Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker ile Hukuk ve Demokrasi (112): Daha kaç musîbet gerek bize?

Doğanın neden olduğu en büyük, en acılı olanlarından birini yaşıyoruz. Bu tecrübe bize ister istemez, “bir musîbet bin nasihâtten evlâdır” deyişini hatırlatıyor. “Bu kaçıncı musîbet?” diyebiliriz ve haksız da olmayız. En yakın örnek 2020 İzmir. Daha geride 1999’da yaşanan deprem faciaları var. Daha geriye giderek, Cumhuriyet dönemi boyunca pek çok “musîbet” yaşadığımız açıkça ortaya çıkar. Musîbetler, irili ufaklı, sürekli tekrarlanıyor ama “bin nasihatten evlâdır” deyişindeki “ders alınıp, tedbirli olmaya gayret etme” anlamında pek de bir aşama kat ettiğimiz söylenemez. Zaman içinde gelişen bilim ve teknoloji ile birlikte, bu gelişmeleri âfetleri daha hazırlıklı, daha tedbirli bir biçimde karşılamaya yönelmekte başarılı değiliz. Bu başarısızlığın temel sebeblerinden biri, menfaatçı zihniyet yapısı. “Zihniyet” tek başına bir sebeb değil, olamaz da, böylesi bir idealist tez ileri sürmüyorum. Ancak, menfaatçı zihniyetin, kâr güdüsünü her şeyin önüne koyan, kamu yararını olabildiğince geri plâna iten kapitalizmde olabildiğince palazlandığı da ortada. Kökünde kapitalizm ve özellikle de onun “neoliberal” versiyonu olmakla birlikte, dünyâ üzerindeki her toplumda benzer doğal âfetler bizdeki gibi devâsâ yıkımlarla, onulmaz insânî dramlarla birlikte yaşanmıyor. Neden?

Hâlen hepimizi en dramatik biçimlerde kuşatmış bulunan “deprem”le ilgili olarak, bildiğimiz şeyler var. En genel düzeyde, “Türkiye bir deprem ülkesidir” diye bir gerçeğin bilgisine sâhibiz. Türkiye’nin özellikle bâzı bölgelerinin ciddî bir deprem tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğu da bu gerçeğin bir parçası. Bu gerçekliğin bilgisine onlarca yıldır sâhip olmamızın bir dizi sonucu var. Bilimsel olarak, Türkiye’nin oldukça ayrıntılı bir deprem haritası çıkarılmış ve deprem risklerinin bölgesel hattâ yöresel ayrıntıları ortaya konulmuş, hattâ bu konuyla ilgili risk değerlendirme ve azaltma raporları da hazırlanmış. Bunlar elimizde, mevcut. En şiddetli depreme dahi dayanabilecek yapılaşmanın nasıl olabileceği bilimsel ve teknolojik olarak önümüzde
duruyor. Buna göre düzenlenmiş olduğunu söyleyebileceğimiz ciddî bir mevzûat da var. Yâni, hukuk da bunu emrediyor. Ama sonuç? Sonuç, “başarısızlık”. Neden?

Sorunun cevabı, menfaatçılıkta gizli. Kurallar, ister bilimsel gerçeği ortaya koysunlar, ister bir hukuk normu olsunlar, eğer menfaatimizle çatışıyorsa, bunları mümkün olduğu kadar yok sayarak davranma ve böylece menfaatimizi âzâmî ölçüde gerçekleştirmeyi amaçlayarak düşünüp davranıyoruz. Basit bir örnek: Yer çekimi kanunu, cisimlerin havada kalamayacaklarını, mutlaka yere düşeceklerini belirtir. Bu kanunu yok sayıp, kendimizi yüksekten boşluğa bırakmayız, çünkü ya yaralanırız ya da ölürüz. Peki, çok katlı bir bina inşa ederken onun ayakta durması için nasıl bir statik hesap, nasıl bir inşaat teknolojisi kullanılacağını bilmiyor muyuz? Bunun da ötesinde, bu binaların bir deprem ânında nasıl tepki vereceklerini de hesaplama ve ona dayanıklı bir biçimde inşâ edilmelerini sağlama konusunda da gerekli bilgi ve teknoloji birikimi yok mu? Var, ama bunların mâliyetli olması, başka zihniyet öğeleri ile birleşince, menfaatçı zihniyetin önündeki engeller kalkıyor ve yaşadığımız dram ortaya çıkıyor.

Nedir o zihniyet öğeleri? Şu akıl yürütme ülkemizde çok yaygındır: “Deprem olacak, ama ne zaman olacağı belli değil!” Bilimin bugün geldiği noktada, depremle ilgili temel gerçek bu. Uzmanlar, belirli bir yörede bir depremin olacağını kesin olarak söyleyebiliyor ve hattâ bu depremin büyüklüğünü de sağlıklı bir biçimde tahmik edebiliyorlar ama depremin zamanını
bilemiyorlar. İşte bu “eksiklik,” bizim toplumumuzda belirsiz bir gelecekte ortaya çıkabilecek bir âfet ânına hazır olmak yerine -ve bunu da “takdir-i ilâhî” ile açıklamak sûretiyle- günü kurtarmak ve maksimum kâr veyâ fayda elde etmeye yönelik. Bu nedenle de, depremle ilgili mevzûatın gerektirdiği koşulların dışında davranmak tercih edilirken, bu tür davranışı imkânsızlaştıran yolları bulmaya yöneliyoruz.

Bu zihniyet ve yönelişin, inşaat sektörünü ekonomik büyümesinin lokomotifi yapmak gibi bir tercihle belirlenen siyâsî tercihle birlikte yol açtığı bir faciâdır bugün tanık olduğumuz. Bunu iyi görmeli ve bundan böyle beşeriyetin en ileri bilimsel ve teknolojik kazanımları doğrultusunda hazırlanmış veyâ hazırlanacak hukuk düzenine ve uygulamaya sâhip olmanın önünü açacak yeni bir toplumsal-siyâsî örgütlenmeyi hayata geçirmeliyiz.

Âfetin ardından yaşadıklarımız ise, henüz bu noktada olmadığımızı gösteriyor. İlk günlerde açıkça görülen organizasyon ve koordinasyon eksikliklerinin ardından, devlet yönetiminin en anlamlı tepkisi OHAL îlân etmek oldu. Bu, mümkündür ama gerekli miydi, tartışılır. Aksaklıkların aşırı merkezîyetçilikten kaynaklandığını görememek gibi bir büyük eksiklikle mâlûl olan bu yaklaşımın, yakın geçmişteki OHAL hukuksuzluklarını çağrıştırması da ayrı bir sorun. İlk işâretler, OHAL ile birlikte ortaya çıkan durumun, siyâsî menfaatin hukukun önüne koşulduğuna işâret ediyor. Ne olduğu tam anlaşılamayan bağış toplama kampanyası ile ilgili olduğu düşünülen bir Cumhurbaşkanlığı Kararnâmesi ile, Bankacılık Kanunu’ndaki açık bir hükmün bertaraf edilmesine çalışılıyor. OHAL CBK’larının AYM tarafından denetlenemeyeceğine güveniliyor olmalı.

OHAL altında veyâ değil, yargı denetimine kapalı başka hususlar da var. Bunlardan biri TBMM kararlarının, istisnâlar dışında, AYM denetimine kapalı olması. Bir diğeri de YSK kararları. Bu iki nokta, yaklaşan seçimlerle ilgili tartışmayı etkileyebilecek bir potansiyele sâhip. Örneğin TBMM’nin toplanıp seçimleri erteleme kararı alması mümkün ve bu karar AYM tarafından denetlenemeyecek. Bu durumda, seçimlerin ancak ve ancak savaş sebebiyle ertelenebileceğine dâir AY kuralı ihlâl edilmiş olacak. Benzer bir biçimde, YSK da seçimleri güvenlik içinde ve düzgün olarak yapamayacağını ileri sürerek bir erteleme kararı alırsa, bunun da denetlenmesi ve düzeltilmesi mümkün olmayacak. Yaklaşan seçimlerin AY değişikliği ile ertelenmesini talep eden Bülent Arınç, son olarak, TBMM’de böyle bir AY değişikliğiyle erteleme olmazsa, başka yollar denenebilir derken, bunları kastetmiş olabilir mi? Belki. Her hâlükârda talep edilen ertemele, siyâsî iktidarın kendi menfaatine aykırı olduğunu düşündüğü AY ve hukuk kurallarını hükümsüz kılmak istemesine yeni ve çok vahim bir örnek oluşturuyor.

*Bir musîbet bin nasihatten evlâdır!” demişler ama, bize daha kaç musîbet gerek, galiba belli değil!

Prof. Levent Köker, Hukuk ve Demokrasi’de değerlendiriyor.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.