Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı | Çocukların canından vazgeçmek (II): Şablonu yerelleştiren kin

Ümraniye’de bir imam hatip ortaokulunun 900 öğrencisinden 300’ünün bir yıl boyunca derslere girmediği, yalnızca sınavlara girdiği, buna rağmen devamsızlıkları silinerek sınıf geçmelerinin sağlandığı iddia edildi geçen hafta. İddianın sahibi Eğitim İş 2 No’lu Şube Başkanı Kadir Toruş. Toruş aynı zamanda bu durumun pek çok imam-hatip lisesinde yaşandığını da kaydetti (Sözcü’den Sultan Uçar’ın haberi, 30 Haziran 2023). İtiraz eden öğretmenler üzerinde idarenin baskı kurduğu da anlaşılıyor. Peki nereye gitmiş bu öğrenciler? Okulda olmaları gereken zamanı bir tarikatın sözüm ona dini eğitim verdiği bir yerde geçirmişler. Ailelerin haberi var mı bu durumdan? Allah bilir. Büyük ihtimalle haberleri vardır, hatta çocuklarını söz konusu okula bu katakulliye imkân sağladığı için kaydettirmişlerdir. Fakat bu, bahse konu işlemin -idare tarafından düzenlenmiş bile olsa- yasal ve meşru olduğu anlamına gelmez. Vaka bir ortaokulda geçiyor, dolayısıyla yasanın tayin ettiği zorunlu eğitim aşamasını geride bırakan çocuklardan söz ediyoruz. Ortada çok sayıda tuhaflık var. Aklıma gelen birkaç soruyu sıralayayım hemen. Pek de akıllıca sorular gibi gelmeyecek kulağa ama mevzunun karmaşıklığını faş etmek için sanki ülkede olup bitenlerden haberdar değilmişiz gibi davranmakta fayda var: 

  1. Aileler çocuklarının bağlısı oldukları tarikatın verdiği eğitimi almalarını istiyorlarsa neden bir ortaokula kaydettirmiş olabilirler? 
  2. İmam-hatipte verilen dini eğitimle tarikatın verdiği eğitim arasında nasıl bir fark var ya da imam-hatip ortaokulunda verilen eğitimin nesi yetersiz görülüyor ki çocuklarını tarikat eğitimine göndermeyi tercih etmişler?
  3. Az değil 300 çocuktan söz ediyoruz. Okulun toplam 900 öğrencisi var. Yani öğrencilerin üçte biri koca bir des yılı boyunca ortada yok. Demek ki ciddi bir organizasyon yapılmış ve okuldaki herkes, yalnız okuldaki mi, muhtemelen il ve ilçedeki milli eğitim müdürlükleri de mevzuyu biliyor olmalı. Kim, nasıl örgütledi bu işi? Peki ne karşılığında? 

Haberin paylaşıldığı her tweetin altına yazılan yorumlarda bu uygulamanın gayet yaygın olduğu, çocukların bütün bir yıl boyunca değilse bile bazı günlerde okullardan alınıp, bazen ailelerden izin de alınmaksızın tarikatların örgütlediği etkinliklere katılmak üzere götürüldüğü yolunda anekdotlar okudum. Azıcık kurcalayınca, bu tür uygulamalara karşı çıkmaya yeltenen öğretmenlerin işleriyle tehdit edildiklerine ilişkin vakalar da çıktı karşıma. Okul, aile ve tarikat/cemaat arasında, elbette devlet bağlamında, ama aynı zamanda mevcut yasaların bir hayli dışında enformel ve gayriresmi bir düzenek kurulduğu anlaşılıyor. 

Zor cevaplı sorular

Peki ama niye? Devlet(in okulu), kendisine emanet edilmiş çocukları durduk yerde başka oluşumlara gönderme riskini neden alıyor? Ya o çocuklardan birine bir şey olursa? Devlet kim mesela bu işlerin olduğu okullarda? Daha da yakıcı bir soru sorayım: O okulda idareci olarak devleti temsil eden kişinin sadakati kime? Maaşını ödeyen idareye mi yoksa devletle arasındaki gayrinizami ilişkiyi yürüttüğü cemaat/tarikata mı? O okuldaki öğrenciler kimin öğrencileri, dahası kimin çocukları? O çocuklar ana-babalarının mülkü mü, yoksa devletin yurttaşları mı? Ana-babalarının mülküyse eğer devletin okulu neden o mülkün tarikata devredilmesinde bir komisyoncu gibi araya giriyor? Yok eğer o çocuklar yurttaşsa nasıl oluyor da devlet yurttaşlarını tarikatlara emanet ediyor? Daha da sadeleştireyim, devlet, tarikatla aile arasındaki ilişkinin kolaylaştırıcılığı rolünü neden üstleniyor? 

Kimse bu işi yapan yalnızca bir memur demesin… Mevzuyu ortaya çıkaran Milli Eğitim müfettişleri değil bir sendika, bu bir. İkincisi, bu bir kereye mahsus olmuş istisnai bir vaka değil. Çok uzun zamandır imam-hatip okullarının cemaatlere etkinlik alanı olarak tahsis edilmekte olduğunu mevzuyla ilgilenen herkes biliyor. Nitekim yetmemiş olacak ki, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla tüm okullara rehber atanacak. ÇEDES projesinden bahsediyorum ama siz onu Berrin Sönmez’den okuyun. Peki devletten maaş olan o rehberler devletin mi bağlısı oldukları tarikatların, cemaatlerin mi temsilcisi olacak? Mevcut halde, okullarda bu işleri düzenleyenlerin ve “heves”le atama bekleyen rehberlerin seçim dönemlerinde iktidara bağlılık yemini etmekte yarışanlardan seçileceğine şüphe yok. Ya sonra ne olacak? Cemaatlerle devlet arasındaki ilişkinin ne denli kırılgan ve şedit olduğunu tek bir partinin iktidarında bile gördük. Kendi hükümet ettiği dönemde yerleştirdiği kurumlardan bir cemaati temizlemek bahanesiyle kurumları yerle yeksan etti bu iktidar. Hal böyleyken daha beter sahneler görmemizin önüne ne geçecek? Nitekim, bu sadakat yarışçılarından bazılarını sık sık çocuk tacizi ya da şiddet vakalarında da duyuyoruz. Gayet korunuyor ve kollanıyorlar. İlerde bir gün, olur da iktidarla aralarındaki rabıta bozulursa gene böyle korunup kollanacaklar mı, yoksa öncekinde olduğu gibi kirli çamaşırları ortaya mı serilecek? Peki onların korunduğu, kollandığı müddet boyunca çocuklara ne olacak? Yalnız o cemaatlerle ilgisi olan ailelerin çocuklarından değil, bütün çocuklardan söz ediyorum. Çünkü bu vakalar yalnız oldukları yeri yakan yangınlara benzemezler. Ne zaman bir çocuğa bir şey olsa, hepimiz kendi çocuklarımız için daha çok endişelenir ve onları bu endişeyle yetiştiririz. Ne zaman bir çocuğun canından vazgeçilse, bütün çocuklar biraz daha yaklaşırlar yetimliğe. Şimdi bir kez daha aynı soru: Bir devlet, hadi onu da katalım, koca bir millet çocuklarının canından niye bu kadar örgütlü ve kitlesel olarak vazgeçer? 

Yukardaki çok da akıllıca olmayan sorulara cevap verebilmek için, bu son soruların cevabını da bilmemiz gerekiyor. Kimsenin, o okuldaki yöneticilerin, o yöneticilerin bağlısı oldukları tarikatların ya da bir parçası oldukları eğitim bürokrasisinin dahil olmak üzere, hiç kimsenin bu sorulara mantıklı cevaplar verebileceğini sanmıyorum. Devlet dağıldı, kurumlar parçalandı, hiçbir şey işlemiyor gibi şeyler söylediğimizde kastettiğimiz mesele de bu. Söz konusu çocuklar olduğunda bile bu soruların cevaplarını net olarak veremiyorsak var olduklarını düşündüğümüz düzeneklerin hiçbiri yoktur aslında. Başka türlü bakarsak, o kurumların bir tür değirmene dönüştüğünü ve çoluğu çocuğu öğüttüğünü de söyleyebiliriz. Fakat bunu söyleyip bırakmayacağım meseleyi. Çünkü ne yazık ki bu daha başlangıç. Yukardaki soruların hiç birini tek başıma cevaplayamam, ama cevabı nasıl arayacağımız konusunda bir şeyler söyleyebilirim.

Kolay cevap: Dindar ve kindar nesil

Bütün bu sorulara, “bu ülkeyi yönetenler ‘dindar ve kindar bir nesil’ üreteceklerine söz verdiler, gereğini yapıyorlar” diye cevap vermek en kolayı. Mevzunun yalnız görünen kısmını kapsıyor bu kestirme cevap ne yazık ki… Üstelik bir çözüm, bir mücadele hattı vs. de önermiyor. “Dindar ve kindar bir nesil istiyorlar” dedikten sonra kurabileceğimiz hiçbir cümle gidilebilecek bir yöne işaret etmiyor. Ne işlerine yarayacak “dindar ve kindar” bir nesil? Başka türlü sorayım: Dindar ve kindar bir nesil üretme fikri başka hangi fikrin, böylesi bir nesil üretmek üzere oluşturdukları ve yukardaki haberde kısmen vakıf olduğumuz mekanizmalar hangi mekanizmaların yerini alıyor? 

Devletlerin de para gibi -anayasalarında laiklik olmasa da- dini-imanı olmadığını düşünüyorum. Fakat din, tıpkı para sahipleri gibi devlet sahiplerinin de çok işine yarayabilir. Mevzuyu burasından irdelemeye başladığımızda çeşitli mücadele zeminleri de bulabiliriz. O yüzden evvela ne kadar dindar olurlarsa olsunlar devlet yöneticileri ile dini cemaatler arasındaki ilişkinin gayet pragmatik bir düzen bağlamında gerçekleştiğini görmeyi denememiz gerekir. Bu ilişki Türkiye’de şimdi tuhaf, alelacayip bir formuna tanık olduğumuz devlet geleneği için yeni olmadığı gibi, bu devlet geleneğine özgü bir ilişki de değil. Devletlerle dinler, dini cemaatler sürekli ve gergin ilişkiler kurageldiler tarihin en eski zamanlarından beri ve dünyanın her yerinde. Normalleştirmek için söylemiyorum, bunu böylece kabul edelim de demiyorum. Bu ilişkinin hepimizin, yani kamu alemin yararına olmadığını düşünüyorsak sanki bize, toplumun yalnızca bir kesimine doğrultulmuş bir silahmış gibi görmenin yeterli olmadığını söylüyorum yalnızca. 

Geçen hafta kaldığım yere dönmek istiyorum şimdi kısaca. Melinda Cooper’ın “Family Values: Between Neoliberalism and the New Social Conservatism” (Aile Değerleri: Neoliberalizmle Neomuhafazakârlık Arasında, Zone Books, 2017) kitabında tartıştığı bazı meselelere dikkatinizi çekecektim. Çok enteresan bir bölüm var kitapta (sayfa 284’te başlıyor). Hayatını ve kariyerini sekülerleşme eleştirisi üzerine kurmuş sosyolog Peter Berger’le teolog Richard John Neuhaus’un birlikte yazıp 1977’de yayınladıkları 44 sayfalık bir broşürden bahsediyor: “To Empower People”  (Milleti Güçlendirmek). Broşürü yayınlayan American Enterprise Institute, neoliberalizmin yerleşmesine öncülük eden düşünce kuruluşlarından biri. Hem bu kuruluşun hem de yazarların en büyük dertlerinden biri refah devleti. Çünkü devletin her bir yurttaşı kendisi açısından ayrı ve özerk bir “vaka” olarak görmesi anlamına gelen refah devleti uygulamalarının insanları çalışmamaya özendirdiğini, suç oranlarını artırdığını, dahası ulusun kaynaklarının yok yere harcandığını düşünüyorlar. (Aslında devletin zenginden alıp yoksula veren bir mekanizma olmasından rahatsızlar. Tersinin doğru olduğuna inanıyorlar.) Çare olarak da devletin bu sahadan çekilmesini, yerini bir takım “aracı kurum”lara bırakmasını öneriyorlar. Önerdikleri aracı kurumların başında ise kilise, (yerel ve dini) cemaatler ve aile geliyor. Diyorlar ki, “Kurumsal olarak güvenilir aracıların yokluğunda, siyasi düzen değerlerden ve bireysel hayatın gerçeklerinden kopuyor. Ahlaki temellerini ve meşruiyetini yitiriyor.” Dini özgürlüklerin yüceltilmesini, bu yolla kiliselere ve cemaatlere hareket alanı kazandırılmasını ve yoksulluğun bertaraf edilmesi başta olmak üzere bütün diğer “hayır-hasenat” işlerinin de kilise ve cemaatlere bırakılmasını öneriyorlar. Çünkü kimin kamu kaynaklarından yardım almayı hak edip etmediğine karar verecek birileri lazım, o birileri de ahlakından emin olunanlar arasından seçilmeli. Bu aracı kurumlar, devletin her bir yurttaş hakkında doğrudan sorumluluk almasına gerek bırakmayacak şekilde çalışmalılar. 

Bu broşürden bir yıl sonra Neuhaus bir kitap daha yazıyor: “The Naked Public Square” (Çıplak Kamusal Alan). Bu kitapta, dini otoritenin yasalar ve devlet kurumları eliyle zayıflatılmasının kamusal hayatta bir meşruiyet sorunu yarattığını iddia ediyor. Ve sıkı durun, bu nedenle eleştirdiği taraf mahkemeler ya da politikacılar değil, aksine kiliseler. Diyor ki, “hakkınızdaki mahkeme kararlarını kabul etmekle en büyük yanlışı siz yapıyorsunuz.” Kiliselerin yasaların getirdiği sınırlara uyarak sıradan örgütlerden farksızlaştığını öne sürüyor. Hatta, din-devlet ayrılığının retorik bir mit olduğunu, dinin devleti meşrulaştıran özerk bir alan olarak görülmesi gerektiğini de söylüyor. 

Uzak bir tarih ve başka bir memleket gibi görünüyor değil mi ilk bakışta? Fakat nasıl da andırıyor bizim memlekette yaşadıklarımızı. Çünkü şahit olduğumuz, aslında daha çok üzerimizde denenen şey, buna devletin -sanki kutsanmayı bekleyen bir şövalyeymişçesine- din karşısında diz çöker gibi yapması da dahil, pek de karmaşık olmayan bir şablonun kara düzen bir uygulamasından ibaret. 

Küçült devleti, her işi piyasaya bırak. Devlet yalnızca güvenlik ihtiyacına baksın, bir de anlaşmazlıkları çözümlesin. Ama hepsini değil. Arabuluculuk kurumu geliştir mesela, yargı işlerinin bir kısmını da özelleştir. İşçi güvenliğini de özelleştir. Yoksulluğun bertaraf edilmesi -yok canım işte katlanılır kılınması- işlerini de özelleştir. Peki ama bu işlerin devleti yönetmekte olanlar zararına olmayacak şekilde idare edilmesini nasıl sağlayacaksın? O aracı kuruluşları bul, ortaya çıkart, güçlendir, sana sadık olmalarını sağlayacak havuçlar ve sopalar bul. 

Bütün bu süreç sıradan insanların her gün hem geçmişlerinden hem geleceklerinden bir şeyler kaybettikleri bir erozyona tekabül ediyor aynı zamanda. Benim kuşağım, ana-babasıyla aynı refahı yaşamayacağını kabullenen ilk nesildi. Bizim kuşaktan sonra gelenlerinse daha iyisini hayal etmeye hiç enerjileri kalmadı. Bir siyasi krizden ötekine, sürekli bir ekonomik buhran ve tehdit ortamında geçirdiler çocukluklarını ve gençliklerini. Yeni doğanların yüzüne bakacak cesaret bulan var mı aranızda? 

Peki bütün bu kayıplar nasıl kabullendirilecek geniş kalabalıklara? Kendilerinden toplanan vergilerin en temel eğitim ve sağlık hizmetlerinden bile esirgenip silah tüccarlarına, inşaatçılara, bankacılara, yani en zenginlere aktarılmasına, denetime kapatılmış düzeneklerle cebellezi edilmesine nasıl razı edilecek kalabalıklar? Kinlenecekler, öfkelenecekler elbette. O öfkeyi, bütün bu işleri yapanlardan mı çıkarsınlar? Olur mu öyle şey?! 

Onlara kinlerini, öfkelerini, hınçlarını yönlendirebilecekleri hedefler göster… Hatta o kinde, öfkede, hınçta öncülük et… Onlar yerine savaşlara tutuşan bir avatar gibi davran. Sana aşık olsunlar, senden başkasını görmesin gözleri. Aracı kurumları güçlendir ve görevlendir, fakat dizginlerini de sıkı tut, seni her fırsatta yüceltsinler! Kitlelerin içinde yaşadıkları koşullardan doğan hoşnutsuzluklarını, kendi belirlediğin hedeflere yönelmiş kine dönüştür. Din iyi bir mürşittir bu yolda. Aç bütün büyük ibadethaneleri, kendi memleketlerini tekrar tekrar fethettir onlara… Hedefini şaşırmış öfkeyle, kendilerinden olmayana duydukları hasetle, senin düşmanlarından sanki onlar senmişsin gibi alacakları intikamla avunsunlar! 

Bazı ara cevaplar

Baştaki hiç de akıllıca olmayan sorulara şimdi bazı cevaplar verebilirim sanıyorum. Bu cevapların büyük ölçüde bugüne kadar dinlediğim hikâyelerden çıkardığım örüntülere dayalı tahmin yürütmeden ibaret olduğunu hemen söyleyeyim. Yani söz konusu okula gitmedim, oradan kimseyle konuşmadım. 

1. Aileler çocuklarının bağlısı oldukları tarikatın verdiği eğitimi almalarını istiyorlarsa neden bir ortaokula kaydettirmiş olabilirler? 

O cemaat ya da tarikat, şu yukarda sözünü ettiğim aracı kurumlardan biridir muhtemelen. Aileler o aracı kurumun aracılık ettiği nimetlerden yararlanabilmek için çocuklarını kendilerinin bugünkü, cemaatin gelecekteki hayatının güvencesi olarak cemaate terk etmiştir. Söz konusu okul da o cemaat ya da tarikata gayriresmi yolla devredilmiştir. Yani devletin okulu, cemaatin paravanı haline gelmiştir. Mevzu ortaya çıkınca bir süre de olsa gözlerden uzak bir yerlere gönderilmek suretiyle cezalandırılacak olan yönetici cemaat mensubu bir devlet memurudur. Kendisine hem devlet hem cemaat kahraman muamelesi yapacaktır eğer olursa yargı süreci devam ederken. İşine benzer düzeneğin kurulduğu başka bir okulda devam eder. 

2. İmam-hatipte verilen dini eğitimle tarikatın verdiği eğitim arasında nasıl bir fark var ya da imam-hatip ortaokulunda verilen eğitimin nesi yetersiz görülüyor ki çocuklarını tarikat eğitimine göndermeyi tercih etmişler?

İmam-hatipteki dini eğitimi yetersiz bulan aile değil, tarikat ya da cemaattir. Zira cemaatler-tarikatlar arasında da büyük bir rekabet var ve bu nedenle her biri istikrarlı bir şekilde radikalleşiyorlar. Çocukların varlığı ve cemaatin/tarikatın eğitimini alması, cemaatin/tarikatın devamlılığı açısından çok önemli. Bu nedenle, kendilerine bağlı olan ailelere, tarikata verdikleri çocuğun da her yerde geçerli bir diploma almasına engel olmayacağı sözü vermiş olmalılar. Bu, ailelerin çocukları ve kendileri için mümkün olduğunca çok sayıda opsiyonu açık tutmaya çalıştığını, yani imam-hatipten bile olsa devlet nezdinde geçerli bir diplomadan vazgeçmediklerini gösterir. Öte yandan tarikat da ailelere, bu diplomayı isterse devletten alabilecek denli güçlü olduğunu ispat etmiş bulunur. Ailenin, ama en çok da çocuğun kıstırıldığı cendere bu pazarlıkta açıkça görülebilir. 

3. Az değil 300 çocuktan söz ediyoruz. Okulun toplam 900 öğrencisi var. Yani öğrencilerin üçte biri koca bir ders yılı boyunca ortada yok. Demek ki ciddi bir organizasyon yapılmış ve okuldaki herkes, yalnız okuldaki mi, muhtemelen il ve ilçedeki milli eğitim müdürlükleri de mevzuyu biliyor olmalı. Kim, nasıl örgütledi bu işi? Peki ne karşılığında? 

O yönetici kim bilir nasıl yönetici oldu, kimler aracılık etti ona, hangi kefaletler karşılığında meslektaşlarından biraz daha iyi bir yere, biraz daha iyi bir maaşa ve belki ilave başka ödemelere kavuştu. Az önce de söylediğim gibi bir de işin manevi tatmin tarafı var. Cezalandırıldığı taktirde bile kahraman olacak. Başka vakalarda gördük bunu. 

Peki bütün bunlar ne anlama geliyor? Yani devlet aslında ne karşılığında neden vazgeçiyor? 

İddiamı söyleyip izahını gelecek haftaya bırakayım… 

Bütün bunlar her alanda çok ciddi ve hızlı bir egemenlik devri anlamına geliyor. Devlet, evvelden kendisinin yaptığı hangi işi piyasaya bıraksa ona egemen olma meşruiyeti kazandırmış bulunan bir fonksiyonunu şu ya da bu bedel karşılığında kiralamış, kendi egemenlik sahasını parçalamış oluyor. Biz bunu dışardan kurumların erozyona uğraması gibi görüyoruz ama aslında erozyona uğrayan şey bizatihi devlet egemenliği. Bu saçaklı hegemonik yapı(sızlık) sürekli bir çalkalanmaya, alınması gereken en hafif virajda bile savrulmalara neden oluyor. Alın size gül gibi “beka sorunu” ve ondan sonra da yaşasın(!) “güvenlik devleti.” 

Biz mevzuyu muhafazakâr ve seküler kimliklerin çarpışması gibi görüyoruz, çünkü siyasetin en görünür aktörleri konumunu yitireyazsalar bile korumakta olan seküler orta sınıfların canı, en azından son birkaç seneye kadar, en çok yaşam tarzına ilişkin meselelerden yanıyordu. Şimdi gördüğümüz ekonomik erozyon, egemenliğin saçaklanması sürecinin tamama erdiğinin göstergesi. Buradan geriye dönüşün bütün bu sürece şu ya da bu şekilde eşlik etmiş aktörlerin siyasi tahayyülleriyle olmayacağını da gördük. Dolayısıyla artık bu sürecin sonrasını düşünmek ve kotarmak, ona göre siyaset etmek gerekiyor. 

Canından vazgeçilmiş çocukların, onlardan vazgeçenleri elbirliğiyle malulen emekliye sevkedecekleri zaman yaklaşıyor olmalı. Canından vazgeçilmişler, sermaye olsun diye “aracı kurumlar”ın tasarrufuna terkedilenlerden ibaret değil. Kaç nesildir sürüyor bu vazgeçiş. Şimdi sıra “asli unsur”ların çocuklarına da geldiği için dehşet içinde izliyoruz. Ya nasıl, bunlar da kendi çocukları, öncekiler gibi üvey değiller ya da evi terk edip sokaklarda eşitlik-özgürlük arayanlardan da değiller, kendisinin kopyası çocuklar işte, bunları niye harcıyor ki diyoruz içimizden. Vazgeçtiği her çocuk için bir bahane buldu bu devlet. Şimdi de dindarlaştırarak ve kindarlaştırarak vazgeçiyor. Kolay cevaplarla yetinmeyip kendinden olanı kayırma eğiliminden yüz çevirince cevap aranması gereken yeni sorular da beliriyor. O soruları formüle edelim, cevapları da buluruz elbet. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.