Deprem ve “kader planı” | Mustafa Öztürk ve Ruşen Çakır tartışıyor

Ruşen Çakır ve ilahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk; deprem felaketinin sonuçlarını, İslam dininde “kader” kavramının yerini, kader konusundaki farklı yaklaşımları, “kader planı” ifadesinin nasıl anlaşılması gerektiğini konuştu. Prof. Dr. Öztürk, afetten zarar görenlerin öfkesini karşılayamayan siyasi iktidarın, din ve inanç üzerinden baskı yaratarak, dinin “müsekkin” (sakinleştirici) özelliğini kullanma yoluna gittiğini belirtti.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Prof. Dr. Mustafa Öztürk konuğumuz. Kendisiyle depremi konuşacağız. Tabiî ki olayı dinî ve İslâmî yönleriyle konuşacağız. Hocam, merhaba.

Mustafa Öztürk: Merhaba.

Ruşen Çakır: Çok büyük bir acı yaşıyoruz. 40 bini aşkın vatandaşımız, kardeşimiz hayâtını kaybetti. Sayı daha da artabilir ve günlerdir bu gündemimizde. Bu olay birçok boyutuyla gündemde. Tam da olayın İslâmî boyutu diyeceğim ama, İslâmî boyutu diye bir şey yok. Deprem depremdir. Ama bu olayla berâber birçok şey de gündeme geldi. Başlığa çıkarttığım bir lâf var: “Kader planı”. Açık söyleyeyim, bunca yıllık hayâtımda, “kader planı” diye bir kavramdan haberim olmadı. Kader diye bir şey biliyorum; ama kader planı, herhalde günümüze özgü bir şey. Ne diyorsunuz? Bu âfetler söz konusu olduğu zaman, kader bunun neresinde duruyor?

Mustafa Öztürk: Biz insanların, sınırlı süreli bir varlık olarak bu dünyada bulunmamız kader. Bu dünyanın kuruluşunda, düzeninde, jeolojisinde deprem gibi bir hâdise yaşanacağına ilişkin gerçeklik, fizikî bir kader. Kader, özellikle Kur’an-ı Kerim’de kullanıldığı şekliyle, bir şeyin bir limitinin, bir ölçüsünün, bir miktarının bulunması demek. Yani bu dünyanın yaratılış tasarımında, depremin şunun bunun bir algoritması var. Bunlar kader. Ama burada kastedilen kader öyle değil. Bütün insânî kusurları, insanın sorumluluğu içerisinde bulunan bütün unsurları sıfırlayarak, tamâmen Tanrı’nın mutlak ve sıcak irâdesiyle yeryüzüne müdâhalesi şeklinde anlaşılan bir kader var ki, biz bu kadere İslam düşünce tarihinde “Cebriyye” diye isimlendirdiğimiz, yani “İnsanoğlunun yeryüzündeki hayat sahnesinde sıfır irâdesi olduğu” tezini öne süren anlayışın yansıması olarak görüyoruz. Böyle bir kaderin Kur’an-ı Kerim tarafından da mâkulleştirilerek temellendirilmesinin imkânı ve ihtimâli yok. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in yüzlerce âyetinde, insanın irâde-i ihtiyârî, yani bilinçli eylemlerinden ve bu eylemlerinin netîcelerini göreceğinden söz ediliyor. Sâdece bir âyete atıfta bulunmaz. Hem bireysel tarafı var hem toplumsal tarafı var. Ra’d Sûresi’nin 11. âyetini hatırlayalım: “İnnallâhe lâ yugayyiru mâ bi kavmin” diye başlar, “hattâ yugayyirû mâ bi enfusihim” diye devam eder. Anlamı şudur: Bir toplum kendini değiştirip dönüştürmedikçe Tanrı, Allah o toplumu durduk yere değiştirip dönüştürmez. Yani Allah, bir toplumun kara kaşına, elâ gözüne, hatırına bakarak müdâhalelerde bulunmaz. 

Nitekim Uhud Savaşı gerçekleştiğinde ve Müslümanlar yenildiğinde, dağıldığında, “Allah Allah! Hani Allah bizim yanımızda olacaktı?” diye homurdanmalar başladığında, Kur’an’ın onlara verdiği cevap şudur: “Size adam gibi tâlîmat verildi, ne yapmanız gerektiği söylendi. Ama siz eyyamcılık yaptınız ve sonuçları ile de karşılaştınız. Dolayısıyla bu zaferi siz sâdece Müslüman kimliği taşıyorsunuz diye size vermekle mükellef değil, böyle bir borcumuz yok. Kim üstüne düşenleri yaparsa sonuçlarını görür, yapmazsa da görmez. O zaman zaferi sizden alır, ötekinin eline veririz. Burada Müslüman, kâfir ayırt etmeden, başarıyı, galibiyeti, muzafferiyeti elden ele geçiririz” diyor. 

Kısacası, “kader planı” denen sözle, devletin geç kalması ve ihmalkârlığı, kurumların laçkalığı karşısında, milletin biriken öfkesini karşılayamayacağını gören siyâsî irâde, hemen dinî inancın üzerinden karşıdaki toplumun veya halkın üzerinde inanç baskısını kullandı. Bilirsiniz, bu topraklarda din, müsekkin, yani sâkinleştirici yerine geçer. Din sâkinleştiricisinin içerisindeki en etken madde kaderdir. Nasıl Parol ilâcında en etken madde parasetamol ise, dinde de kaderdir. Kaderi onun üzerine havâle edince, öfkeyi yatıştırmak için  –bizim oraların tâbiriyle: “gadayı almak, gadayı salmak”– böyle bir tâbir kullanıldı. Son derece politik taktik bir ifâdeydi. Çünkü biz, bizzat bunu söyleyen zâtın ağzından, 2003 Bingöl depreminde “Peki bu yaşanan neydi?” diye sorulduğunda, “Burada fay çatlamadı, ar çatladı. Burada bir haydutluk var, hırsızlık var, ahlâksızlık var, yolsuzluk var” diye bir güzel sıraladığını duyduk. Devâmında da, son cümle olarak fezleke cümlesini şöyle bağlamıştı: Ne demişti o zat? “Olay ‘kader’ diye öyle geçiştirilebilecek bir olay değil” demişti. 

Deprem aynı deprem. Sadece aradan 15-20 yıl zaman geçmiş. Şimdi neden kader oldu? Oradaki ahlâksızlık, hırsızlık, yolsuzluklarda hiç “Allah irâdesi, Allah yaptı, Allah’tan geldi” diye bir konu yok. Eğer Allah’ın bu şekilde âfet planlamaları var idiyse, Japonya’da 7.5, 7.6 depremler yaşandığında, bir kız çocuğu resim çizerken boya kâğıda bulaşmasın diye kenara kaldırıp sâkince beklerken ve kendini gayet güvende hissederken, burada, bugünkü sayıyla 41 bin küsur kişinin enkaz altında bağıra bağıra can vermesinin hangi Allah’a, hangi ahlâka, hangi ilâhî adâlete sığdığını, bu kader plancılarına sormak gerek.

İki büyük deprem oldu üstâdım. Dünya târihinin gördüğü ve göreceği en büyük depremlerden biri. Google’ı açın, bakın. Maksimum 3000 kişi yaralı, 1500-1600 kişi ölmüş. O da, denizde, ters dalgaya, tsunamiye yakalananlar… Karada neredeyse ölüm yok. 9.2’den bahsediyoruz. “Bu Allah’ın kader planı Anadolu coğrafyası üzerinde mi sınanıyor?” diye sorarlar insana. Dolayısıyla burada “kader” diyerek Cenâb-ı Allah’a bir iftirâ, bir bühtanda bulunulmuştur.

Ruşen Çakır: Peki, şöyle bir şey sorabilir miyim? Depremin yaşandığı coğrafyada, ana hatlarıyla baktığımız zaman, muhâfazakâr kimliğiyle çok öne çıkan yerler doğrudan zarar gördü. Türkiye zâten genel olarak muhâfazakâr bir ülke ve büyük ölçüde kadere inanan insanlar söz konusu. Ama bir yandan da şöyle bir şey var: Diyelim ki birisi bütün âilesini kaybediyor. Çoluğunu çocuğunu kaybediyor ya da babasını, eşini kaybediyor ve ondan sonra da “kader planı” diyor. Burada ontolojik bir sorun yok mu? Ontolojikten kastım şu: Kadere de inanan bir insan, bu olay karşısında bunu kadere bağlayıp kurtulamıyor ki. Tam anlatamıyorum, zor bir soru, ama ne dediğimi anlıyorsunuz.

Mustafa Öztürk: Hocam, ben aslında burada dinin ontolojisine dâir konuşuyorum. O insanın zihninde en başından beri oluşmuş din anlayışının ontolojisinde sorun var. Biz hayatta hemen hemen tüm yapıp ettiklerimizi bize öğretilmiş kodlarla sürdürürüz. Yani biz dünyaya gözümüzü açtığımız andan îtibâren, insan irâdesinin neredeyse Tanrı’nın mutlak irâdesi karşısında sıfırlandığı, Tanrı’nın irâdesinin içinde un ufak edilip ezildiği bir insan ve teoloji doktrinine sâhibiz. Bizim teolojimizde insan yoktur. Yani Sünnî teolojide biraz Mâtürîdilik kem küm etmiş, ama bizde Eş’arî daha doktrinel olarak hâkimdir ve orada Tanrı’nın irâdesi insanı silip süpürür. Dolayısıyla biraz ironik, ama böyle bir öğretilmiş çâresizliğin içerisinde Allah’a sığınarak, bir huzur iklimi yaratmaya çalışıyor. Yani hem Tanrı’nın korkunç irâdesi altında eziliyor, her türlü âfet ve musîbeti ona bağlıyor, hem de ona sığınarak kendini avutmaya çalışıyor. Bu, Stockholm Sendromu’na da biraz benziyor desem mi, demesem mi bilmiyorum. Ama bunun ironik olduğu kesin. Dolayısıyla bu yapının yapısökümüne uğratılma ihtimâli kısa zamanda zor. Ama bu deprem, o muhâfazakâr dünyanın ve insanın epey bir zihninde, “Yok artık! Yok… Bu, öyle ilâhî kadere yaslanarak îzah edilecek bir durum değil” gerçeğinin, onların zihninde ufak da olsa bir şimşek çaktırdığı kanaatindeyim. Çünkü orada yaşanan ihmallerde, 48 saat geçtikten sonra bile devlet kurumlarının organize olarak yardım eli uzatamamasının verdiği sonuçları yaşadılar. Bunun neresinin kader olabileceğini azıcık akıl fikir edenler sorgulamaya başladılar. 

Ruşen Çakır: Türkiye’de muhâfazakâr dindar insanlar, genel olarak aynı zamanda devlete de çok bağlı insanlar. Çok radikal örnekleri saymazsak, devleti dinin ve kendilerinin koruyucusu olarak görüyor ve devleti korumak için de birçok şeyden fedâkârlık edebiliyorlar. Burada yaşanan bir olay var ve tam ihtiyâcı olduğu anda devletin yanlarında olmadığını görüyorlar. Bu kırılma, sonuçta bir şeyleri değiştirebilir mi? Yoksa bir şekilde yine kol kırılır yen içinde mi kalır?

Mustafa Öztürk: Benim gözlemim şu: Televizyon kameralarının kadrajları oradaki manzarayı, etrâfı göstermese de, oraya bizzat fiilen gelen insanların gözlemlerinden elde ettiğim şekliyle, çoktan bir kırılma olmuş bile. Dolayısıyla Maraş, Urfa, Adıyaman –Hatay’ı biraz istisnâ tutuyorum–  gibi muhâfazakâr oy deposu olarak görülen o yerlerin, yakınlarda ortaya çıkacak kamuoyu yoklamalarında ve muhtemelen ilk seçimde, kırılmanın sonuçlarını da berâberce göreceğiz diye ümit ediyorum.

Ruşen Çakır: Peki, burada nasıl ve ne tür sorgulamalar oluyor? Şöyle bir şey de söyleyeceğim: Kendi îmânını sorgulamak mı, yoksa olayı tamâmen dinî alanın dışında, siyâsî alana taşıma eğilimi mi öne çıkacak?

Mustafa Öztürk: Üstâdım, burada örgütlü ve organize değil, tek tek bireysel olarak yaşanan acının ağırlığına ve ağırlık katsayısına göre, kötülük problemi (teodise) dediğimiz o felsefî teolojik probleme denk genel sorgulamalar mutlaka yaşanıyor ve yaşanacak. Yani: “Ya Rabbi, bu neydi? Senin merhametin, rahmetin buna nasıl müsaade etti?” diye, içten içe kişisel sorgulamalar, isyanlar, çığlıklar olacak. Belki nâdiren de, ateistken de bunları görüp Tanrı’ya bir yöneliş, bir sığınış, bir acziyet içinde ters istikamette de yöneliş olabilir. Bu insânî durumlar sayısızdır; her şey olabilir. Ama organize, örgütlü olarak inancın sorgulanmasından ziyâde, bu kader konusu üzerinden yapılan açıklamaya yönelik bir tepki ve dolayısıyla bu tepkinin siyâsal yansıması olacak. Bu arada, buradan bir dolaylı çıktı olarak da çoğu insan, “Yok arkadaş! Böyle bir kader anlayışı olmaz” diye zihnindeki o kader tasavvuruyla da belki hesaplaşmaya başlayacak diye düşünüyorum. Doğru kader anlayışının ne olduğunu ve ne olmadığını belki bulamayacak, ama “Kader planında bunlar var” denen şeyin üzerinden, “Yok arkadaş, benim inancımda böyle bir kader planı yok” diye sorgulayacak.

Çünkü sâhada gördüklerim, ihmallerin, yetersizliklerin, kusurların Allah ile irtibatlandırılabilecek bir tarafının olmadığını çıplak gözle anbean yaşamış insanlara, kalkıp bir kelimede “Bu iş kader planı” diye îzah ederseniz, sağduyusu, akl-ı selîmi olan hiçbir insan bunu kabullenmeyecektir. Dolayısıyla hem siyâsî olarak tepkisini bilâhare gösterecektir, hem de zihnindeki kendisine yönelten, “Kader bu işte” denilen şeyi asla benimsemeyecektir. Ben böyle düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Bu deprem boyunca bir yandan Diyânet’in, diğer yandan birtakım İslâmî cemaatlerin verdiği cevapları ya da yapıp ettiklerini gözleme imkânınız oldu mu? 

Mustafa Öztürk: Biraz oldu. Meselâ en başta o okunan salâ neydi? Yani “Siz ölün, biz de peşinen salânızı verelim” mi demek istediler? Hakîkaten neyin salâsı bu?  Bizim geleneğimizde salâ, daha çok, ölenin ölüm îlânının dinî duyurusu gibidir. O neydi? Ben akıl sır erdiremedim. 15 Temmuz’da ortaya çıkan böyle bir salâ geleneği… orada bayrak, vatan, ezan gibi semboller üzerinden, belki halkı motive etmek için yapılmıştı. Biliyorsunuz ezan, vakitli bir şeydir. Onu yapamadılar, salâ verdiler. Halkı darbeye karşı cûşa getirmek için bir motivasyon gibi. Onu anladık. Ama on binlerin, yüz binlerin enkaz altında kaldığı sırada, ölüm îlânı gibi salâ vermek… Bu neydi anlamadım. Diyânet böyle, düşünmeden taşınmadan, tuhaf, saçma sapan işler yapmaya devam ediyor.

Bir başka şey: Şu anda bunun tartışması çok çirkef bir boyuta taşındı. Yani, “Siz sapıksınız, gidin porno sektörüne girin” şeklinde sarf edilen söz. Bir tarafı böyle gidiyor, öbür tarafı, “Sen kimin çocuğusun?” şeklinde gidiyor. İş çok seviyesiz bir hâle geldi. Bu ülkede 13-15 milyonu doğrudan vuran bir âfette bile, her ne kadar alt tabanda milleti dayanışmaya sevk etse de, üstteki siyâsî kutuplaşma korkunç boyutlarda. Bu kutuplaşmanın bu kadar keskinleşmesi, belki de Cumhuriyet târihinde ilk defâ, son 20 yılın, özellikle son 10 yılında kademeli olarak yaşandı. Dolayısıyla bu siyâsî iktidardan bize mîras kaldı. Burada bile öfke nöbetleri ve cinnet geçirme seviyesinde tartışılıyor. Ben işin bu çirkeflik boyutuna varmadan şunu söylemek isterim: Diyânet’in “koruyucu âile” bağlamında, oradaki kimsesiz, sâhipsiz çocuklara sâhip çıkılması konusundaki fetvâsı gayet güzel. Bunu evlâtlık kurumu, yani tebennî denen kurumla bağdaştırarak, fetvâyı verdi. Güzel. Ama bu fetvânın devam eden cümlesinde, “Evlât edinen kişiyle, evlât kabul ettiği çocuk arasında evlilik mânisi yoktur” diye oraya bir cümle sıkıştırmanın amacı, gayesi neydi çok düşünüyorum. Kıyâmet sahnesi gibi yaşanan bu hengâmede, insanların annelerini babalarını, babaların çocuklarını yitirdiği kaybettiği bir yerde, toplumu, evlâtlık gibi bir insânî kuruma motive etmek isterken, “Ama bakın, alırsanız evlilik mânisi de yoktur” demeyi de oraya eklemek hangi zihnin ürünü diye çok düşünüyorum. Çok çirkin, çok sakil oldu. 

Ama benim buna dâir bir analizim var. Komplo teorisi yapmayacağım, biraz psikanaliz yapacağım izniniz olursa. Bu fetvâyı kurul üyeleri veriyorsa, bu kuruldaki kişiler, genellikle Temel İslâm Bilimleri alanında ve özellikle de İslâmî alanda, fıkıh alanında, Kur’an alanında yeni yorumlara mümkün mertebe kapalı görüşleriyle tanınan kişilerden seçiliyor. Bu insanlar, her ne kadar isimlerinin önlerinde Prof., Doçent gibi unvanlar yazsa da, bizim Karadeniz’deki Of medreselerindeki molla kafasındaki adamlardır. Bunların sosyal psikolojiyle, beşerî bilimler dediğimiz sosyoloji ile, felsefe ile çok alışverişleri ve zihin alışkanlıkları olmadığı için, “Ben şimdi hangi cümleyi kullanırsam, bu, toplumsal vicdanda nasıl karşılık görür?” gibi ince fikirleri de olmadığından, bunlar, önlerindeki Arapça metinle, medresede Hoca ile karşılıklı mütâlaa eder gibi, “Kurtubî’nin bilmem ne tefsirinde evlâtlıkla ilgili olarak ‘evlilik mânisi yoktur, evlenebilirsiniz’ diye bir cümle var. Alalım o cümleyi buraya koyalım.” Bunu yaparken, onların da aklına, “Alın, yarın yaşı tuttuğunda karınız yapın” diye böyle ham, çiğ, çirkin, artniyetli bir fikir geldiğini düşünmüyorum. Ama zihinleri o kadar sakil, o kadar skolastik, kafa yapıları o kadar kalın ki, bunu buraya yazarken böyle bir acının kol gezdiği bir ortamda, şunu söylemenin zamanı mı? Bir çocuğu evlâtlık edinen kişinin aklına, “Sayın Diyânet yetkilileri, ‘Bu, yarın olgunluğa geldiğinde bir de evlenebilir miyim?’ diye bir soru gelir mi?” deyip utanması, eğer kaynaklarda varsa da onu kaldırıp bir kenara koyması gerekirken, sakilce olduğu gibi oraya boca ediyor. O lâfın nereye gideceğini, nasıl bir tepkiye mal olacağını düşünmüyor. Dedim ya, bu da, felsefeden, sosyolojiden, sosyal psikolojiden, antropolojiden tamâmen nasipsiz, sâdece Arapça metni iyi söken, iyi okuyan, zihni Ortaçağ skolastik fıkıh kitaplarının içinde dolaşan bir kalın kafalılıktan çıktığını düşünüyorum. Aslında bu bir ahmaklık sorunu, başka bir şey değil.

Ruşen Çakır: Hocam, bu yaşanan büyük felâketin Türkiye’ye muhtemel etkilerine değindiniz, ama genellikle şöyle bir anlayış var: Böyle büyük şoklar yaşıyoruz; “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diyoruz; ama bir süre sonra her şey bıraktığımız gibi, hattâ belki daha kötü bir şekilde seyrediyor. Bu olayın, insanların dünyaya bakışında, devlet-toplum ilişkisine bakışında, bir de yaradan-kul ilişkisine bakışında nasıl bir etkisi olabilir? Bir de tabiî şunu da özel olarak sorayım: Var olan İslâmî birtakım yapıların Türkiye’deki varlığını nasıl etkiler? Cemaatleri kastediyorum.  

Mustafa Öztürk: Cemaatler yine sâhaya geldiler ve kendilerini gösterdiler. Dolayısıyla şu anda cemaatlerin geleceğini şöyle etkiler böyle etkiler diyemeyeceğim. Şöyle söyleyeyim: Sivil düzeyde de inanç sorgulamaları olacak; hem inanca yaklaşma hem inançtan uzaklaşma boyutunda olacak. Bu deprem elbette burada da kırılmalar yaratacak. Ama ben Türkiye’deki bütün kırılmaların ve yapışmaların, devlet ve siyâset erkiyle doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Birinci ve en önemli etki şu olabilir: Bu deprem etkisi, mevcut iktidârı sallayıp silkeler mi? Ne kadar sallar silkeler bilmiyorum, ama hakkında pozitif bir sonuç değil, negatif sonuç üretecektir; bunun oranını bilemem.

Ayrıca, bu yakın vâdede seçim gerçekleşirse ve bu iktidar, siyâset el değişimine bağlı olarak, Türkiye’de bu deprem etkisiyle birlikte oluşacak zihinsel soruların da, dinî soruların da, cemaat ve tarîkat yapılarının da adamakıllı gözden geçirileceğini, masaya yatırılacağını düşünüyorum. Her ne kadar Altılı Masa’daki bazı sağ partiler, gene de el freni olmaya çalışıp, “Dokunmayın, onlar da STK’dır, bizim kültürümüzün parçalarıdır” diye uğraşsalar da, kesinlikle şu andaki kadar arsız, şımarık ve sorumsuz davranamayacakları kesin.

Tekrar söyleyeyim: Biz, Türk an’anelerinden beri, böyle bir otoriter, monarşik yapıya yatkın olan bir toprağın, bir milletin evlâdıyız. Dolayısıyla başkanlık sisteminden parlamenter sisteme de geçsek, ileri düzeyde demokrasiye de evrilsek, ne olursa olsun, Türkiye’de hâlâ o Batı’daki gibi bir aydınlanma gerçekleşmediği sürece, yine de Türkiye’deki dinî alanda, siyâsî alanda, akademik alandaki değişim ve dönüşüm süreçlerinin kesinlikle tetikleyici ve muhârip gücü, siyâsî iktidârın istikametidir. Siyâsî iktidar hangi istikamette yol almak isterse, Türkiye’de akademisi de, şusu da busu da büyük ölçüde ona göre şekillenir. Diğer gruplar, bundan bağımsız gruplar hep marjinalliği temsil etmiştir. Geçmişte sol hep marjinal kalmıştır. Meselâ İslâmcılar AKP öncesinde hep kıyıda köşede kalmışlardır. Şimdi iktidar oldular ve otokrasinin, totalitarizmin, hattâ faşizmin en iyi temsilini gösteriyorlar. Bu, ayrı bir mesele. 

Tekrar başa döneyim: Türkiye’de siyâsî iktidar erkine bağlı olarak alttaki mekanizmalar harekete geçer ya da geçmez. Tarikatların ne olduğuna, ne olacağına dâir topyekûn veya gözle görülür, hatırı sayılır bir değişim, dönüşüm istikameti bekliyorsanız veya dinî alanda birtakım bakış açılarında paradigma değişiklikleri yaşanır mı diye düşünüyorsanız, ne yazık ki kendi iç dinamiklerinden çıkıp, gelişip, toplumda ses getirecek bir seviyeye varamıyor bu ülkede. İktidar alan açarsa, bunlar da kendine alan ve yaşam alanlarını bulabiliyor. Ne yazık ki böyle. Bu süreçler keşke kendi iç dinamikleriyle olsa; siyâsetin etkisinden, yönlendirmesinden bağımsız yaşanabilse. Onun için herkes, “Türkiye’de siyâsî iktidar el değiştirirse, birçok şey de yön değiştirir” beklentisi içinde.

Ruşen Çakır: Son olarak şunu sormak istiyorum. Kılıçdaroğlu depremin ilk günü, geceyarısı bir video çekti ve orada, “İktidarla aynı hizâda olmayacağız. Bu konu siyâset üstü değil” diyerek radikal bir kopuş sergiledi.  Yani “Siyâsî ayrımları bir kenara bırakalım. Hepimiz kardeşiz” yaklaşımında bulunmadı, doğrudan iktidârı sorumlu tuttu. Aslında bunun çok zor bir karar olduğunu tahmin ediyorum, ama o çizgisini de muhâfaza etti. Bu çizgi Türkiye’de nasıl karşılık bulur, ya da buldu?

Mustafa Öztürk: Ben bu çizginin en az %40’da karşılık bulduğu, yani olumlu karşılık bulduğu kanaatindeyim. Keşke Meral Hanım da o direnci, o dili, hizâlanmayı reddeden bir tavrı sergileseydi. Ama belki de toplumun nazarında, o yüzer-gezer, kararsız diyebileceğimiz, belki %15-20’lik oyu dikkate alarak, “Birimiz sert polisi oynasın, birimiz de yumuşak, uzlaşmacı polisi oynayalım” diye bir karşılıklı stratejiydi belki. Ama sanmıyorum. Meral Hanım, milliyetçi damardan gelen kodları sebebiyle, devlet-millet meselesinde daha iktidâra yakın veya sıcak bir dil kullandı ve Altılı Masa’daki duruşunu da bence biraz ihlâl etti. 

Kemal Bey çok kararlı durdu. Helâlleşme üslûbu ve projesiyle “Kutuplaşmanın önüne geçelim, bu toplumu bir dinginleştirelim” demesine rağmen, burada o kutuplaştırmayı keskinleştiren böyle radikal bir tavır alması, belki de havaya, atmosfere, güne uygun bir şeydi. Ama radikal bir tavır sergiledi. Çünkü karşılıklı ciddî bir öfkeleşme var ve bu, baldan tatlı geldi. En azından %40-45’lik, hattâ sol cenahtan olup da, “Biraz fazla yumuşak ve tavizkâr gidiyorsun” deyip böyle tereddütler yaşayan kitleyi de konsolide etti diye düşünüyorum. Bu, muhâfazakâr kesimden oy koparır mı? Yumuşak kullandığında da pek koparmadı. Zâten orada %30 sabitlenmiş çelik gibi bir yapı var. Türkiye’de depremi fiilen yaşamamış olan, ama insânî, vicdânî derinliği fazla olan insanlar üzerinde de ihmallere, beceriksizliklere, liyâkatsizliklere dâir olumsuz bir etkisi oldu. Bunların çok çarpıcı örneklerini gördük, AFAD’ın başındaki adamın kariyerine baktık: AFAD’ın, yani âfetlere müdâhale etmenin genel müdürünün tek uzmanlık alanı, kayınpederinin hayâtını ve tasavvufî görüşlerini yüksek lisans tezi olarak hazırlamak. İnsanlar bunları gördü. 

Dolayısıyla artık sanki şöyle bir sürece gidiyoruz: Burada Altılı Masa’nın anlaşıp anlaşamaması ayrı bir mesele. Ben olguyu söylüyorum: Türkiye’deki seçim, “Tayyip Bey’in karşısında kim olsa fark etmez” seçimine doğru gidiyor. Dolayısıyla “Kim olsa fark etmez” seçiminde, depremle birlikte, bu taraftakilerin sayısının biraz daha artacağı kanaatindeyim. Şoktan çıkınca, depremin daha kalıcı olumsuz sonuçları yaşanmaya başladıkça… Çünkü şimdi o sıcaklıkla, hani ayağınız kırılır, ilk üç beş dakikada çok acı duymazsınız, ama soğuduğu zaman dayanılmaz bir acı verir. Şimdi, bu yardımların sıcağı sıcağına, çığ gibi yapıldığı bir süreç. Ama burada bir devamlılık ve sürdürülebilirlik sorunu da var. Yani bu insanlar bugün aç değiller. Yarın, öbür gün ve aylar, yıllar alacak bir süreç bu. İşte o depremin yıkımları ve devletin yeterince yardım eli uzatamaması, bu arada muhâlefetin de, “21 yıldır deprem parası topladınız. Nereye gitti bu paralar?” diye bunları da ortaya koyması dikkate alındığında, zaman içinde bu “kim olursa olsun fark etmez” tarafının, sayısal olarak daha da artış göstereceği düşüncesindeyim. Ama bir erteleme olursa bu aleyhe olur diye düşünüyorum. Onun için muhtemelen şu süreci biraz böyle vaatlerle, sıcak bir iletişimle geçireceklerini düşünüyorum — ki onu da kuramıyorlar. Ben ilk gün, o hışmın, neredeyse Allah’a yönelik kızgınlık olduğunu, “İyice bir para döktük, bir proje yaptık. Tam durumu kurtaracakken, bu neydi şimdi?” der gibi bir hâli sezinledim. O ilk günün kızgınlığını hatırlıyorsunuz. Dolayısıyla ben de, seçimi herhalde mümkün olan en kısa zamanda yapacakları kanaatindeyim ve seçimi ertelemenin çok daha kötü sonuçlar vereceğini düşünüyorum. Ama sen de bana hep siyâset konuşturdun. Benim alanım bu değil. Ben vatandaş olarak, şöyle uzaktan bakınca gözlemlerimi söylüyorum. Ben siyâsetbilimci değilim. 

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Mustafa Öztürk. 

Mustafa Öztürk: Ben teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: Evet, programı burada noktalıyoruz. Prof. Dr. Mustafa Öztürk’le deprem ve “kader planı” üzerine konuştuk. Kendisine çok teşekkür ederiz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.