Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kılıçdaroğlu’nun dindarlara yönelik helalleşme çağrısı niçin karşılıksız kaldı?

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı stratejisinin iki temel ayağı vardı: Birincisi hesaplaşma, ikincisi helalleşme. Hesaplaşma “beşli çete” olarak anılan çıkar gruplarını kapsıyordu. Helalleşme ise dindarlar ve Kürtler’i kazanmayı hedefleyen bir söylemdi.

Kılıçdaroğlu muhafazakar camiayı ikna etmeden seçimi kazanamayacağını biliyordu ve helalleşme çıkışıyla bunu denedi ama başaramadı.

Peki neden?

Ruşen Çakır yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı stratejisinin iki temel ayağı vardı: birisi hesaplaşma, bir diğeri de helâlleşme. Hesaplaşma, “Beşli çete” diye özetlediği çıkar gruplarıyla hesaplaşmayla daha fazla öne çıkıyordu. Helâlleşmenin kabaca iki ayağı daha fazla öne çıkıyordu: birisi dindarlarla, diğeri de Kürtlerle helâlleşme. Şimdi, Kürtler’le helâlleşme meselesinde durum farklı oldu. En azından Kürtler’in büyük bir çoğunluğunun HDP, Yeşil Sol Parti üzerinden Kılıçdaroğlu’na destek verdiğini biliyoruz; ama bu seçimin sonuçlarında esas etkili olan, AKP tabanına yakın olan muhâfazakâr câmianın Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığına büyük ölçüde evet dememesi. Yani Kılıçdaroğlu bu kesimi kazanmadan seçimi kazanamayacağını düşünerek doğru bir tespit yaptı. Bu konuda onları kazanmaya yönelik olarak bir helâlleşme çağrısı yaparak da bence doğru bir şey yaptı. Fakat bunun karşılığını alamadı. Neden böyle oldu, niçin böyle oldu? İşte bu yayında birazcık bunu deşmek istiyorum. Bunun birçok ayağı var. Dindar kesimle helâlleşmede daha çok başörtüsü meselesi gündeme getirildi Kılıçdaroğlu tarafından — ki bu çok anlaşılır bir şey; çünkü hâlâ 28 Şubat süreci diye bir şey var. Hâfızalarda ne kadar tâze bilinmez, ama AKP çevreleri tarafından sürekli sıcak tutulan bir husus ve bunun da en önemli ayağı tabiî ki başörtüsü yasağıydı. Başörtüsü yasağı derken de, bu üniversitelerdeki öğrencilere getirilen yasaktı. Ama AKP iktidârıyla birlikte bu yasak kalktı. Onun ötesinde kamuda da başörtüsü takmak serbest bırakıldı. Ve başörtüsü konusunda Türkiye bambaşka bir yere geldi. Kılıçdaroğlu da geçmişte yapılan hatâlarla yüzleşerek, özellikle dindar kadınlara yönelik olarak helâlleşme çağrısı yapıp bir daha bunun böyle olmayacağını söyledi. Ama bunun da dışında CHP’nin özellikle dindar kesimlerle ilişki kurmakta yaşadığı zorlukların farkında olduğunu ve bunu aşmak gerektiğini, aşmak istediklerini söyledi. Bu konuda birtakım organizasyonlar da yaşandı. Ama bir yerden sonra, buradan bir sonuç çıkmadı. Bunun birçok nedeni var. Kılıçdaroğlu’nun helâlleşme perspektifinin yanlış olduğunu düşünmüyorum. Onun ifâde ediş şeklinin de çok yanlış olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu helâlleşmenin kendi partisinin kadroları ve tabanı tarafından tam olarak sindirilmiş ve sâhiplenilmiş olduğuna emin değilim. Dolayısıyla zâten Kılıçdaroğlu’na bu konuda şüpheyle bakan kişiler, onun samîmîyetini sorgulayamadıkları yerde, “O iyi, ama çevresi kötü” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşımı benimsediler ve Kılıçdaroğlu’nun söylediklerinin kendi partisi tarafından tam olarak sâhiplenilmediği iddiasıyla mesâfeli durdular. Kimileri de tabiî ki bunu bir seçim vaadi olarak gördü ve bu anlamda mesâfeli durdu. Olayın bir ayağı bu; yani bunun tam olarak CHP ve Kılıçdaroğlu tarafından sunulamaması. Ama çok daha önemli bir boyutu şuydu ki; bu konuda Kılıçdaroğlu’na en büyük desteğin Millet İttifâkı’nın diğer partilerinden gelmesi gerekiyordu. Gelecek Partisi’nden, DEVA Partisi’nden, Saadet Partisi’nden, İYİ Parti’den gelmesi gerekiyordu. Fakat bu konuda Kılıçdaroğlu’nu büyük ölçüde yalnız bıraktılar. Onun bu helâlleşme çağrılarını, sorulduğu zaman önemsediklerini söylediler; fakat hep bir şekilde temkinli davrandılar. Bu konuya çok angaje olmadılar. Bunun bir nedeni de zâten kendilerinin Millet İttifâkı pazarlıklarında, Kılıçdaroğlu ile yaptıkları pazarlıklarda belli bir aşamaya gelmiş olmaları, bâzı garantileri almış olmalarıydı. Çok da fazla çaba içerisine girmediler. 

Şimdi CHP listelerinden seçilen iki başörtülü milletvekili var. Birisi Denizli’de, Gelecek Partili; diğeri İstanbul’da, DEVA Partili. Bu arada CHP’nin başörtülü tek Parti Meclis Üyesi İstanbul’da seçilemeyecek bir yere konulduğu için kazanamadı. Bir kere bu çok büyük bir haksızlık. CHP, kendi partisinde canla başla ve mahalle baskısını göze alarak yıllardır bu işte çalışan kendi başörtülü üyelerini, yöneticilerini vitrine yeteri kadar çıkartmadı, Meclis’e sokmadı. Bu bence bir kere çok büyük bir sorun. Ama diğer açıdan baktığımız zaman, iki tânesi kazandı, ama aday gösterilip kazanamayan başkaları da var. Bu kişilerle Kılıçdaroğlu’nu çok fazla yan yana görmedik. Meselâ ikisi Meclis’e girdiler –ama giremeyenler de var–, fakat Meclis’e girmesi garanti olan bu kişilerin herhangi bir Kılıçdaroğlu faaliyetinde aktif bir şekilde yer aldığını görmedik. Onun ötesinde baktığımız zaman, Gelecek, DEVA, Saadet Partisi’ne baktığımız zaman, İYİ Parti’ye de baktığımız zaman, Kılıçdaroğlu’nun kampanyasında ne yaptılar? İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ezici bir çoğunluğu CHP’li olan kalabalıklara hitap ettiler bu partilerin liderleri. Hattâ Meral Akşener her seferinde kalktı, CHP seçmeninin evlerinden bir oy da İYİ Parti’ye istedi. Yani onlar Kılıçdaroğlu’nu milliyetçi-muhafazakâr câmiaya bir şekilde –bence yanlış değil tanım– “pazarlaması” beklenirken, tam tersine bu kişiler, zâten sınırlı olan –%25 denir öteden beri– CHP tabanına kendilerini pazarladılar. Normalde olması gereken tam tersiydi. Onların, kendilerinin güçlü olduğu yerlerde birtakım organizasyonlar gerçekleştirip orada Kılıçdaroğlu’nu o tabana, özellikle İç Anadolu’da, Doğu Anadolu’da, Karadeniz’de o tabana Kılıçdaroğlu’nu anlatmaları, Kılıçdaroğlu’nu sâhiplenmeleri gerekirdi. Böyle bir şey olmadı. Yani Kılıçdaroğlu muhâfazakâr câmiaya seslenirken, muhâfazakâr ortaklarını yanında görmedi. Hattâ şunu da çok gördük: Değişik vesîlelerle bu kişiler –özellikle bâzıları diyelim, meselâ Ali Babacan’ın dediğini biliyorum– tabanlarını tam olarak Kılıçdaroğlu’na iknâ etmekte zorlandıklarını söylediler. Tabanlarının ne kadar olduğu ayrı bir soru işâreti, fakat hep o şeyi de açık bıraktılar. Meselâ endîşeli muhâfazakârlardan bahsettiler –ki endîşeli muhâfazakârlar olduğu doğru–; ama o endîşeyi yıkması gereken, gidermesi gereken esas aktörler kendileri olmasına rağmen, onlar o muhafazakâr kesimdeki endîşeleri, kaygıları, kendilerinin Altılı Masa’da pazarlık için ellerini kuvvetlendiren bir şeye dönüştürdüler. Ama o endîşeleri giderme yolunda çok büyük çaba sarf etmediler. Yani şöyle söyleyeyim: “Biz burada olduğumuz için zâten verecek olan verir” yaklaşımıyla hareket ettiler ve çok büyük kopuşları gerçekleştiremediler. Nereden kopuşlar? Özellikle daha önce Erdoğan’a oy vermiş olup, daha sonra ekonomik nedenlerle tereddüt eden, kararsız kalan seçmenin kafasındaki kimlikle ilgili sorunları, ideolojik sorunları aşmasına, çözmesine yardımcı olabilecek aktörler, bu konuda yeterince, hattâ hemen hemen hiç çaba göstermediler. Ama işin en önemli kısmı; bu kendilerine hitap edilen, kendilerine helâlleşme için el uzatılan kesim –çok açık söyleyelim– bir hesap yaptı ve bunun iyi bir adım olduğunu kabul edip ya da en azından zararı yok olarak görüp, ama bunun karşılığında Kılıçdaroğlu’na destek verme yoluna gitmedi. “Tamam, Kılıçdaroğlu bize kendisini kanıtlasın, anlatsın. Takdir ediyoruz” dediler; ama oy vermek zorunda hissetmediler kendilerini. Çünkü Kılıçdaroğlu’na oy vermeleri durumunda iktidar başka bir şekilde şekillenecek ve bir ortaklık ortaya çıkacaktı. Ve ortakların içerisinde dindarlar da diğer ortaklarla diyelim ki eşit olacaklardı. Ama şu hâliyle AKP iktidârıyla berâber, Erdoğan iktidârıyla berâber kendilerini ayrıcalıklı görüyorlar — ki öyleler. Bu ayrıcalıklarını kaybetmek istemediler. Aslında olay bu kadar basit. Kılıçdaroğlu kazansa amenna. “İşte, hani helâlleşme demişti. Bize zarar vermeyeceğini, kazanımlarımızı elimizden almayacağını söylemişti, söz vermişti” deyip belli ölçülerde tedirgin olacak ama belli ölçülerde de yine yatışacaklardı. Ve Gelecek, DEVA, Saadet partileri gibi partiler üzerinden de kendi birtakım çıkarlarının korunacağını düşüneceklerdi. Fakat Erdoğan’ı tercih ettiler, çünkü Erdoğan onlara pastadan daha büyük pay veriyor, vermeyi vaat ediyor. Hani pasta bu arada küçüldü, şu oldu, bu oldu. Bunların bir yerden sonra çok da fazla bir anlamı yok. Yani şunu söyleyeyim, olay aslında şöyle bir şey: Kılıçdaroğlu’nun onlara ihtiyâcı olduğu kadar, onların Kılıçdaroğlu’na ihtiyâcı yoktu. Erdoğan hâlâ onların gözünde en câzip seçenekti. Bunun sonucunda bekledikleri olacak mı olmayacak mı bunu ayrıca göreceğiz. Ama şu hâliyle bakıldığı zaman, Erdoğan’ın yeniden seçilmiş olmasından çok da rahatsız oldukları söylenemez. Ekonomide şu oluyor, bu oluyor, enflasyon artıyor vs. olabilir; ama öte yandan Kılıçdaroğlu’nun bir fırsat olduğuna inanmadılar. İnanabilmeleri için orada çok daha farklı bir şeyin sunulabilmesi gerekiyordu — bir vizyonun. O vizyon da şu: Bütün Türkiye’de, bütün insanların, toplumun farklı kesimlerinin birbirlerinden üstün olmadan eşit olmaları gerektiğinin herkesin hayrına olduğunu anlatacak bir vizyon. Bu vizyon sunulmadı. Genellikle şöyle bir yaklaşım oldu: “Tamam, bizimle helâlleşmek istiyor; ama Kılıçdaroğlu iktidâra gelince yine laikçiler, şunlar bunlar baskın olacak. Bize eskisi kadar fazla dokunmayacaklar belki, ama biz Erdoğan dönemindeki gibi olmayacağız”. Böyle bir yaklaşım vardı. Onlara Kılıçdaroğlu’nun anlatması gereken ya da aslında Altılı Masa denen Masa’nın anlatması gereken, herkesin artık burada, ülkenin merkezinde eşit söz sâhibi olduğu yeni bir düzene geçmek gerektiği, bunun âcil bir gereklilik olduğunu anlatmaktı. Şu hâliyle imtiyazlı durumlarını –ki o imtiyâzın ne kadar olduğu tartışılır– tercih ettiler. 

Kürtler’de aynısı olmadı. Çünkü Kürtler sistemin merkezinde değil. AKP iktidârı döneminde Kürtler’e zaman zaman birtakım şeyler verilir gibi oldu, ama Cumhuriyet‘in ilk yıllarında dışlanan iki büyük grup olan dindarlar ve Kürtler’den dindarlar Türkiye’de sistemin merkezine taşındı; ama Kürtler hâlâ sistemin çeperinde tutuluyor. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun helâlleşme çağrısı Kürtler tarafından merkeze ilk kez gerçek anlamda girebilme ihtimâli olarak görüldü ve benimsendi. Ama buradan da bir sonuç çıkmadı. Zâten işin acı tarafı da bu; Kılıçdaroğlu’nun vaatlerine bakıldığı zaman, herkese eşit, Kürtler’e de eşit bir muamele yapılma ihtimâli birilerini çok ciddî bir şekilde endîşelendirmişe benziyor. “Endîşeli muhafazakârlar” denilirken, buradaki endîşenin kaynağı yaşam tarzlarına dokunulması vs. değil; devlet tarafından, sistem tarafından kendilerine tanınan imtiyazların azalması ya da açılan alanın daralması. Neden alan daralması? Çünkü, yeni gelecekler olduğu için, onlara da yer açılması gerektiği için onların alanı daralacaktı. Kürtler’e yer açılacağı zaman, Kürtler’in de taşınacağı bir merkezde dindarlar eskisi kadar geniş bir alanı kaplamayacaklardı ve dolayısıyla tercihlerini Erdoğan’dan yana yaptılar. Böyle bir acı durumla karşı karşıya kaldık. Tabiî işin bir başka boyutu da şu: Kılıçdaroğlu başarılı olsaydı, kazansaydı, bu vaatlerini ne derece yerine getirecekti? O apayrı bir tartışma konusu. Ama en azından orada bir vaat vardı, orada en azından geçmişin hatâlarından arınmış bir şekilde herkese birden ülkenin kaynaklarının açılması vaadi vardı. Bunu yapabilir miydi yapamaz mıydı bu ayrı bir konu. Ama en azından bir vaat vardı. Erdoğan’da böyle bir vaat yok. Erdoğan genellikle seçimi kazandıktan sonra yaptığı ilk konuşmada bütün Türkiye’nin cumhurbaşkanı olacağını söyler; ertesi gün bunu unutur ve bunu hayâta geçirmekten vazgeçer. Seçim öncesinde de Erdoğan’ın hiç de öyle herkesi kucaklayan bir cumhurbaşkanı perspektifine sâhip olmadığını gördük ve bu sâyede, anlaşıldığı kadarıyla bu sâyede kazanmış oluyor. Burada tabiî yaşanan bütün bu çilelerden, sorunlardan sonra ülkenin insanlarının hangi kesimden olursa olsun çoğulculuk, bir arada yaşama perspektifine daha da yakınlaştığı yolundaki gözlemler –ki bende de bu vardı– büyük ölçüde açığa düşmüş oldu. Bu da hâlâ Türkiye’nin yiyeceği çok fırın ekmek olduğunu bize gösteriyor ve Türkiye bir kez daha, tün vatandaşlarına eşit davranmayan, imkânları tüm vatandaşlarına eşit bölüştürmeyen, böyle bir iddiası da olmayan, başkalarını dışlayarak, ancak kendine yakın gördükleri insanların önünü açabileceğini düşünen bir iktidarla yoluna devam edecek. Yarın öbür gün bu olay tekrar gündeme gelir mi? Kılıçdaroğlu ya da diyelim ki daha sonraki bir CHP lideri kalkıp yine muhâfazakârları, dindarları kazanmak ister mi? Kendi tabanından neler bulur? Bunlar ilerideki dönemin meselesi, ama şunu gördük ki tek başına Kılıçdaroğlu’nun gerçekleştirebileceği bir olay değilmiş. Yalnız bırakılmış. Vizyon anlamında birtakım eksiklikler varmış. Ama onun ötesinde, hitap ettiği kesimler imtiyazlarından, ayrıcalıklarından ve kendilerine açılan alandan feragat etmek, onu paylaşmak istemediler. Olayın bana göre özeti bu. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.