız” diyor, “F-35’lere döneceğiz” diyor.

Ruşen Çakır: Onu soracaktım. F-35’lere dönmek başlı başına bir olay. Yani şimdi Erdoğan da tabiî ki F-35’lere dönmek ister, ama S-400’ler nedeniyle dönemeyeceğini biliyor, onun için F-16’lar üzerinden pazarlık yapıyor. Şimdi F-35’lere dönmek derken, S-400’lerden vazgeçeceği sonucunu çıkarabiliyor muyuz? Bu açıklıkta yazmıyor çünkü.

Ömer Taşpınar: Yazmıyor, biz bu konuyu Sayın Kılıçdaroğlu’na Washington’a geldiğinde sorduğumuzda da, “Askerlerle konuşacağız” cevâbını verdi. Yani “TSK ile konuşacağız” cevâbını verdi. Yani bu şimdi stratejik bir konu. Eğer Türkiye’de askerlerin üzerinde bir sivil otorite olacaksa –ki bu da çok önemli–, bu konuda Sayın Kılıçdaroğlu’nun, CHP’nin, İYİ Parti’nin bir stratejisi olması gerek. Rusya ile ilişkiler, Amerika ile ilişkiler konusunda bu metin ne diyor? İlginç bir şekilde, “Eşitler arası ilişki kuracağız” diyor. Yani Amerika ilişkisini eşitler arası olarak belirlemek istiyor. Rusya ile ilişkisini eşitler arası olarak görmek istiyor. Yani güçlü bir büyük Türkiye, kendine güvenen Türkiye konusu var; fakat detaylar yok. Yani S-400’ler konusunda ne yapacağı yok. Böyle bir metne o yüzden başında hakkaniyetli olmak lâzım dedim. Belki de böyle bir metne koymak çok zor bunu, yani S-400 meselesinden nasıl çıkacağını… ama benim görebildiğim, F-35’ler konusunda bu kadar iddialı bir şekilde alacağız diyorsa –ki Türkiye şu anda bırak F-35’leri, 16’ları alamıyor, F-16 alamaz bir konumda. Onu da niye alamıyor? İsveç ve Finlandiya’ya veto koyduğu için şu anda. O konuda da hiçbir şey yok. Yani ben metne baktım, sen gördün mü bilmiyorum ama, “İsveç ve Finlandiya NATO üyesi olmalıdır” diyen bir metin değil bu. O konuda da en önemli mesele şu anda Türkiye’nin karşısında ve seçimlere kadar da halledilecek bir mesele gibi değil. Dolayısıyla…

Ruşen Çakır: Peki Ömer, şunu söyleyeyim: Şimdi sen ABD başta olmak üzere Avrupa’da da Türkiye’yi tâkip eden bürokratları, araştırmacıları vs. biliyorsun ve bunların muhâlefete yönelik ilgileri çok fazla yok — daha önceki yayınlarda da bunu konuştuk. Çok da fazla merak etmiyorlardı; çünkü muhâlefet de kendini çok fazla anlatmıyordu. Şimdi böyle bir metnin diyelim ki dış politika kısmı –bir ihtimal yapmışlardır belki, yapacaklardır– yabancı dile çevrilip dağıtılsa ya da büyükelçilikler herhalde çeviriyorlardır, onları yolluyorlardır, buraya baktıkları zaman, “Aa! İşte bu!” der mi meselâ bir Washington’daki Dışişleri bakanlığı ya da Avrupa Birliği’nin önde gelenleri? Yani Erdoğan’la ya da Türkiye’de şu andaki yönetimle sorunu olan birileri gerçekten bir muhatapla karşılaştıkları düşüncesine kapılılar mı? Bu metnin böyle bir câzibesi var mı?

Ömer Taşpınar: Kısa cevap: Yok. Yani bu metnin öyle bir câzibesi yok, analizlerde hep şu noktanın altı çiziliyor: Bu bir koalisyon hükümeti olacak. Bu, ana damarını CHP ve İYİ Parti’nin oluşturduğu bir koalisyon hükûmeti olacak ve Türkiye’nin millî dâvâlar olarak gördüğü dâvâlarda –Kıbrıs olsun, tabiî ki aynı zamanda Ege, Yunanistan, Doğu Akdeniz’deki doğalgaz paylaşım meselesi ve terörle mücâdele, Suriye konusunda, PKK konusunda–, o güvenlikçi zihniyeti sorgulayacak hiçbir şey yok bu metinde. Bu metin bir bakıma Avrupa ve Amerika’daki analizi doğrulayan bir metin bu. Analiz şu yönde: Türkiye’de toplum artık gittikçe daha milliyetçi bir hâle geldi ve Türkiye’nin Batı ittifâkının içindeki rolü sorgulanır hâle geldi. Türkiye gittikçe kendisini Batı ittifâkı dışında da görebilen, kendisini büyük bir güç olarak gören, hattâ bu metinde gösterdiği gibi Amerika ve Rusya’ya eşitler arası bir diyalog olarak yaklaşan, kendini bölgede süper bir güç olarak gören bir ülke. Aslında Erdoğan’ın hakkını da vermek lâzım. Yirmi yıllık bir AKP politikasının yarattığı bir algı bu aynı zamanda. Yani bâzen bunun adına “Yeni Osmanlıcılık” deniyor, bâzen “aktivist politika” deniyor, bâzen “revizyonist politika” deniyor; ama askerî ve ekonomik olarak bugün yaşadığı sorunlara rağmen, yirmi yıl öncesine oranla, Soğuk Savaş dönemine oranla daha güçlü bir Türkiye var. Ve kendisini bölgesinde çok güçlü bir ekonomik ve askerî güç olarak görüp Avrupa Birliği ile Amerika ile ilişkilerinde ciddî sorunlar yaşayan bir ülke var. CHP ve İYİ Parti bu meselelerde daha barışçıl ve diyaloğa açık bir dil kullanabilir. Yani Batı ile ilişkilerde, NATO ile ilişkilerde, Avrupa Birliği ile ilişkilerde daha barışçıl ve diyalog ağırlıklı bir stil kullanabilir. Ama temelde tâviz verecek bir hükûmet değil bu. Yani S-400’ler meselesinde olsun, PKK ile mücâdele konusunda, Suriye’ye yaklaşım konusunda olsun, Kıbrıs meselesinde olsun, Yunanistan ile ilişkilerde olsun, bu hükûmet aslında Türkiye’nin bazı kemikleşmiş politikalarını devam ettirecek bir hükûmet olacak. Ve baktığımızda, veri olarak da şu var: Yani Kılıçdaroğlu meselâ aslında çok militarist bir lider değil, fakat Erdoğan’ın “Bir gece ansızın gelebiliriz” dediği Ege Adaları konusuna nasıl cevap veriyordu? Yani ben Kılıçdaroğlu’na baktığımda, CHP’nin içindeki başka liderlere de baktığımda, “Yapabiliyorsan yap” diyen bir lider. Yani Kıbrıs’ta yaptığımız gibi yapalım o zaman, zamanında Ecevit nasıl yapmıştı? Öyle bir gece ansızın filan değil, çıkmıştı adaya. “Biz buradayız, askerimizle buradayız” demişti. Yani “Konuşacağına yap” diyen, daha sert, daha şâhin politikalar izleyen bir dil kullanabiliyor. Zîra aynı zamanda baktığımızda, Avrupa Birliği konusunda da sert konuşabilen bir dil bu. “Göçmenler anlaşmasını yırtıp atacağız” diyordu; şimdi “Revize edeceğiz” diyor. Bir bakıma orada da Avrupa’ya tâvizler vermiş bir AK Parti görüyor. Bu konularda sert duracak bir hükûmetin Suriye meselesinde, PKK ile mücâdele meselesinde, Rusya ile ilişkiler meselesinde geri adım atması çok kolay değil. Dolayısıyla Batı’daki algı, Erdoğan gittikten sonra dış politikada ciddî bir değişiklik olmayacak. Nerelerde değişiklik olacak peki? Aynı Türkiye olmayacak. Daha demokratik bir Türkiye olacak. Niye daha demokratik bir Türkiye olacak? Çünkü Erdoğan gibi her şeyi domine edebilen bir lider olmayacak. Yani hukuk devletinin geri gelmesi, kurumlaşma, kurumların güçlendirilmesi. Meselâ metinde Dışişleri Bakanlığı’nın güçlendirilmesiyle ilgili bir konu var. Diplomasi akademisinin kurulmasından tut aa bütçenin artırılmasına kadar. Bu ne demek? Yani tek adam rejiminden, tekrar kurumların güçlendiği bir Türkiye’ye gidiş. Savunma Bakanlığı meselesi var. Meselâ Savunma Bakanlığı darbe sonrasında ne yapmıştı? Kuvvet komutanlarının hepsi Savunma Bakanlığı’na bağlanmıştı. Şu anda kuvvet komutanlarının tekrar TSK’ya bağlanmasını isteyen bir metin bu. Yani tekrar TSK’nın da güçlenebileceği, kurum olarak ve Savunma Bakanlığı ile TSK arasındaki hiyerarşinin tekrar TSK’nın lehine dönebileceği bir metin de aynı zamanda. Dolayısıyla Türkiye’de askerin gücünün de bir bakıma geri geldiği bir Türkiye olabilir bu. Ben bunu Kılıçdaroğlu’na Washington’a geldiğinde sorduğumda da hissettim. “S-400 meselesini askerlerle konuşacağız” demesi, bu konuda aslında kendisinin belki de çok oluşmuş bir fikri olmadığını, İYİ Parti’nin de fikri olmadığını gösteriyor. Yani tekrar TSK’nın, tekrar belki Dışişleri Bakanlığı’nın, belki de bürokrasinin güçleneceği Türkiye’ye dönebiliriz. Bunlar önemli değişiklikler olabilir; ama Kürt meselesinde PKK ile tekrar bir diyalog süreci yaşanır mı? Suriye konusunda YPG’nin de masada olacağı, Kürtler’in de masada olacağı bir diyaloğa gidilir mi? Avrupa Birliği konusunda, Gümrük Birliği konusunda, Kıbrıs’ın Gümrük Birliği içinde olması nedeniyle Kıbrıs Rum kesimi –ki orada uluslararası toplum tarafından tek tanınmış hükûmet bu–, onlarla da diyalog kurulur mu? Yani Gümrük Birliği’nin ana meselesi, Türkiye, Gümrük Birliği’nin içinde olan Kuzey Kıbrıs’ı tanımıyor. Yani bu konularda yeni bir şey söyleyecek bir metin yok ortada. Bu koalisyon hükûmeti dolayısıyla birçok konuda niyet olarak, stil olarak farklı olabilir, ama bana göre sorunlara bambaşka bir yaklaşım çözüm üretecek bir yaklaşımı da görmüyorum ben bu metinde açıkçası. 

Ruşen Çakır: Evet Ömer, çok teşekkürler. Bu hafta burada nokta koyalım, Gönül’e de buradan selâm yollayalım. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.