Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Friedrich Hayek, sinir ağları ve otoriter liberalizm

Joseph Confavreux’nün Mediapart’ta yayımlanan “Friedrich Hayek, sinir ağları ve otoriter liberalizm” isimli yazısını Haldun Bayrı Türkçeleştirdi.

7 Mayıs 2021 — Mediapart

Fizikçi Pablo Jensen, “perceptron”a (algılayıcı) ve iktisatçı Friedrich Hayek tarafından geliştirilen beyin anlayışına ilgi göstererek, “sinir ağları”yla kurulan bir paralelliğin yol gösterdiği otoriter neoliberalizmin bir kanadını gün ışığına çıkarıyor.

Lyon ENS fizik laboratuvarında görev yapan, Fransa Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi CNRS’te araştırma yöneticisi Pablo Jensen’in anlattığı öykü, 1950’li yılların sonunda ABD’deki Cornell Üniversitesi Hava ve Uzay Mühendisliği Laboratuvarı’ndan psikolog Frank Rosenblatt’ın îcat ettiği denetimli öğrenme algoritması “perceptron” ile başlıyor.

Perceptron’un şeması

Rosenblatt’ın öğrenme kapasitesine sâhip bir sinir ağını ilk kez tasvir ettiği makalesinin, “yapay zekânın upuzun hârika vaatler listesinin başlangıcı” olduğu kanısındadır Jensen. New York Times şöyle bir başlık atar: “Yaparken öğrenen yeni bir aygıt”.

Bu algoritma, Yunanca etimolojisi “gemi kılavuzu” ya da “dümenci” anlamına gelen sibernetik/güdümbilimsel bir yaklaşım üzerine kuruludur; bunun aksiyomlarından (postulat) biri ise, çok çabuk özetlersek, “öngörülemez sapmalara açık bir sistemi denetlemek için önsel olarak (a priori) hesaplanmış bir çözüme güvenmeye kalkışmak yerine, daha ziyâde geri beslemeyi (rétroaction) kullanmak, alınan enformasyona doğrudan tepki vermek”tir — hava durumuyla ya da evdeki ısı koşullarıyla ilgilenmeyen, fakat arzulanan sıcaklık ile gerçek sıcaklık arasındaki farka göre tepki veren bir termostat gibi.

Her ne kadar Pablo Jensen, “birkaç yıldır sinir ağları ve bunların mümkün kıldığı derin öğrenme (deep learning) uygulamaları, koltuk değneklerimiz, gölgelerimiz, casuslarımız hâline geldi” dese de, onun buradaki niyeti, Yapay Zekâ’nın (YZ) bâzen fantezi peşinde koşan vaatleri husûsunda bir kez daha gözümüzü açmak değildir.

Rosenblatt’ın en büyük ilham kaynağı olarak niye henüz Nobel almamış bir iktisatçıyı, neoliberalizmin baş teorisyenlerinden Friedrich Hayek’i zikrettiğini kavramak söz konusu — ve de bu zâta 1974’te Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazandıran toplum ve ekonomi görüşünün teorik ve pratik temelini sinir ağlarının mı sağladığını. Bu hedef, Pablo Jensen’in çalışmasının başlığındaki kelime oyununu açıklamaktadır: “Derin Kazançlar” (Deep earnings), altbaşlığı ise: “Sinir Ağlarının Ortasında Neoliberalizm” (Le néolibéralisme au cœur des réseaux de neurones, Éditions C&F).

Zâten özellikle filozof Grégoire Chamayou’nun çalışmalarıyla, liberalizmin Hayekçi versiyonunda otoriter olabildiğini biliyorduk. Ama Pablo Jensen, neoliberalizmin ünlü düşünürünün beyin işleyişiyle neoliberal kapitalist toplumların işleyişi arasında kurduğu bağları tahlil ederek yapıya yeni bir taş ekliyor.

Oysa, öğrenebilen, kararlar alabilen ve çeviri yapabilen yapay beynin o embriyosu/rüşeymi, yani perceptron ile ilk başta duyulan coşkuya rağmen, “1960’lı yılların sonunda bu sinir ağları neredeyse yüz üstü bırakılmıştı” diye hatırlatıyor Jensen.

Massachussets Teknoloji Enstitüsü MIT’den nüfuzlu iki araştırmacının, Marvin Minsky ile Seymour Papert’ın yazdıkları ve Rosenblatt’ın 43 yaşına girdiği gün bir tekne kazâsında ölmesinden az önce bildirdiği îcâdının zayıf ve fazla katı olduğuna hükmeden Perceptrons kitabının yayımlanmasıyla, “dâhiyâne îcâdına karşı umumî bir kuşkuculuk içinde,” iyice unutulmuştur.

Bununla birlikte, diye yazıyor Jensen, “Neyse ki bâzı araştırmacılar Minsky ile Papert’ın matematiksel gerekçelerinden de, yapay zekâ alanındaki finansmanları tekellerine almalarından da fazla etkilenip gafil avlanmadılar”. “Her ne kadar bilgisayarlardaki patlamanın o ağları gerek duydukları kaynaklarla –veriler ve hesaplama güçleriyle– besleme olanağı sunması için 21. yüzyıl başını beklemek gerekmişse de,” daha gelişmiş ve iknâ edici olan, o sıradaki adlandırmasıyla “sinir ağları”nı inşâ ettiler.

Bu sinir ağları muazzam ilerlemelere olanak verdiler ve vermekteler; özellikle de “algılamayla ilgili birçok alanda”: otomatik araç kullanımı, ses ve yüz tanıma, çeviri, urların tespiti gibi — bilhassa dünyanın değişkenliği “fazlalaştığı” vakit sınırları olmak kaydıyla. O zaman “performansları düşer ve insan sezgilerindeki intibak kapasitesi daha öne çıkar”.

Jensen’e göre, vaatlerini abartmaksızın yararlarını kabul ederek Yapay Zekâ’nın evrimini anlamak için, sıfır sayısının îzâhı örneğini alabiliriz. Başlangıçta, “simgesel yapay zekâ standartlaştırılmış ve bilgisayarlar tarafından yazılmış sıfırları teşhis edebilmekteydi”. 1980’li yıllarda, sinir ağları, “posta kodlarındaki ya da çeklerdeki elle yazılmış sayıları okuyabilir hâle gelmişlerdi”. Fakat “0 koymak yerine onu ‘dolunaya benzeyen sayı’ diye tanımlarsanız, bunu her insan anlar, ama bilgisayar tıkanacaktır”.

Algoritmaların tahmin gücü üzerine akıllara durgunluk veren haberlere yetişemediğimiz bir dönemde, bu yaklaşımların etkililiğini değerlendirme imkânı sunan kamusal araştırmalar henüz hayal kırıklığına uğratmaktadır. Nitekim sinir ağları, “çerçevesi nispeten belli bir dünyaya bağımlıdırlar”, “fabrika gibi ortamlarda ya da görüntü dizilerinde” işlerler, ama daha karmaşık durumlarda işlemezler.

Pablo Jensen’e göre, “bu başarısızlıkların anahtarı, toplumsal olanın öngörülemezliğine bağlıdır; içinde etki yarattığı özgül bağlam uyarınca her sebebin yönelttiği sonuçların değişkenliğine bağlıdır”. Nitekim “algoritmalar var olmayan bir matematiksel ilişki bulmaya” zorlanmaktadır.

Gerçekte, “bir model ne kadar karmaşıksa, onun karmaşık bir dünyayı da o kadar hesâba katabileceğini kolaylıkla tahayyül ederiz. Ama asıl zorluk, modeldeki karmaşıklığı konunun karmaşıklığına uyarlamakta bulunur. Zîra modelin karmaşıklığı konunun karmaşıklığını aştığında, gerçek toplumsal verilerde dâima mevcut olan rastgele gürültüyü de işe katma riski bulunur. Buna karşılık beynimiz, “önsezisel” ve hâlâ esrârengiz biçimde, toplum dünyası hakkındaki kendi mâlûmâtına dayanarak uyarladığı buluşsal yöntemi (heuristique) seçer çoğu zaman.”

İnsan zekâsı, gerçek anlamda “mücessem”dir ve onu etkileyen heyecanlarla ihsaslardan yola çıkarak, hedefe ulaşmanın yollarını kendi seçer — bu hedef ona dışarıdan dayatılmadan.

YZ insan zekâsını kopyalamak isteseydi, demek ki “bizimkine benzer bir bedeni” olması ve dünyada “aracı simgesel temsili” olmadan yer alması gerekirdi. Bundan dolayı, “Boston Dynamics’in robotları twist dansını icrâ şeklimizi istedikleri kadar taklit etsinler, dansın bizim için neyi temsil ettiğini anlayamazlar” diye yazıyor Pablo Jensen.

Bu çerçevede, “mikrodalgalara hükmetmenin insan zekâsına doğru bir ilk adımı temsil ettiğini düşünmek, ağaca tırmanmayı başaran bir yumurcağın ayın fethinin ilk adımını attığını söylemek gibidir…”.

Gerçekte, YZ’nın “yapacağı, bizim zekâmızı yeniden üretmekten daha iyi şeyler vardır”. “Denetimimizden kurtulup bize hükmetmeleri ihtimâli üzerine fantazmlara kapılmak” da yersizdir diye ekliyor araştırmacı: “belâ olabilme güçleri, bir dediğimizi ikiletmeyen itaatlerindedir”.

Gerçekçi bir psikolojik teoriye sâhip olmak

Ancak çerçevelenmiş ve çevresi belirlenmiş evrenlerde iyi işleyen sinir ağlarını yerli yerine tekrar oturtmak, bu esere yapısını veren soruyu tekrar sorup düşünme imkânı verir: “Beyni taklit eden birkaç bağlantılı sinir hücresiyle neoliberal ideoloji arasındaki bağ ne olabilir?”

Rosenblatt, Friedrich Hayek’in yazdığı bir teorik psikoloji kitabından, “Duyumsal Düzen”den (The Sensory Order) alıntı yapıp, perceptron’un tasarımında en “kışkırtıcı” rolü bu kitabın oynadığını neden vurgular gerçekten? Hayek’in eserlerinin iki yamacı, psikoloji ile neoliberalizm arasındaki bağ nedir o zaman?

Bu soruları cevaplamak için, 1899 Viyana doğumlu Hayek’in gençliğine bir uğramak zorunlu. Her şeye merak duyan parlak delikanlı, ekonomiyle psikoloji arasında uzun süre tereddüt etmiştir gerçekten. Böylelikle 21 yaşında, İsviçreli ünlü profesör Constantin von Monakov’un beyin anatomisi laboratuvarında uzun bir staj dönemi geçirmiştir. Buradan, “Bilincin Gelişimi Teorisine Katkılar” başlıklı bir elyazması çıkmıştır.

Friedrich Hayek

1929’daki Büyük Kriz kapitalist ekonomilerdeki kırılganlığı gün ışığına çıkardığı vakit, ekonomiyi yeniden politik çerçeve içine alma hevesleri uyanmıştır; Hayek ise, “ekonominin bütününü her türlü planlama eğilimine direnebilen temeller üzerinde yeniden kurma”yı büyük tasarısı olarak benimser ve tekrar eski psikoloji çalışmalarına dalar.

Dünya algılarımıza nasıl bir düzen verdiğimizi” anlamak, böylelikle de git gide karmaşıklaşan toplumların ve ekonomilerin işleyişini yapılandırmak maksadıyla “gerçekçi bir psikolojik teoriye sâhip olma”sının gerektiğine gerçekten kanaat getirmiştir.

Hayek’e göre beynimiz, “aynı anda etkinleşen sinir hücresi lifleri arasındaki bağlantıların pekiştirilmesi”yle oluşan özgül bir “dünya haritası” inşâ eder. Karşı karşıya geldikleri gerçeklik benzer de olsa, bu harita bütün bireylerde aynı değildir; zîra fiziksel uyaranlar beynimizin süzgecinden geçer ve değişikliğe uğratılır.

Avusturya kökenli araştırmacıya göre, “bu dağınıklık, kesin bilgileri bir merkezde toplamaya gerek duyan planlamayı imkânsız kılmaktadır. Ama o sırada ortalığa hükmeden neoklasik iktisatçıların hesaplarını da imkânsız kılacaktır. Hayek’in ekonomisinin merkezinde artık akılcılığı, kusursuz bilgiyi bulmayız; ekonomik etkenlerin cehâletini ve bilgiye erişime olan hayâtî ihtiyaçlarını buluruz.”

Oyleyse piyasa, “karmaşık toplumu evcilleştirmek” için vardır diye yazıyor Jensen. Zîra, “birbirinden bu kadar farklı varlıklar”ın eşgüdümünü sağlamak için kurallar gerekir. Bunlar da Hayek’e göre piyasanın ve fiyatların işleyişi tarafından kendiliğinden doğurulan kurallardır.

Böylece Hayek biyolojik bir düzenleme modeli düşünür; bu modelin Darwin’inki tarzında bir sürecin vardığı son nokta olduğu iddiasındadır; zîra zihnimizin, sonuçlarını öngöremediği için iyi toplumsal kuralları inşâ etmekten âciz olduğuna hükmetmektedir. Ona göre, toplumsal reform girişimleri toplumların intibâkında ancak ufak bir rol oynamaktadır nitekim.

Kaldı ki “son üç yüz yıldır ortalığı kasıp kavurmuş olan yapılandırmacı yanılsama”yı kınayıp durur. Voltaire kadar Rousseau ve Keynes de, toplumun bir “mâmul düzen” olduğunu, akılcı ilkeler uyarınca ve ortak hedefler saptanarak bunun örgütlenebildiğini düşünme tekdüzeliğine düşmüşlerdir. Bilhassa toplumsal adâlet kavramının anlamı olmadığı ve “totalitarizmin sızmasında Truva Atı hizmeti gördüğü…” telakkîsindedir.

Bununla birlikte Jensen, doğal ayıklanmanın toplumsal düzene uygulanmasının sâdece siyâsî değil epistemolojik olarak da sayısız sorun çıkardığını belirterek geliştirir yaklaşımını; özellikle de toplumsal ayıklanma doğal ayıklanmayla kıyaslanabilir değildir. Nitekim biz, doğal evrimden çok daha çabuk bir biçimde “en elverişsiz davranışları düzeltmeye kadiriz”. Böylelikle, tüfeğin ortaya çıkışıyla kırmızı üniformalı askerler kolay hedef hâline gelmiş ve “renk değiştirmişlerdir; oysa bunu kırmızı tüylü bir ördek yapamaz”.

Ama Hayek’teki, kapitalist toplumların “doğal” bir ayıklanma sürecinin vardığı nokta olduğu fikri, mevcut kurallara bir meşrûluk cilâsı çekmeyi ve etkili ama iktisatçının deyişiyle “bizim idrâkımızın alamayacağı derecede karmaşık” toplumsal düzenler kurmayı mümkün kılmaktadır. O sırada tam bir atılım hâlindeki sosyalist ütopyanın önünü almak için bir “liberal ütopya” inşâ etmek söz konusudur böylelikle.

Bu çerçevede, “Hayek’e göre liberalizmle sinir ağları arasındaki bağ derindir” diye açıklıyor Jensen, “zîra kaçınılmaz biçimde karmaşık olan bir düzeni evcilleştirmek için ikisi de kendiliğinden bir düzene dayanmaktadır” — o kendiliğindenlik, aslında yönlendirilmiş, çerçeveye alınmış ve araçsallaştırılmış olsa bile.

Nitekim Hayek şöyle yazıyor: “Her iki durumda da, son derece pay edilmiş bilgiyi kullanmanın gerektiği karmaşık bir hâdiseyle karşı karşıyayızdır. İşin özü, her uzvun (sinir hücresi, alıcı, satıcı) tümüyle sistem için hayırlı olanı yapmaya yöneltilmesidir. Her uzuv tamâmen habersiz olduğu ihtiyaçlara hizmet için kullanılabilir.”

Bireyle sinir hücresi arasındaki bu paralellik, “insanların hâkim olmadıkları bir tasarının hizmetine koşulduğu otoriter bir politikaya yöneltir” hükmüne varıyor Jensen. Öyleyse bu otoriter liberalizmde, “bireyi kamusal eylemin dokunulmaz temeli hâline getiren ilk baştaki liberalizm”in uzağındayızdır Jensen’e göre. Hayek’in bireyi, kendi deyişiyle söylersek, “kullanışlı ve son derece yönetilebilir” hâle gelir — “piyasa sinyalleriyle de olsa, başka dürtmelerle de olsa” diye sürdürüyor Jensen.

Sinir ağlarıyla paralelliğin peşini bırakmamak için, öğrenim kendiliğinden diye nitelenebilse de, aksine, evrimin şekillendirdiği gerçek beyin yapısının mühendisler eliyle ayarlanmasını gerektiren ağ mîmârisi için aynı şeyin geçerli olmadığını da kayda geçmek gerekir. Hayek’in görüşünde, sinir hücresi-bireylerin sarsılmaz mîmârisini oluşturan piyasadır.

Böylece, “Hayekçi yaklaşım, bir yandan bireyleri sıkı bir denetim altında tutarken, o özerklik talebine kısmen saygı göstermenin kurnazca bir yolunu temsil etmektedir” diye hükme varıyor Jensen. Otoriter liberalizmin bu tipi, böylece, “her işçiyi kesin bir göreve zorlayan, yerine getireceği mekanik hareketleri ona gösteren Taylorizm’den daha inceliklidir. Ama bireyler, tıpkı sinir hücreleri gibi, üzerine hiçbir şey söyleyemedikleri haricî bir maksada boyun eğmekle yükümlüdürler. Haricî sinyallere (fiyatlar, göstergeler…) kendi çıkarları için en iyi tepkiyi verme terbiyesi almalıdırlar”.

Filozof Pierre Dardot ile sosyolog Christian Laval’in daha önce teşhis etmiş oldukları gibi, neoliberal özne bu minvalde sâfi zorlamayla yönetilmemelidir; “yerine getirmesi istenen etkinlikte tüm öznelliğini işe karıştırarak, onu teşkil eden arzunun payı da tanınarak” yönetilmelidir.

Manifesto niteliğindeki kitabı Kölelik Yolu’nda (çev: Atilla Yayla, Yıldıray Arsan, Liberte Yay., 2004), Friedrich Hayek merâmını şöyle açar: “İnsanın gayrişahsî piyasa kuvvetlerine boyun eğmesi, geçmişte, bu olmadan gelişemeyecek bir uygarlığın gelişmesini mümkün kılmıştır; ancak bu gündelik itaat yoluyla kendi anlayabileceğimizden daha büyük bir şeyin inşâsına katkıda bulunuruz.”

Bu anlamda, başkalarından sonra Pablo Jensen de, Hayek’in takındığı anti-demokratik tavırların ve Şili’de Pinochet ya da Arjantin’de Videla gibi yerleşik rejimlere onay vermesinin “basit yol kazâları” olmayıp, ekonominin ve toplumun işleyişini eşgüdüm hâlinde yürütmek için gerekli psikolojik çerçeve üzerine onun görüşünün mantıksal sonucu olduğunu düşünüyor.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.