Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Neden ve nasıl yanıldım?

14-28 Mayıs seçim sonuçlarını tahmin etmek konusunda birçok siyasi yorumcu ve anket şirketi gibi Medyascope Yayın Yönetmeni Ruşen Çakır da yanıldı.

Bu videoda Ruşen Çakır, kendisine gelen eleştirileri yanıtlıyor, seçim sonuçlarını tahmin konusunda nerede ve neden yanıldığını açıklıyor ve özeleştiri yapıyor.

Keyifli seyirler!

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi hafta sonları. Dün Silivri’de açık görüşte Gezi tutuklularını ziyâret ettim. Arkadaşım Hakan Altınay’ı görmeye gitmişken, Tayfun Kahraman ve Can Atalay’ı da gördüm. Hakan, “Nasılsın?” diye sorduğunda, ilk verdiğim cevap, “Seçim öncesi söylediklerim çıkmadı diye bayağı bir şeylere mâruz kalıyorum” oldu. O da bana, “İnsanlar kendilerine yakın gördüklerine bunu yaparlar” dedi. Hakan benim hayatta tanıdığım en bilge insandır. Bence de haklı söylüyor. Bana gelen eleştirilerin büyük bir kısmının iyi niyetli ve önem verdikleri için olduğunu düşünüyorum. Ve bu yayını da bu nedenle bir kere daha o kişiler için, sizler için yapmak istiyorum. Aslında burada söylediklerimin çoğunu seçimin hemen ardından yaptığım yayınlarda bir şekilde söyledim. Ama “Neden ve nasıl yanıldım?” başlığını koyarak, arada o diğer yayınları kaçırmış olanlar için, “Niye yapmadın, niye özeleştiri yapmadın?” diyenlere sunabileceğim bir video olsun diyorum. Bunu yapmak yanlış bir şey değil. Önemli olan burada gazeteciliği özgür ve bağımsız bir şekilde yapmaya devam etmek.

Neden yanıldım, nasıl yanıldım? Şimdi şöyle bir özetleyeyim; beni izleyenler bilir. Sizlerin de bir kısmının daha önceki yayınlarımı izlediğinizi biliyorum, tahmin ediyorum. Yazılarımı okuduğunuzu da biliyorum. Benim iktidar-muhâlefet ilişkisine bakışım üç aşamalıydı. Onları da üç sloganla ya da lâfla, cümleyle özetliyordum. İlk dönem, uzun bir süredir, “Erdoğan çoktan kaybetti, ama kazanan yok” dedim. Daha sonra ikinci dönemde, özellikle Altılı Masa’nın ilk dönemlerinde, “Muhâlefetin kazanmaması mûcize olur, ama bu mûcizeyi gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar” dedim. Ve son olarak da seçime kısa bir süre kala, “Muhâlefet kendisine rağmen bu seçimi kazanacağa benziyor” dedim. Şimdi açıkçası ikinci yerde dursaymışım, pekâlâ, “İşte bakın, ben haklı çıktım. Alınabilecek bir seçimi alamadı muhâlefet” diyebilirdim. İnsanlar çok merak ediyorlar böyle şeyleri; “Hangisi tuttu, hangisi tutmadı” yapıyorlar. Olabilir. Bu tutumları nedeniyle kimseye bir şey söylemenin anlamı yok. Bir de tabiî benim, Muharrem İnce’nin son anda çekileceğini söylemem ve onun gerçekleşmesi üzerine insanlar diğer söylediklerimin de gerçekleşme ihtimâlinin yüksek olduğunu sandılar ve büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Aynı şeyi ben de tabiî ki ciddî bir şekilde yaşadım. 

Burada niye o ikinci andan üçüncü âna geçtiğim hususuna gelecek olursak, İngilizce bir terim var, wishful thinking diye, yani temennî beyânı. Bu, gazetecilikte de çok olan bir şeydir. Ben bunu yapmamaya çalışan bir gazeteciyim ve bu olayda da böyle bir şeyi temennî ediyorum ve bunun için böyle söylüyorum diyemem, asla demem. Çünkü ben hakîkaten bunun artık muhâlefete rağmen gerçekleşeceğine ve Erdoğan’ın çoktan kaybettiği iktidârı terk etmek zorunda kalacağına bir şekilde hükmettim. Bunu yaparken de –birçok yayında söylemiştim, tekrar söyleyeyim– özellikle birtakım muhâlefet faaliyetlerini izlediğimde, orada insanlarla konuştuğumda –parti yetkililerini kastetmiyorum, sıradan insanlar–; meselâ İzmir’de, meselâ Trabzon’da, meselâ Konya Ereğli’de, İstanbul’da, bu insanlarla konuştuğumda, organizasyonlara baktığımda, burada bambaşka bir şey gördüm. O da insanların artık, ummanın ötesinde, inandıklarını görmemdi. Bu işin, bu devrin kapanacağına inanan insanlar gördüm. Ve bu inancın birçok şeyi değiştirebileceğini düşündüm. Ankara mitingi meselâ çok çarpıcıdır. Onun ardından sosyal medya paylaşımlarımı hâlâ kullanıp beni “rezil” etmeye çalışanlar var. Gerçekten Ankara mitingi beni çok şaşırtmıştı. Çünkü Ankara’da mitingler zâten çok zayıf olurdu. Ve ben oraya canlı yayın yaptığımız için mecbûren gittim. Çok büyük beklentim yoktu, İzmir ve İstanbul’dan sonra. Ama gerçekten şaşırdım. Orada öyle yağmura rağmen insanların uzun bir süre meydanı terk etmemesi vs. bütün bunlar, bir şeylerin değişmekte olduğunu bana düşündürdü. Fakat yanıldığım nokta, muhâlefetin bu mûcizeyi gerçekleştirme inadını bypass etmişim.

Burada bir wishful thinking, yani temennî var mı? Yani şunu söyleyenler olabilir: “İşte, Kemal Kılıçdaroğlu’na angaje oldu” vs. diyenler de var. Böyle bir şey kesinlikle yok. Başından îtibâren bu adaylık süreci çok acayip bir süreçti. Kimi dönem Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı söz konusu olduğu zaman, ilk zamanlarda, “Neden olmasın?” da dedim, ama daha sonra ısrarla şunu söylüyordum — ki olmadı o: “Eğer Kılıçdaroğlu kendisinin seçilemeyeceğini, diğer adayların seçilebileceğini görürse Masa’da bundan ferâgat eder. Kendisi aday olmaz, belediye başkanlarından birisinin adaylığını tercih eder” demişliğim var çok defa. Ya Kılıçdaroğlu kendisinin gerçekten kazanacağına emindi –bunu nasıl yaptı; tabiî kamuoyu araştırmaları da belli bir yerden sonra hep onu gösteriyordu– ya da kendisinin kazanma ihtimâli daha düşük olmasına rağmen zorlayarak bunun olacağını düşündü. Ama ne zorlaması zorlamaya benzedi ne de başka bir şeye. Ve yenildi, çok net bir şekilde yenildi. Beni en çok şaşırtan hususlardan birisi, ilk turda Kılıçdaroğlu’nun birinci sırada olmamasının ardından yaptıkları. Can havliyle yaptı bunları. Demek ki bu senaryoyu çalışmamış CHP ve Kılıçdaroğlu. Bizler, tamam, yorum yapıyoruz; diyoruz ki: “Kılıçdaroğlu ilk turu önde bitireceğe benziyor. Hattâ belki ilk turda bile kazanabilir” diyoruz. Ama böyle hayâtî bir seçimde, Kılıçdaroğlu ve ekibinin, ilk turu Erdoğan’ın önde bitirmesi üzerine de bir senaryo çalışmış olmaları lâzımdı. Gördüğüm kadarıyla bunu yapmadılar.

Meselâ ne oldu? İlk turun reklam kampanyasını yapan kişileri kapının önüne koydular. Yani ikinci turda onlarla devam etmediler ve ilk turdaki pozitif kampanyanın tamâmen zıddı bir negatif kampanyaya yöneldiler. Şunu özellikle söyleyeyim: Ben pozitif kampanyanın başarılı olacağına inanıyordum ve hâlâ inanıyorum. Ama bir şekilde bir yerlerde bir şeyler eksik kalmış belli ki. Yani bu seçim sonuçları pozitif kampanyanın tek başına yetmediğini burada bize gösterdi, bana da gösterdi tabiî. Ama buna rağmen ben hâlâ bundan sonraki, meselâ yerel seçimlerde de muhâlefetin adaylarının pozitif kampanyada ısrar etmelerinin doğru bir tutum olacağını savunmaya devam edeceğim — ama kendileri bilir. 

Yanılmamın iki tane temel ögesi var, onları daha önce de söyledim. Bunlardan bir tânesi, benim yıllardır düşündüğüm, dile getirdiğim ve her seferinde de bir şekilde kanıtlanmış bir olay: “Kürtler’i kazanan seçimi kazanır” önermesi. Bunun tam tersi çalıştı. Kürtler’i kazandıkları için seçimi kaybettiler gibi bir durum ortaya çıktı — özellikle montaj kasetlerle vs.. Bu neden böyle oldu? Bunun üzerine çok düşünmek lâzım. Ben şahsen düşünüyorum. Yaptığım yayınlarda da bâzı konuklarla bunu tartışıyorum. Ama bunun çok hayâtî bir mesele olduğunu düşünüyorum. Kürtler’in artık seçimlerin kaderinde belirleyici olma özelliğinin kalkması Türkiye’yi bambaşka bir yere götürür — ki o bambaşka bir yerin eşiğindeyiz, onu söylemek lâzım. İkinci husus: “İstanbul’u alan Türkiye’yi alır” –ki bu Erdoğan’ın sözüdür– olmadı. İstanbul 2019’da alındı ve bu seçimde de İstanbul’da birinci aday çıktı Kılıçdaroğlu. Buna rağmen, sâdece İstanbul değil; Türkiye’nin bütün önde gelen büyükşehirlerinin, bütün hepsi demeyelim ama çoğunda Kılıçdaroğlu birinci çıktı. O haritayı biliyorsunuz işte: Ege, Akdeniz, İç Anadolu’da Ankara ve Eskişehir, tabiî ki İstanbul, buralarda birinci çıkan, Diyarbakır’da birinci çıkan Kılıçdaroğlu’nun kazanamaması bambaşka bir şey. Yani bir tür taşranın büyükşehirlere direnişi gibi oldu olay. Bu da yepyeni bir olgu. Sürer mi? Nasıl sürer? Bunu nasıl değiştirebilir başkaları? Bu çok önemli başka bir tartışma konusu. Bu anlamda ben dâhil hepimizin bir şekilde küçümsediği Mustafa Sarıgül’ün ne yapıp ne edip Erzincan’da CHP’yi birinci parti yaptırması çok ilginç bir olay. Bir laboratuvar örneği olarak ele alınmayı gerektirebilir. 

Temel olarak söyleyeceklerim bunlar, yani neden, nasıl olduğu. Ama şunu özellikle tekrar vurgulamak istiyorum: Bağımsız ve özgür gazetecilik yaptık. Medyascope’un illerde yaptığı çalışmalarda –bütün illere yolladık arkadaşlarımızı– buralarda genellikle seçim sonucuna denk birtakım gözlemler yaptı arkadaşlarımız, özellikle taşrada. Ama ben taşranın büyük şehirlere karşı böyle bir meydan okuyuş içerisine girebileceğini düşünmedim. Biz bağımsız bir şekilde, özgür bir şekilde bu işi yapıyoruz. Şunu sevip bunu sevmemek vs. değil. Gördüğümüzü yapıyoruz. Gördüğümüz, bakışımız yanlıştır –ki benim örneğimde bu böyle oldu–, ama şunu da özellikle vurgulamak istiyorum: Başından îtibâren Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve Altılı Masa’nın yanlış projeler olduğunu söyleyen isimler Medyascope’ta çok ciddî sürekli yayın yaptılar. Çok ciddî saldırılara mâruz kaldılar. Ve biz o arkadaşları sonuna kadar koruduk. Bir tek Burak Bilgehan Özpek belli bir aşamada seçimlere kadar yayınlara çıkmak istemediğini, çok bunaldığını söyledi. Ama bizim o konudaki duruşumuz da çok nettir. Yani bir şeye angaje olmak vs. yok. Bâzı yayın organları bunu yaptılar biliyorsunuz. Muhâlif diye adlandırılan yayın organları bunu yaptılar. Biz bunu yapmadık. Daha dikkatli, çoğulcu bir perspektifte hareket ettik. Örneğin 3-6 Mart’ta yaşanan olaylarda, ben başından îtibâren, 3 Mart’ta Meral Akşener’in haklı ama yanlış olduğunu söyledim. Ondan sonra Masa’ya tekrar oturmasının Kılıçdaroğlu’nun kazanmasını kolaylaştırdığı gibi bir zanna kapıldık. Demek ki öyle değilmiş. İYİ Parti’nin içerisinde hatırı sayılır bir bölüm belli ki Kılıçdaroğlu’na oy vermemiş. Diğer 4 partinin seçimlere hemen hemen hiç katkısının olmaması diye bir gerçek var. Bunun bir süredir farkındaydık. Şahsen ben de farkındaydım. Özellikle DEVA Partisi’nin birdenbire büyük bir çıkış yakalayıp sonra onu nasıl tükettiğini anbean gözledik ve bunu da birçok şekilde söyledik. Ama bir yerden sonra artık o Masa kurulmuştu. Dağıtılması artık söz konusu değildi. Fakat Kılıçdaroğlu’nun öyle bol keseden milletvekilliği dağıtması –ki dünkü “Haftaya Bakış”ta bunu Kemal ile konuştuk ayrıca–, orada birtakım rahatsızlık verici birilerinin sırf Gelecek’te vs.’de oldukları için hak etmedikleri şekilde milletvekili seçilip, çok önemli işler yapmış olan bâzı isimlerin seçilemeyecek sıralara konması ya da hiç listeye konulmaması gibi bir olay yaşandı. O partiler yine de her şeye rağmen birkaç puan getirebilirlerdi; ama açıkçası yapmadılar. Saadet Partisi’ni biraz ayırmak istiyorum. Onlar bayağı bir çaba içerisine girer gibiydiler, ama diğerleri nedense, ya güçleri yoktu ya da nasıl olsa alacaklarını almışlardı. Fakat iktidârın değişmesine yaptıkları yatırımdan erken vazgeçmiş oldular.

Evet, çok uzatmak istemiyorum. Gelelim bundan sonrasına. Çok kişi diyor ki: “Bırak bu işleri”. Vallahi çok iyi olur. Açıkçası çok istiyorum şahsen. Ama burada 8 senede yarattığımız bir Medyascope var. Çok zor günlerden geçiyoruz, mâlî krizler yaşıyoruz. Önümüz çok açık değil. İzleyicilerin desteğinde ve ilgisinde de çok, her siyâsî konuya olduğu gibi ya da mecrâya olduğu gibi, bir azalma var. Ama bu gemiyi yüzdürmekte kararlıyım ve onun için çok istemesem de –gerçekten, bunu samîmî olarak söylüyorum– yapmaya devam edeceğim. Takdir sizindir. Hepinize çok teşekkür ediyorum. Eleştirileriniz için, destekleriniz için, her şey için, bizi izlediğiniz için, bizim yazılarımızı, web sayfamızı tâkip ettiğiniz için, videolarımıza baktığınız için çok teşekkür ediyorum ve desteklerinizin devamını diliyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.