İsmail Güzelsoy yazdı: Serbest Fıkra

Padişah vezire sorar, “Bu ülkede çok fazla tembel insan var, bunlardan kurtulmanın bir yolu yok mudur?” Vezir, “Haşmetlim, müsaade buyurursanız birkaç gün içinde size çözüm bulurum” diye cevaplar ve oturup düşünmeye başlar. Derken aklına şöyle bir çözüm gelir…

Son yıllarda tanıdığım ve tanıştığım hemen herkese fıkralarla ilgili hissettiğim hayranlığı anlatmışımdır. Nadiren birileri hislerimi paylaştı, genellikle insanlar hastalıklı bir aklın içindekileri okumak istercesine donuk bakışlarıyla yüzümü incelemekle yetindi. Hatta, “takılma böyle ayrıntılara, neyse ne; sen gül geç” gibisinden tepkilerle bile karşılaştım. Fıkralar doğa olayı gibi kabul edilegelmiş, oysa onların da arkasında kurgu yapan, tasarlayan, duyguları kamçılamayı başarabilen bir akıl yok mu? Hem de ne akıl!

İyi de kimler üretiyor bu fıkraları, neden böyle bir iş yapıyorlar? Karşılığında ne bekliyor fıkra üreten sanatçılar? Onlara nasıl bir ödeme yapıyoruz? Hava kadar bedava! Para pul almıyor, talep etmiyorlarsa neden yüzyıllardır çabalayıp duruyorlar? Acaba başka gezegenden mi geldiler? Bizim her kahkahamızda açığa çıkardığımız ve henüz tanımadığımız bir tür enerjiden mi besleniyorlar? İyi niyetli bir mezhep mi var bu acayipliğin arkasında? Yoksa şeytani bir günah cemiyetinin eseri mi fıkralar? Gülen bir aklın dinden, imandan, yoldan çıkması daha kolaydır ya hani. Fanilerin gülmeye teşne olduğunu biliyordur iblisler. Önce basit şeylere güleceğiz. Hayatın çarpık, sevimli, abartılı hallerine ve nesnelerine… Sonra beyinde salgılanan o hormonun, o meşum kuddenin esiri olacağız. Gülmeden yapamayacağız. Her şeye gülme ihtiyacı hissederek kıvranıp duracağız. Devlete, bayrağa, vatana, sermayeye, borsaya, hatta haşa imana bile… Plan bu mu?

Ya Nasreddin Hoca? Şeytanın mı yoksa Rabbin mi kelamıyla geldi aramıza? Biz fanileri yola getirmek, imanın ne kadar esnek, ne kadar sevimli bir şey olabileceğini kanıtlamak için mi “gönderilmişti”, yoksa aksine, bir iblis elçisi olarak insanları yoldan çıkarıp inançlarımızı, örf ve âdetlerimizi sarsmaya mı gelmişti? Hacivat ve Karagöz’ün katli nasıl da isabetliydi o vakit. Demek ki şeytana biat edenler bizleri yoldan çıkarmak için fıkra uydurup ortalığa yayıyorlardı. Adamın biri köpeğine demiş ki… İşte aklımızı ve basiretimizi şirazesinden çıkaracak bir mesel daha. Adam köpekle konuşur mu? Yüce yaratan köpeklere ve cem’i hayvanata konuşma melekesi vermemiş, bunu sadece biz insanoğluna bahşetmişse bir bildiği vardı. Onları da bizim gibi konuşan, tartışan, güzellik yarıştıran, gülen, ağlayan, yalan söyleyen, yatırım yapan, ihanet eden, twit atabilen varlıklar halinde yaratamaz mıydı yani? Peki bu fıkra neden köpeğin konuştuğunu söylüyor? Çünkü fıkralar şeytanın kelamıdır. Bizleri yoldan çıkarıp ilahi yasaya karşı kışkırtmaya, aklımızı bulandırmaya, mevcut doğa dengesini bozmaya çabalar iblis. Sonra da hepimizi eşcinsel yapmaya çalışacaklardır, başka ne?

Papağan kanatlarını iki yana açmış ve “Yaklaşmayın, ben siyasi bir mahkumum!” demiş.

Pekala, bütün bunlar gülünç hezeyanlar, kabul! Yine de aklım almıyor, her yurttaşım gibi, aklımın alamadığı durumlarda komplo kokuları alıyorum. Bu benim genlerimde var. Dükkânlara “Lütfen adres sormayın” levhalarının asıldığı bir çağdan bildiriyorum. Çıkarı olmadan insanların birbirine selam vermediği bir neoliberal çağ; bildin! Peki böyle bir zamanda bunca fıkra nasıl ortaya çıkıyor? Nasıl çoğalıp kulaktan kulağa yayılıyorlar? Ne çıkarı var bunu yapanların? 

Bak şöyle izah edeyim: ortaokul yıllarından beri yazıp çizerim. Çocukluğumdan itibaren hatırı sayılır yoksunluklar, zorluklar yaşadım. Bunlar insanı kibirden arındırıyor haliyle. Kibirli olmamak, tevazu değil, tam tersine kalbini tevazuya gerek duymayacağın bir terazide tartmayı becerebilmendir. Bunu öğrendim. Ne kadar iyi iş çıkarırsam çıkarayım, bir üst aşamanın var olduğunu bildim. Mütevazi olmak adına değil, daha iyi bir şeyler ortaya çıkarabilmek için alçak durmayı öğrendim. Bütün bunlara rağmen, yazdığım herhangi bir cümlenin altına imza atmamayı hayal bile edemem. 

İşte bu yüzden fıkra ustalarını anlamakta zorlanıyor aklım. Uzaylılar, Mısır bilgeleri, dinler, büyücüler, şeytanlar, gizli örgütler, İlimünati, Masonlar, yıkıcı çevreler, yeraltı dünyasının karanlık ve derin varlıkları, terör odakları geliyor aklıma. Kaygı ve kuşkuyla bakıyorum. Çünkü bir paragraf yazıp insanlara kahkahalar attırmayı başarmak kolay iş değil. Uzmanlık, incelik, hesap gerektirir. Öyle bir paragraf ki tek başına metroda giderken aklına gelir ve kahkaha atmaya başlarsın. Bunu yapabilecek kaç edebiyatçı var? 

Modern zamanlarda internet var, basılı medya, cep telefon mesajları var; var da var! Yüzyıllar öncesini düşünsene. O çağlarda nasıl üretildi ve yayıldı fıkralar? Hem de ne yayılma! Merhum İsmail Dümbüllü’nün ünlü doğaçlama şakasını bilirsin. Adamın biri oyunun ortasında sahneye bir hıyar atar, Dümbüllü eğilip onu alır ve “Beyefendi kartvizitinizi düşürdünüz” der. Bunu ABD’li bir doktordan fıkra olarak dinledim. Nasıl bir yolculuk bu peki? İstanbul’daki bir tuluat sahnesinde yaşanan bir olay California’ya nasıl gitti sence? Demek ki geçmişten beri süregelen bir yeraltı cemiyeti var hakikaten. Yarattıkları eserin altına imza koymayacak kadar yüce gönüllü adamlar bunlar. Ne dünya malına tenezzül ediyorlar ne de bir tek Allah’ın kuluna müdanaları var. Yeraltında, Bizans ve Venedik dehlizlerinden geçilerek ulaşılan karanlık ve labirentimsi merdivenleri, yeşil yosunla kaplı revaklı geçitleri olan dev bir yapıya iniyorlar geceleri. Aynalı tonozla örtülmüş duvarlarında meşalelerin titreş ışığının oynaştığı yapının ortasında büyük bir ahşap masada rahipler yan yana oturuyor. Hepsinin üzerinde fuşya rengi cübbeli birer pelerin var. Kimse kimsenin yüzünü görmüyor ve görmemeli. Oyunun kuralı böyle. Kimse kimseyi tanımayacak. İsim yok, bakış yok, yalnızca sesle iletişim kuruluyor. Onlar bir paragraflık başyapıtın rahipleri. Dev boyutlu, yuvarlak bir masanın etrafında toplanıyorlar. Kâğıt kalem kullanılmamalı. Ses kaydetmek, avuca not almak bile yasak. Açılış konuşmasıyla başlıyor her oturum: “Aziz kardeşlerim, kaygısız tebessüm ve hayâsız kahkahaların adanmış müridleri, son iki yıldır hayvanata dair fıkraların sayısında kayda değer bir düşüş var. Halbuki insanoğlu kendi benliğine fena gömüldü, tam da hayvanat fıkralarımızın gün yüzüne çıkması gerektiği dönemdeyiz. Gördüğüm kadarıyla ‘İtin-Bitin Dünyası’ ekibi yorulmuş. Bu durumda önümüzdeki üç ay boyunca bir denge oluşturmak açısından onlar destek vermek gerekecek. Bir haftalık bir müzakere sonucunda Belden-Aşağı ekibinin İtin-Bitin Dünyası ile birlikte çalışmasını öneriyorum. Bu karara itirazı olan var mı?”

Yaşlı horoz sahibine demiş ki: “Hacı ya ben çok yaşlandım, bunca dilberle başa çıkamıyorum, kümese genç bir horoz alsan, ben de emekliliğimin tadını çıkarsam gider ayak.” Çiftçi düşünmüş taşınmış…

Kim ne derse desin, fıkralar sözlü edebiyatın yaşayan son kaleleridir. Bütün iktisadiyatçı yağmalardan kaçınabilmiş, tatlı bir tebessüm ve yürek dolusu bir kahkaha haricinde her türlü dünya nimetine sırt çevirmiş yüce gönüllü birilerinin eserleridir onlar. Belki bir gün, yüzyıllar sonrasının titiz edebiyat tarihçilerini de umursamayıp ben de fuşya rengi cübbeli bir pelerin giyip yeraltına inen dehlizin ağır ve paslı kapısından karanlık koridorlara inerim. 

Bir İngiliz, bir Alman, bir Fransız ve Temel trende gidiyorlarmış. İngiliz demiş ki…

Tek korkum ne biliyor musun? Ben oraya ininceye kadar o büyük dergâhın da kapılarının altın varakla kaplanmış olması… İşin başına Musk sıfatlı neoliberal bir patron gelmiştir. Tombul parmaklarını havada silkeleyerek talimatlar yağdırıyordur sağa sola: “Eylül Hanım, tam üç gündür tek kahkaha attıramadık abonelerimize. Borsada halimiz hiç de iç açıcı görülmüyor. Yönetim kurulu üyelerinin oybirliğiyle almış olduğu karar gereğince bütün çalışanların hak edişlerinden yüzde yedilik kesinti yapmak zorunda kalacağımızı üzülerek bildirmek durumundayım. CEO’su olduğum şirketimizin içinde bulunduğu kriz, piyasa rekabet koşullarındaki aleyhimize gelişen bazı faktörlerin ve…”

Adam ıssız adaya düşmüş, yanında yalnızca bir prezervatif ve bir tane de Viagra varmış. Günlerce aç susuz yaşadıktan sonra bir deniz kızı görmüş sahilde…

Son bir not: Bazı fıkralarda söz edilen o baş aktör Namık Kemal değil, “Nam-ı Kemal”dir. “Kemalin biri” anlamına gelen bu tanım, dönem fıkralarında “adamın biri” yerine kullanılırmış. Sonradan bu isim tamlaması Namık Kemal’in adını anıştırdığı için ona dönüşmüş. Kaynak sorma, hatırlamıyorum. Belki de bir meyhanede duydum. 

İkinci bir son not: Merhum Halit Kıvanç, “Toplaşın size bir fıkra anlatacağım” yerine, girizgah yapmaksızın, bir hatıra anlatır gibi fıkra anlatmaya başlamanın daha etkili olduğunu söylemişti vaktiyle. Çok işe yarıyor, dene.

Adamı biri cenazeye gitmiş, bakmış herkes kahkahalarla gülüyor. Merak etmiş sormuş…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.