Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker ile Hukuk ve Demokrasi (113): Din, Diyanet, İslamcılık

Depremin her düzeyde yarattığı tahribatın altından nasıl kalkacağımızı bilemediğimiz şu acılı günlerde, bâzı devlet kurumlarının ağır hukuk ihlâllerine yenilerini eklemeyi sürdürmelerine kayıtsız kalmak mümkün değil. Peşpeşe gelen haberler, zâten hayli kısıtlanmış olan ifâde özgürlüğünün ve onun ayrılmaz bir parçası olarak görülmesi gereken basın özgürlüğünün iyice yok edilmeye çalışıldığını gösteriyor. Depremin hemen ardından, yağmacılık şüphesiyle gözaltına alınan bir vatandaşımızın şüpheli bir biçimde ölmesinin ardından “gözaltında ölüm”ün “işkence” sonucu gerçekleştiğine dâir bulguları haberleştiren bir gazeteci hakkında savcılıkça soruşturma açıldığını öğreniyoruz. Bunu tâkiben, sayıları iyice azalmış muhalif mecralardan Tele1’e RTÜK tarafından üç gün süreyle ekran karartma cezası verildiğini, ceza ile ilgili yürütmeyi durdurma kararının RTÜK’ün îtirâzı üzerine bölge idâre mahkemesi tarafından kaldırıldığını öğreniyoruz. Sonuç olarak, Tele1 ekranı 23 Şubat’tan bu yana karartılmış durumda. “Ceza”nın gerekçesi, bir milletvekilinin Diyânet’i eleştirdiği sözleri, daha doğrusu bu sözlerin “nefret söylemi” olarak yorumlanması. Milletvekilinin dokunulmazlığı ve TBMM çalışmaları sırasında söylediklerini dışarıda tekrarlaması nedeniyle -dokunulmazlığı kaldırılsa veyâ sona erse bile- sorumlu tutulamaması söz konusu. Ama bir televizyon kanalı öyle değil; ekranını karartıveriyor RTÜK. Konu Diyânet olunca, bir hassasiyet ki öyle böyle değil.

İhsan Eliaçık

Diyânet de bu arada boş durmamış, mahkemeye müracaat ederek İhsan Eliaçık’ın Kur’an mealini yasaklatmak istemiş. Diyânet’in gerekçesini ilgili mahkeme aynen kabûl etmiş ve anılan eserin “İslâm dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar içermekte olduğu”na dayanarak, dağıtımını yasaklama ve mevcud nüshaların da toplatılmasına karar vermiş. Hukukî sürecin burada bitmediğini sanıyorum ancak burada önemli gördüğüm husus, bir mahkemenin böyle bir karar vermiş olmasından çok, Diyânet’in Türkiye’de yayınlanmış bir kitap hakkında, “İslâm dininin temel nitelikleri ile açısından sakıncalı unsurları” tesbit etme ve bu tesbitle yetinmeyip, ilgili yayını engellemeye çalışması.

Bu, yüzyıllık serüveni boyunca en temel niteliklerinden birini “lâiklik” olarak belirlediğini ileri süren Türkiye Cumhuriyeti açısından yeni bir evre. 1924’te kurulan Diyânet İşleri Reisliği’ni toplumun “ahlâk, itikat ve ibâdet” alanlarını kontrol etme yetkileriyle donatmış olan Cumhuriyet’in hedefi, süreç içinde ortaya çıktığı üzere, din ve devlet işlerinin ayrılmasına izin vermeyen bir târihî müktesebâtın sâhibi olan din alanının bu ayrımın gerekleri doğrultusunda kontrol edilmesiydi. Süreç içinde, özellikle çok partili hayata geçilmesiyle birlikte, bu kontrol işlevi, Diyânet’i aynı zamanda din alanında hizmet vermekle yükümlü bir kuruma dönüştürdü. 12 Eylül cunta anayasası Diyânet’in görevleri arasına, “milletçe bütünleşmeyi sağlamak” gibi bir siyâsî işlevi de yükleyince, bugün geldiğimiz noktaya giden yollar da ardına kadar açılmış oldu. Başlangıçta zımnen de olsa mevcut olmakla birlikte, ilk kez 12 Eylül Anayasası ile resmîleştiği üzere, Türkiye toplumunu Diyânet eliyle dinî anlamda da homojen bir varlık hâline getirmek devletin ana hedefi olarak benimsendi. Buradaki “homojenlik” veyâ “türdeşlik”, Diyânet’in uygun gördüğü anlamda bir dine inanmakta olan bireylerden ve gruplardan oluşan bir toplumu ifâde etmekteydi. Lozan’da güvence altına alınmış olan dinî azınlıkların dışında kalan bütün vatandaşlar, bu anlayış uyarınca, Diyânet’in uygun gördüğü İslâmiyet yorumunu “zorunlu dersler” aracılığıyla okullarda öğrenmekteydiler.

Zorunlu temel eğitimde adetâ bir “endoktrinasyon” biçiminde verilen bu derslerin, Anayasa’da ifâdesini bulan din ve vicdan hürriyeti ile ve aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası hak ve özgürlüklerle ilgili andlaşmalardan doğan yükümlülükleriyle çatıştığı açıktır. Ne var ki bu çatışmayı giderme yönünde bir adım atılmadığı gibi, Diyânet’in uygun gördüğü sınırlar dâhilinde bir dinî öğretinin benimsetilmesi çabası siyâsî yollarla da tahkim edilmektedir.

Bu sorunun doğrudan din alanını ilgilendiren boyutu da azımsanmamalıdır. Yukarıda belirttiğim üzere, 1924’teki kuruluşundan bu yana Diyânet’e din alanını kontrol etme yetkisi veren uygulamanın gerisindeki düşünce, kontrol edilmediği takdirde, dinin tüm toplumsal hayâtı düzenleyecek şekilde yaygınlaşacağından ve bu yaygınlaşmanın sonuçta siyâseti de etkileyerek, devletin “lâik” niteliğini ortadan kaldıracağı idi. Bu, Cumhuriyet’in İslâm ile olan ilişkisinde vârolan en temel paradoksudur: Lâiklik için dinin devlet tarafından kontrol altında tutulması! Bu paradoks şimdi gelinen noktada aksi bir etki ortaya koymakta ve Diyânet’i devletin toplumu din eliyle düzenlemek istemesinin aracısı olan bir kuruma dönüştürmektedir. Bu dönüşümün siyâsî adı İslâmcılık’tır, yâni nihâî hedefi, ne kadar inkâr edilirse edilsin, Diyânet’in kuruluşundan bu yana özenle dışarıda bırakılmış olan hukuk alanını da dinin düzenlemesi altına sokan bir İslam devleti kurmaktır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.