2012 yılı itibariyle hayatımın en zor yılları başlıyor. Evet, 28 Şubat sonrası üniversiteye kadar geçen 10 yıldan daha zor olabilir. Çünkü o dönemler perdeli bir gerçeklik algım olduğu için hayatı ve kendimi yanlış anlıyorum. Dolayısıyla bildiklerim ve yaşadıklarım olması gerektiği kadar derin bir acı vermiyor. Üstelik her şeyin düzeleceğine dair bir umudum da var. Şimdi ise başörtüsü sorunu kalmamış ancak, o zamanlar kazanmayı başarsın ve bu ülkeyi birlikte yaşayabileceğimiz bir ülkeye dönüştürsün dediğim yönetim, seküler yaşam tarzını aşağılıyor. Göz göre göre FETÖ’nün kendisine yer açabilmek için emniyette kadrolaşmasına onay veriyor, askerin yargılanması karşısında yapılan haksızlıkları keyifle izliyor. Devleti ele geçirebilmek için o zamana kadar ayağına bağ olarak gördüğü kim varsa hukuksuzca yargılıyor, haksızca hapsediyor, gözünün içine baktığımız adaleti intikam aracı olarak kullanıyor. Haliyle halka ufak ufak sistemin artık işgal edilmeye başlandığı, artık geri dönüşün zor olduğu hissi veriliyor. ABD’de de böyledir. Bazı şeyler göstere göstere yapılır ve yalan bir özür dilenir ki halk bu sistemi değiştirebileceğine olan inancını yitirsin ve kendi işine baksın. Ancak oradaki refah seviyesi ile bu ülkenin refah seviyesi aynı olmadığından mıdır nedir, halkın bir kısmı bir türlü işine bakmıyor, onlara bakıyor. Bu sefer 28 Şubat döneminde olduğu gibi arkamdan “İran’a gidin” diye bağırılmıyor da sadece başım kapalı olduğu için AKP’liymişim gözüyle bakılıyor. AKP’li olmak utanılacak bir şey haline gelmeye başlıyor. Çünkü artık AKP’li olmak, değerlendirilebilecek her şeyi paraya çevirmek anlamına geliyor.
Yaylaları turizme açıp çamur deryasına çevirmek, dededen kalma yadigârı üç kuruş için satmak anlamına geliyor. Daha önce de yazdığım gibi AKP’li olmak için muhafazakârlar olmak gerekmiyor, herhangi bir ahlaki kriteri olmadan kısa günün kârına bakmak gerekiyor. İktidarı ve yerel yönetimleri işgal eden bu yönetimin içerisinde AKP ile iş birliği yapabilecek kim varsa AKP mıknatısı etrafında birleşmeye başlıyor. Ampulün etrafını saran sinekler ampulü karartmaya başladıkça halkın bir kısmında “bu gidişin sonu iyi değil” hissi hakim olmaya başlıyor. Mahallesinden ormanına kadar, parkından koylarına kadar yayılan işgali gördükçe öfkeden damarları kabarmaya başlıyor. “Her şeyi de tüketemezsiniz” demeye başlıyor. AKP artık tarlaya dadanmış çekirge sürüsü görüntüsü vermeye başlıyor. Ancak elimizden bir şey gelmiyor çünkü öyle çoklar ki ve öyle birbirinden farklılar ki, her birinin ağzında başka bir lakırdı ile savunuyor talanı. Tarlalara imar izni verilirken, “yiyecek domates bulamayacağız” diyenlere, “daha da büyüyeceğiz, görün bakın” deniliyor.
Ülke zenginleşirken bu zenginliği halka pay etmiyor, devlete sırtını dayayan yeni zenginler yaratırken, halkın yoksullarına öldürmeyecek kadar bir miktar bağışlıyor. Eskiden tamamen ücretsiz yararlandığımız sağlık hizmeti muayene ücreti adı altında ücretli hale gelmiş, ücretsiz alınan ilaçlara farklar çıkarılmaya başlanmış. Özel hastaneler halka açılmış ama hastaneler ticarethaneye dönüşmüş. Bir yandan SGK kuyruğunda sıra beklemektense mahallesindeki eczaneden ilaç almaya başlamış ama öte yandan cebinden durduk yere daha fazla para çıkmaya başlamış. İtiraz da edemiyor çünkü o istedi böyle olmasını, e bunun da bir bedeli olacak değil mi diyor, suçunu biliyor. Sınav sistemi gençler için umut olmaktan çıkmış, FETÖ’cüleri atlatmaya çalışacakları bir çarka dönüşmüş. Belediyedeki “selvi boylu” arkadaşımla her tercih dönemi “Bu sefer nereye atanamadın?” diye birbirimizle dalga geçmeye başlamışız çünkü en ücra köşelere bile atanamıyoruz.
Hükümetin her kesimden insanın yer aldığı çoğulcu yapısı bozulmaya başlamış, “Hoca efendi” ile fotoğrafı olmak referansa dönüşmüş. Halkın bir kısmı, Erdoğan’ın kanunu, nizamı gevşetmek için her gün çıkardığı yeni icatlar karşısında “Ha şöyle ya, eskiden neydi o öyle” demeye başlamış ancak biraz kafası çalışanlar bu sistemsizlik ve lakaytlığın sonunun iyi olmayacağını görüyor. Farklı kesimlerden insanlarla başlattığı açılımlar, kucaklaşmalar bu kesimlerin ceplerindeki saatleri, cüzdanları bulamamaları ile sonuçlanıyor. Bir şey de diyemiyorlar, onlar buyur etmişlerdi, yeter ki devletten birileri artık onları görsündü ama yine olmamıştı işte. Devlet ayaklarına kadar gelmiş ellerinde avuçlarında ne varsa almıştı.
***
6 Ocak’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, emekliliğinden 17 ay sonra, tanık olarak dinlenilmesi beklenen “İnternet Andıcı” davası kapsamında tutuklu yargılanmak üzere cezaevine konuluyor. 5 Ağustos 2013’te Ergenekon davasında “darbeye teşebbüs” ve “terör örgütü yöneticiliği”nden müebbet hapis cezası veriliyor. 26 ay cezaevinde kalan Başbuğ, cezaevi çıkışında şu açıklamayı yapıyor:
“Bizi bu cezaevinde 26 ay nefret ve intikam duygularıyla hareket edenler tuttu. Benim, 26 ay hayatımdan çaldılar. Beni 26 ay hürriyetimden yoksun bıraktılar ama 6 Ocak 2012 günü söylediğim gibi, yüce Türk milleti, oynanan oyunu, iddiaların geçersizliğini, bir genelkurmay başkanı ve karargâhını, terör örgütü karargâhı ve terör örgütü olarak suçlamanın kabul edilmez bir durum olduğunu, bizlerin darbecilikle hiçbir alakamızın olmadığını kısa zamanda anladı. İşte ben bugün buradaysam, yüce milletimin bizlere gösterdiği sevgi ve bizlere verdiği destek sayesinde buradayım. Bu nedenle her şeyden önce burada huzurunuzda yüce Türk milletine en derin şükranlarımı sunuyorum.”
Recep Tayyip Erdoğan, İlker Başbuğ’un tutuklu yargılanmasına ilişkin şöyle değerlendirmede bulundu:
“İlker paşamızla alakalı olarak ben yapılan benzetmeleri ve yakıştırmaları asla doğru bulmuyorum. Yani bir örgüt elemanıymış, bir örgütün mensubuymuş gibi bu tür yaklaşımları kesinlikle çok çok çirkin buluyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Genelkurmay Başkanlığı makamına gelmiş bir insan için bu tür bir yakıştırmanın, bu tür bir benzetmenin doğru olmadığını ve insaf dışı olduğunu kesinlikle düşünüyorum. Daha önce de söyledim tutuklu yargılanmasını dahi yargıda olmasına rağmen söylüyorum doğru bulmuyorum. Tutuksuz yargılanmasından yana olduğumu da daha başta söyledim.”
2021 yılında şöyle bir haber göreceğiz. 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a tutuklama kararı veren hâkim Vedat Dalda, “Selam Tevhid Kumpası” davasında FETÖ üyeliğinden 8 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
16 Şubat’ta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, MİT mensupları hakkında soruşturma açılabilmesi için başbakanın iznini gerektiren yasa değişikliğini onaylıyor. Yasa değişikliği, Özel Yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği’nin dört MİT mensubunu KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırmasının ardından gerçekleşiyor.
Olaydan beş ay sonra temmuz ayında HSYK, 3. yargı paketini açıklıyor ve İstanbul Özel Yetkili Başsavcıvekili Fikret Seçen, MİT görevlilerinin ifadeye çağrıldığı soruşturmayı yürüten savcılar Sadrettin Sarıkaya ve Bilal Bayraktar ile Balyoz savcısı Hüseyin Ayar’a yeni düzenlemede görev verilmediğini açıklıyor. Bu dört isim yeni düzenleme kapsamında “terörle mücadele” başlıklı soruşturmaları yürütemeyecek.
24 Şubat’ta Adana’nın Kozan ilçesinde, Göksu Irmağı üzerinde Gökdere Köprü Barajı inşaatı sırasında baraj kapağının patlaması sonucu meydana gelen kazada 10 işçi hayatını kaybediyor. Facianın derivasyon tüneli kapağının tam oturmaması nedeniyle sızıntı yapması ve bunun kum torbaları konularak önlenmeye çalışılması sonucu meydana geldiği öne sürülüyor. Adana’daki meslek odaları adına Abdullah Bakır, şöyle diyor:
“Baraj inşaatı tamamlanmadan gövdede su tutulmaya başlanması ve işçilerin çalışmaya devam etmesi, felakete davetiye çıkarmıştır.”
10 işçinin yaşamını yitirdiği patlama sonrası açılan davada 17 sanık tutuksuz yargılanıyor. Sanıkların yedisi beraat ederken 10’u ise önce 5 ile 10 yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırılıyor ancak bu cezalar da “taksirli suç” olması nedeniyle 45 bin ile 146 bin TL arasında değişen para cezalarına çevriliyor.
***
Kişisel dönüşüm sürecimde akıl başa geldikten sonra kendimle yüzleştiğim, hayatın gerçekliğini fark etmeye başladığım, acımasızlığı, saf kötülüğü, merhameti, vicdanı aynı anda gördüğüm ve hayatımın muhasebesini yapacağım yıllar bütün bunlarla mücadele edememe, yetememe hali dayanılmaz bir acı veriyor. Hayat üzerine eski yalan dünyamın bilgileriyle verdiğim cevaplar boşa düşüyor, varoluşsal sorular yeniden cevaplanıp gönderilmesi için tarafıma iade ediliyor. Ben kimim, burada ne yapıyorum, bir iradem var mı yok mu, varsa onunla ne yapmalıyım, hayatı nasıl yaşamalıyım, tanrı benden ne istiyor? Henüz yokluğunu gündeme almıyorum bile, inanmak katman katman sarıldığın bir kefen gibi. İnanmak değil de bilmek için ise önce hayata gözlerini açmak yani yeniden doğmak zorundasın, haliyle bu uzun ve zorlu bir süreç. O dönem bu soruların cevapları için uğradığım ikinci liman olan tasavvufla fena halde kafayı bozmuşum. İki yıl daha İslamiyet literatürü üzerine kurulu bu metafizik anlatıyı kavramaya çalışacağım. Zaman zaman taşlar yerine oturacak, zaman zaman en önemli sorular açıkta kalacak. Tıpkı ilk dindarlık deneyimimde dini okumaya başladığım süreçteki gibi. Yalnız bu sefer okuduğum metinler çok acayip, elinden bırakamıyorsun, işten eve dönüp kitaplarıma sarılmak için can atıyorum. İş yerinde bir doktor var. Çok büyük bir film arşivi var, Criterion Collection kısmını benimle paylaşıyor ve hayatım sinema ile renkleniyor. Bendeki hevesi görünce kalanını da paylaşıyor ve başlıyoruz filmlerden konuşmaya. Doktor da selvi boylu arkadaşım gibi Atatürkçü. Beni arkadaşlarına tanıştırırken istihza ile dudağını bükmeye hazırlanan arkadaşlarına “çok farklı biridir” diyor. Yani başı kapalı diye AKP’li sanma demek istiyor. Birçok kişi tanıştıktan sonra bu cümleyi kurmaya başlıyor, “sen çok farklısın, diğerleri gibi değilsin”. Başlarda hoşuma gidiyor bu cümle ama sonradan tesettürlü görünümdeki farklı ruhun kendini doğru ifade edemediğini kabul ediyorum. Kendi içimde anlam savaşları kadar, görünümümü de olduğum gibi ifade edebilmeliyim kavgası başlıyor. Ama evdekiler öyle sert ki, pardösüyü çıkardığım için bile her sabah evden çıkarken annem gözlerini deviriyor, başımı açmam şuan söz konusu olamaz.
***
Suriye’de yaşanan olayların ardından Türkiye’ye gelen göçmenlerin sayısı mart ayında 14 bin 700’e ulaşıyor. Gelen Suriyeliler Hatay ve Gaziantep’te kurulan çadır kentlerde barınıyor.
20 Şubat’ta Hrant Dink suikastı sonrası Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün talimatıyla başlatılan Devlet Denetleme Kurulu soruşturması tamamlanıyor. Rapora göre suikastın “önlenememesi”, “ağır kamu hizmeti kusuru” olarak tanımlanıyor.
13 Mart’ta, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nin yakılması ile ilgili dava zaman aşımına uğruyor ve düşüyor. Mahkeme heyeti sanıklar Cafer Erçakmak ve Yılmaz Bağ’ın ölmesi; Şevket Erdoğan, Köksal Koçak, İhsan Çakmak, Hakan Karaca ve Necmi Karaömeroğlu yönünden ise zamanaşımı nedeniyle kamu davasının düşürülmesi yönündeki kararını açıklıyor. Böylece, hayatta ve firari olan bu sanıklar ceza almadan kurtulmuş oluyor.
Karar sonrası Avukat Şenal Sarıhan, şunları söylüyor:
“Mahkemenin olayı insanlık suçu olarak değerlendirmesi bile bir aşamadır. İnsanlığa dayalı hukuk mücadelesini sürdüreceğiz. 19 yıldır umutla hukuk önünde cezalandırılmalarını bekledik. Onlar gibi oteli yakarak, taş atarak karşılık vermedik.”
16 Mart’ta Afganistan’da NATO bünyesinde görev yapan Türk askerlerini taşıyan helikopter iniş sırasında meydana gelen teknik arıza nedeniyle düşüyor. Kazada, ikisi binbaşı dokuz subay, iki astsubay ve bir uzman çavuş 12 Türk askeri hayatını kaybediyor. Olay, en fazla sayıda Türk askerinin hayatını kaybettiği helikopter kazası olarak kayda geçiyor.
30 Mart’ta kamuoyunda 4+4+4 olarak bilinen ve zorunlu eğitimi kademeli hale getirerek 8’den 12 yıla çıkaran kanun teklifi TBMM’de kabul ediliyor.
Bu sistem e geçilmek istenmesinin sebepleri:
• Kaldırılan İmam Hatip Ortaokulu’nun geri gelmesi (28 Şubat sürecinde kaldırılmıştı)
• Meslek eğitiminin artırılması
• Zorunlu eğitimin 12 yıl olması
Bu kanundan önce 72 ayını dolduran çocukların ilköğretime başlaması zorunluydu ancak bu kanuna göre, 60 ayını tamamlayan çocuklar ilkokula başlamak zorunda. Kamuoyunda bu konunun çok tartışılması nedeniyle Millî Eğitim Bakanlığı bir genelge yayınladı ve okula başlama yaşı 66 ayını dolduran çocukları kapsadı. 60-65 ay aralığındaki çocukların, velilerinin talep etmesi durumunda, ilkokula kayıtları yapılabildi. 66-71 ay arasında olan ancak okula hazır olmadığı sağlık raporuyla belgelenen öğrencilerin ilkokula başlaması ise bir yıl ertelendi. Yani çocuklarını eski sisteme göre okula göndermek isteyen veliler durduk yere, sağlıklı çocukları için rapor almak zorunda bırakıldı.
Dönemin Eğitim Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız, yeni sisteme geçildikten bir yıl sonra şu açıklamayı yapıyor:
“4+4+4 dayatmasına karşı çıkanların en önemli itirazlarından birisi olan 72 aydan küçük çocukların ilkokula başlatılmamasına yönelik itirazlar, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından dikkate alınmamıştır. Oku löncesi çağda olan ve okul öncesi eğitime gitmesi gereken 60-71 ay grubundaki çocukların ilkokula otomatik kayıtlarının yapılması nedeniyle okul öncesi eğitimde okullaşma oranları ülke genelinde ortalama yüzde 10 düşmüştür.”
***
Tasavvuf okumalarımda aşamadığım kilit mevzuların başında irade geliyor. İrade mevzu bana iyiliğin-kötülüğün kökenini, varlığımın anlamını, tanrıyı, evreni ve tanrının evreni yaratma arzusunun cevaplarını verecek anahtar. Bu konularda net bir cevap yok, hep bir tanrı ve yaradılış güzellemesi var, hâlbuki hayatım kaosla dolu, güzellik falan yok. İrade mevzusunu bir anlasam, gerisi yokuş aşağı bisiklet sürmek gibi olacak. İşte yokuş yukarı bisikleti sürdüğüm bu sancılı yıllarda tasavvufu konuştuğum ve büyük sorularımı sorduğum akıl hocam Ali Muhtar’la anlaşamadığım konuların başında “yaratılanı, yaratandan ötürü sevmek” mevzusu geliyor. Mevlana’da herkesi sevmekten bahsediyor, herkesi. Gözümün önünde yoksul bir insanı soymaya kast eden insanı nasıl sevebilirim? “Seveceksin” diyor Ali Muhtar, “onun bu dünyada bir görevi var, oradaki hikmeti görmek lazım” diyor. Olanı olduğu gibi bir gözlemci olarak tevekkülle kabul edersem, o zaman kötünün kötülüğünün yanına kâr kalmasına hizmet etmiş olurum, bunu kabullenemem. Asla herkesi sevemem ve haksızlığa susamam. Belediye bu konuda sınanmam için müthiş bir yer. İnsanlarla ve onların imkânlarıyla, talepleriyle bu kadar iç içe olmadığım bir işim olsa muhtemelen kendimi gönül rahatlığıyla kandırabilir “Tabii, olanda hayır vardır” diye neşeli gözlerle gülümseyebilirdim. Ama burası tam olarak gerçek hayatın her halkasını görebileceğim bir durak. Tam hayatımın iplerini-irademi elime alacakken bir anda yine kader ağlarını örmeye başlıyor, bana teslim ol diyor ancak benim yeniden ağlara bağlanmaya niyetim yok. Bu yüzden tasavvufu ilk öğrenmeye başladığım kişi gibi Ali Muhtar’la da hem mütala hem mücadele evresine geçiyorum.
Zaman zaman, bu işin sonu nereye varacak diye hiç müdahale etmeden akan bir nehri seyreder gibi olayların döngüsünü izliyorum, bazen de haksızlığa dayanamayıp kavga ediyorum. İki şekilde de farklı deneyimler tadıyorum. Mesnevi’nin ilerleyen bölümlerinde zaten hayatı olduğu gibi seyretmemeyi öğreneceğim ama dede işte farklı farklı deneyimlerden geçirip öyle pişiriyor. Bu yüzden Ali Muhtar da işin sonunu bildiği halde hınzırca benim doğru cevapları bulmamı bekliyor. Varmam gereken yere vardığımda anlıyorum ki o çoktan orada beni bekliyormuş. Ben delirirken yüzündeki sakin gülümseme meğer bundanmış, hayret ediyorum.
Belediye sayesinde şahit olduğum insanlarda da kaderin ve insanların iradelerinin sınırlarını anlamaya çalışıyorum. Sosyal veya ayni yardım için gördüğüm insanlar, ahir ömründe yalnız bırakıldığı için belediyeden hizmet almaya başlamış insanlar. İnsanlar ben de hep aynı soruyu doğuruyor, başka türlü olabilir miydi? Bir yanda yoksul insanlar, öte yanda hırsla, azgınlıkla daha da fazla kazanmak için kuduran insanlar. Ancak iki tarafın da ağzında aynı laflar: “Allah razı olsun, nasip, böyle olacakmış, kader” vs. Biri sırıtarak söylüyor, diğeri kederle. Hayır, böyle olmayacakmış, geldiğiniz yolun taşlarını siz döşemişsiniz. İşte o zaman gittiğim evlerde tanıştığım insanlarda, iş arkadaşlarımda, evde, tıpkı Mehmet Güreli’nin “Dört Köşeli Üçgen” filmindeki gözlemci gibi bir gözlemciye dönüşüyorum. Herkesi, zaman zaman kendimi gözlemliyorum. Neyi neden yapıyorlar. Ne yapıp ne sonuç almışlar. Herkesin ağzında dolanan ama farklı anlamlara gelen ortak jargon bana bu jargonun ne kadar kullanışlı bir dil olduğunu fark ettiriyor. Bir defa müsebbibi olmadıkları bir hayatta aslında ellerinde olan, kullandıkları veya atıl bıraktıkları iradeleri sonucu elde ettikleri, kaybettikleri şeyleri aynı cümleler ile tarif etmeleri sanki bile isteye dâhil oldukları bir oyunu haber veriyor. Kendimi bir oyunun içinde tekste bağlı kalmayan tek oyuncu gibi hissediyorum. Biliyorum gerçekler ama kimse rolünü bırakmıyor. Bunu neden yaptıklarını anlıyorum, kendi yüzleşmemin sancılarından anlıyorum. Bu dağlar gibi sorumluluğun altına girmemeleri gerektiğini hissediyorlar. Bazen ben bile nereden bulaştım diyorum ama içimde olduğundan dahi haberimin olmadığı cevherler buldukça da gerçekten yaşadığımı hissediyorum ve devam etmek istiyorum. Bu yolun sonunda ne bulacağım?
Orada olup olmadığını bilmedikleri cennet ve cehennem onların içlerini rahatlatan bir şey. Yargılanmadan yaşanmış bir hayat, dilediği gibi hata yapma, günaha, hakka girme özgürlüğü sağlamış oluyor onlara. Hristiyanlarda böyle değildir mesela, dindarsanız işlediğiniz günahı papaz efendiye anlatmak ve itiraf etmek zorundasınızdır. Bu sizi bir yerden sonra ister istemez tanrı meselesi üzerine düşünmeye ve bir karar vermeye zorlar. Ancak bu dinde öyle bir itiraf mekanizması yok, kişi tamamen kendi vicdanı ile baş başa. Tövbesini sonra edebilir, henüz zaman var. Tanrısından ölmeden önce tövbe edecek zamanı kendisine vermesini diliyor, o kadar. Bunu ilk fark ettiğimde irade mevzusundaki keşiflerimi saf saf anlatmaya çalışıyorum üşenmeden, her birine. Ancak en köşeye sıkıştıklarında bile bu işin sonu tehlikeli deyip imanlarına zarar gelmesin diye gani bir gülüşle meseleyi kapatıyorlar. Kimin için tehlikeli, benim için mi, onlar için mi? Bir başlarlarsa yüzleşecekleri günahlar dağlar kadar olduğu için mi?
Müsebbibi oldukları ama sorumlusu olmadıkları günahları görüyorum, kimseye anlatamıyorum. Öyleyse onlar adına uğraşmaktan vazgeçmeli ve kendi yoluma bakmalıyım. Bu tavrı geliştirdiğimde, bile isteye onlardan olmama halim sinirlerini bozuyor. Çünkü bu halimle hiçbir şey demesem bile onlardan olmadığımı ifade etmiş, dahası onları konuşmaya lüzum görmediğim kişiler ilan etmiş oluyorum.
***
19 Nisan’da daha önce eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in veto etmesi nedeniyle gündemden düşen, kamuoyunda 2/B arazisi olarak bilinen orman vasfını kaybetmiş hazine arazilerinin satışını öngören yasal düzenleme Meclis’te kabul ediliyor.
Yasa Meclis’ten geçmeden önce TEMA Vakfı yasanın onaylanmasını durdurmak için “2/B Arazileri Satılmasın” isimli bir imza kampanyası başlatıyor ancak yasanın çıkmasına engel olamıyor. İşte bu karar, Gezi’ye giden sürecin de ilk adımı oluyor.
CHP Muğla Milletvekili Fevzi Topuz:
“2/B anayasa değişikliği yapılmadığı sürece satışının mümkün olmadığını ve AKP hükümetinin 2/B düzenlemesinin orman arazisi işgalcilerinin oyunu almaya yönelik bir seçim hilesi.”
MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır:
“Önergeler ne okunuyor ne de okununca anlaşılıyor. Bu önergeler Meclis Genel Kurulu’nda yoktu son anda bir yerlerde hazırlanarak getirildi. Orman dışındaki arazileri parayı verene satmaya hazırlanıyorlar. Kınıyoruz. Hukuku arkadan dolanarak aşabilmeyi sağlamaktadırlar ama tekrar hukuka yakalanacaklardır.”
6 Eylül’de Afyonkarahisar’daki askeri mühimmat deposunda patlama meydana geliyor. Patlamada ikisi astsubay, ikisi uzman, 21’i er, 25 asker hayatını kaybediyor. Dördü asker, sekiz kişi de ağır yaralanıyor. Dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, patlamanın iş kazasından kaynaklandığını bildiriyor.
Orman ve Su İşleri Bakanı mı?
Evet, 25 askerin hayatını kaybettiği, sekiz kişinin yaralandığı bu elim olayın ardından ilk açıklamayı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ya da dönemin Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz yerine, Afyonkarahisar milletvekili olması sebebiyle Veysel Eroğlu yapıyor. Eroğlu, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu ile değerlendirme yaptıklarını, Başbakan Erdoğan veya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in şu an için Afyonkarahisar’a gelmelerine gerek olmadığını belirtiyor.
***
21 Eylül’de 250’si tutuklu 365 sanık hakkında, ”Balyoz Planı” iddialarına ilişkin 20 Ocak 2010’da Taraf Gazetesi’nde yayınlanan bir haber üzerine başlayan 2 yıl 8 aylık hukuki süreç tamamlanıyor. Bir numaralı sanık Çetin Doğan, emekli kuvvet komutanları İbrahim Fırtına ve Özden Örnek’e 20’şer yıl hapis cezası veriliyor. 365 sanıktan 323’ü ceza alıyor. Ceza alan sanıklardan 78’i 18, 214’ü ise 16 yıl hapis cezasına çarptırılıyor.
Ramazan ayında belediye başkanının isteği üzerine üyelerimizden birkaç kişiyi belirliyor, evlerine iftara gidiyoruz. Yemekleri belediyenin restoranlarından getirtiyor, servisi personellerimize yaptırıyoruz. Evine misafir olduğumuz kişi ile başkan iftar yapıp ardından sohbet ediyorlar. Kamera yok, fotoğraf yok, reklam yok. Şehrin en önemli adamı, yoksul bir evde, yaşamadığı bir hayatın parçası oluyor kısmen. Şehirdeki yolsuzluk dedikodularına adı karışan bu adamın reklam malzemesine dönüştürmeden evine hizmet götürdüğü bu insanlarla yemek yemesi, onları tanımaya çalışması, içtenlikle sohbet etmesi, evin onun öğrendiğinin ötesindeki hikâyesi tuhaf bir durumun ortasında bırakıveriyor beni. Onun gibi insanlar yüzünden yoksullaşmış, ahir ömründe her gün sıcak yemek hizmetine mecbur kalmış bu insanlar, onun ihsanıyla güzel bir gece geçiriyor ancak padişah bunun duyurulmasını istemiyor. İçten içe tedavi etmeye çalıştığı bir vicdan azabı mı? Ben ne yaptım sorusunun cevabı mı? “Bak sayemde bir şekilde yaşıyorlar işte yine” cümlesini kurabilmek için mi? Ama öte yandan evlatlarının dahi yanında olmadığı bu insanların evlerine benim gibi üvey evlatlar gönderiyor, hal hatır sorduruyor, sağlığını kontrol ettiriyor. Bunun gibi insan manzaraları sayesinde anlıyorum, hayatta siyah, beyaz ve gri tonları yok. Siyah ve beyazın arasında çokça renk var ve iyi ki böyle. Aksi halde bu insanlarla yaşamak mümkün değil. Her birini, kendimizi, bir şeyin yüzü suyu hürmetine hoş göremezsek mahvolacağız. Kaya gibi, taş gibi sağlam değil, ağaç gibi bazen ışığa doğru, bazen rüzgârdan, bazen içimde beni kemiren kurtlardan eğilip bükülebilerek hayatta kalmak gerektiğini idrak ediyorum. Başka türlü parçalanmadan yaşayamam.
Bir yandan kurumumda yapılan ihalelerin hangi usullerle ve neden belli kişilere verildiğini öğreniyorum, bir yandan ailemden kişilerin başka kurumların ihalelerini alma “başarılarını” dinliyorum. Tanıdığım, sevdiğim bu insanlar başka birileri gibi görünüyor artık ancak onlara uzun süre bakamam yoksa bir daha birbirimizin yüzüne bakamayız. Hayatın döngüsünün farklı aşamalarını gördüğüm bu yolculukta bakışlarımı tanrıya çeviriyorum, sen nasıl katlanabiliyorsun bunca şeye ve nasıl hâlâ taş taş üstünde kalabiliyor?
Sadece yoksulluk zenginlik ayrımı da değil, kadına şiddet biriminde kadınların, çocukların başına gelen şiddet, taciz olayları, sosyal yardımda gördüğümüz hem halkın hem personelin istismarları. Mağdur olarak el uzatan birinin meğer fırsatçı olduğu için kolumuzu koparmaya çalıştığı durumların çokluğu bir yerden sonra duygusuzlaşmaya sebep oluyor. Bazen standardize ettiğimiz bir olayın içinden fışkıran gerçek acılar duygularımızı ve aklımızı allak bullak ediyor, elimizde avucumuzda ne varsa destek olmaya çalışıyoruz, çünkü belediyenin o insana vermeye kalktığı “yardım” hiçbir şeye yetmez. Orman kanunlarının vahşiliğini gördükçe kanun ve nizamın zaruretini idrak ediyorum. Bu düzeni kendi haline bırakamayız. Sadece suçlularla değil, mağdurlarla da, hepsiyle mücadele etmeliyiz. Kimini ayıltmaya, kimini durdurmaya çalışmalı ama nasıl?