Türkiye’de halihazırda zor koşullarda devam ettirilen bağımsız gazetecilik, son seçimlerden sonra daha da zorlaştı. Türkiye’de basının önüne çeşitli engeller çıkmaya ve çıkarılmaya devam ediyor.
Ruşen Çakır ve Ünsal Ünlü değerlendiriyor. Keyifli seyirler!
Hazırlayan: İrem Yavuz
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi hafta sonları. Ankara’da gazeteci arkadaşım Ünsal Ünlü’yle bir sohbet yapacağız. Bu sohbetin de ana başlığı “Bağımsız gazeteciliğin önündeki engeller” olacak, ama tabiî ki birçok şey konuşacağız, siyâset de konuşacağız. Ünsal, merhaba.
Ünsal Ünlü: Merhaba Ruşen, nasılsın?
Ruşen Çakır: Ne olsun? Vallahi zâten işimiz zordu; daha da zorlaştı sanki Ünsal. Sekiz yıl oldu biz Medyascope’u kuralı, sen sabahları haftada beş gün normal şartlarda ikişer yayın yapıyorsun, sekiz yıl oluyor Ağustos ayında. Ama son seçimden sonra sanki işin rengi biraz daha değişti. Beklentiler farklı yöndeydi. Belirli bir normalleşme olması durumunda; hukuk devleti, basın özgürlüğü vs. gibi konularda normalleşme olması durumunda bağımsız gazetecilik yapmak daha kolay olacaktı. En azından öyle bir hayâlimiz vardı. Bilmiyorum sende de aynı hayal var mıydı? Ama şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ne dersin?
Ünsal Ünlü: Eh doğru, yani söylediğin doğru. Sekiz sene olmuş. Ben geçen hafta düşündüm de, benim bugüne kadar profesyonel olarak en uzun çalıştığım yer NTV’ydi. Dokuz sene orası. Ondan öncesinde TRT’yi saymıyorum. İşe başladığım yer olduğu için orası çok uzun. Ya, o kadar uzun zaman ki Ruşen, aslında sen “Bağımsız gazeteciliğin önündeki sorunlar” diye başlık koymuşsun; biz doğrudan bu yayının başlığını, “Biz manyak mıyız? Biz niye böyle bir iş yapıyoruz?” diye de koyabilirdik. Yani hiçbir şey de değişmezdi. Çünkü aynı şeyden söz edeceğiz. Evet, yani seçime kadar yaşananları, seçimden sonrası için beklentileri ve bugün yaşadıklarımızı üst üste koyduğun zaman sıkıntılı bir dönem geliyor. Yani onu her yerden görmek mümkün. Daha dün işte Merdan Yanardağ’la ilgili kabul edilen iddianâmeye bak meselâ. Yani o kadar saçma sapan bir şey ki. Söylenmemiş hiçbir söz yok konuşmanın içinde. Ama gelip takıldığı yer orası. Biraz daha sıkıntılı geçecek gibi. Yani biliyorsun bir düzenleme var zâten. Bundan dört sene önce çıkarıldı internet yayınlarına yönelik bir düzenleme. Hattâ o kadar saçma sapan, Ankara’da kanun yazma tekniği açısından meselâ parlamento muhabirlerinin hepsinin çok güldüğü bir düzenleme. Kanun yapıyorsun, uygulamayı Radyo Televizyon Üst Kurulu’na veriyorsun, Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun kadrosu yok. Meselâ birine cezâ kesen Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun veznesi, şu anda halâ kabul edebilecek durumda değil o cezayı. Saçma sapan, “Yapalım mı? Yapalım bir düzenleme”. Bundan sonrasını bilmiyorum. Sen ne bekliyorsun meselâ? Nasıl bir düzenleme bekliyorsun bundan sonra? Ne olur meselâ? Bir düzenleme var zâten. Yasayı da hazırladılar. Bilgi Teknoloji Kurumu orada. İletişim Daire Başkanlığı orada. Ne olur bundan sonra?
Ruşen Çakır: Ya, çok acayip bir durumdayız Ünsal. Yani şöyle garip bir şey var: Bir kere muazzam bir ilgi azalması var. İnsanların siyâsetten illallah demiş olması var. Beklentilerin yüksekliğine paralel olarak hayal kırıklığı da daha yüksek olmaya başladı. Ve bu sonuç olarak şunu yaratıyor yani: “Ya, bana ne?” Bunu her yerde görüyorum. Sen de görüyorsundur. Meselâ diyelim ki YouTube’da yorum yazıyor birisi, “Ya, başlığınız çok câzip, ama vallahi izlemeyeceğim” diyor. Belli ki yorum yapıp gitmiş. Yani bunların artık ne anlamı var diyen çok var. Böyle garip bir durumdayız ve burada tabiî ki şöyle bir husus var — onu da seninle konuşmak istiyorum: Biz gazetecilerin payı ne kadardır?
Ünsal Ünlü: Az değil yani. Sen de aynı şeyi söyleyeceksin. Az değil. Ya, şimdi sen gazetecilikte benden daha kıdemlisin; ama düşün, bak benim bile 34 sene oldu. Gazeteciliğin evrensel tanımının bu kadar yıkıldığı bir dönem ben hiç hatırlamıyorum. Sen hatırlıyor musun bilmiyorum. Şu anda gazeteci diye ekranlara çıkan, gazetelerde ağırlıklı olarak haberleri çıkan, köşe yazan insanların inan bana yüzde 90’ının gazetecilikle uzak yakın alâkası yok. Bildiğin iş tâkipçiliği yapıyor insanlar. Eh, hal böyle olunca, seni genelin içinde değerlendirdiklerinde, önünde iki seçenek var: Ya sen ve ben gibi aykırı kalacaksın; yani bir anda böyle tepede görünüyorsun, herkes çöküyor sen kalıyorsun ya da o grubun içine katılırsan, gazetecilikten vazgeçmiş oluyorsun. Eh bu iş sekiz sene önce sen başlarken de aynıydı. Ya, biz mesleğimizi yapmak istiyoruz kardeşim. Ekstra bir şey yapmak istemiyoruz ki. Yani kuş kondurmaya çalışmıyoruz hiçbir yerde. Meslek yapmaya çalışıyoruz. O yüzden de bugün bu ortamın bozulmasının temel gerekçesi o. Çıkıp televizyonda siyâsî parti bayraktarlığı yapan insanlar, kamu kurumlarını savunanlar, insanları savunanlar… Ya, en son gelen Merkez Bankası Başkanı’nı düşün meselâ. Kadın gelmeden önce burada bir efsâne yaratmaya çalıştılar. Halbuki bir Merkez Bankası Başkanı böyle çalışmaz ki. Çok daha kritik dönemde, düşün Türkiye’ye Kemal Derviş geldi. Kemal Derviş geldiği zaman, Türkiye’de Süreyya Serdengeçti Merkez Bankası Başkanı’ydı. Ondan daha az tanınan bir adamdı, ama işini tıkır tıkır yaptı. Ondan sonra gelen Durmuş Yılmaz da yaptı. Burada önemli olan, hep isimlerle kahramanlık yaratmak. O yüzden de kahramanlığı körükleyecek tipleri gazeteci diye sokuşturuyorlar şimdi. Yani bence o yüzden bu ortamın, bu büyük hayal kırıklığının yaratılmasında da gazetecilerin etkisi bence çok büyük.
Ruşen Çakır: Bu arada şimdi açıkçası şöyle bir şey var: Bir tarafta havuz medyası diye bir şey var, bir tarafta muhâlif medya diye bir şey var. Ben şahsen kendimi ve Medyascope’u o muhâlif medya denen yere koymama konusunda yıllardır çaba gösteriyorum, ama tanımlamaları da hemen yapıştırıyorlar. Yani gazeteci gazetecidir, muhâlifi vs.’si olmaz diyorum; ama böyle bir şey var. İstediğin kadar didin, karşı çık, îtiraz et, bu yaftayı yapıştırıyorlar. Ama şöyle baktığım zaman, burada, meselâ bu son seçim sürecinde, daha genel olarak bakıldığı zaman muhâlif medya denen yerde de çok büyük bir… nasıl söyleyeyim…?
Ünsal Ünlü: Partizanlık?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Ama sonuçta çok büyük bir fiyasko yani. Yaşanan olaya baktığımız zaman, yaşanan olay bir fiyasko oldu muhâlefet için. Hep birlikte oldu ve hattâ bâzı yerlerde, bâzı kurumlar ya da şahıslar kraldan çok kralcı oldukları için, onlar daha fazla bunun parçası oldular.
Ünsal Ünlü: Doğru, katılıyorum yani. Hattâ ben bir adım öteye geçip şunu da söyleyebilirim: Muhâlif medya olarak kendini tanımlayan için, seninle bu konuda aynı düşünüyoruz, geçmişte de bunun çok kavgasını verdik, hâlâ da veriyoruz, ben de yayınlarımda sürekli söylüyorum: Gazetecinin muhâlifi olmaz. Muhâlifse yandaştır o — adını muhâlif koyuyorsa. Sâdece senin bugün yandaş diye tanımladığın yerde değildir. Ama o da bir çeşitli yandaştır. Gazeteci işini yapar. Zaten konumu gereği, tanımı gereği iktidarlarla kavgalıdır gazeteciler. Çünkü halk adına, kamu adına bir iş yapar. Kamu adına sorgulama yaptığı için de yöneticiler sevmez gazetecileri. Bu kadar basit bir denklem bu. Ama iki tarafta da, hem iktidâra yakın medya hem de iktidârın karşısında duran medyada çok ciddî şekilde partizanlık yapıldığı gözleniyor zâten, gözlendi. Bunun kavgasını çok verdik. Ama beni asıl ilgilendiren hikâye şu: Bunu yapan insanlar o kadar hızlı bir değişim kuvvetine sâhipler ki… Meselâ AKP’ye yakın gazetecileri bu konuda çok eleştiriyorlar, ama ben yayınlarımda da anlatıyorum, karşı tarafta da sürat açısından maşallah hiçbir eksiklik yok. Yani Kemal Kılıçdaroğlu’nu, işte, “Dedem, pirom, liderimiz, önderimiz” diye şişiren adamlar, 24 saat geçmeden bir anda böyle kesif bir düşmanlıkla saldırmaya başladılar. Oysa siyâset böyle bir şey değil ki yani. Bugünden yarına değişebilen bir şey değil siyâset.
Bu dönüş hızı beni çok korkutuyor. Gerçekten çok korkutuyor. Çünkü mesleğin adı bunun arasında, bu bir değirmen taşı gibi, altında öğütüyor ve döküyor. Bir süre sonra kalanlar gerçekten döküntüleri oluyor bu işin.
Ruşen Çakır: Peki sana şunu sormak istiyorum: Sen izleyicinle, tâkipçinle çok interaktif bir ilişki kuran birisin — yayınlar sırasında, sonrasında vs.. Seçim öncesi ve seçim sonrasında bâriz birtakım değişiklikler yaşıyor musun? Görüyor musun? İlgi alanının dışında sorular olabilir, yaklaşımlar olabilir. Sana yönelik söylenenler olabilir vs..
Ünsal Ünlü: Yani bana yönelik söylenenler açısından öyle çok sert bir şey görmedim, ama dediğin doğru. Zâten başta söylediğin doğru. İlgi düşmesi korkunç. Ya, şöyle söyleyeyim sana — biliyorsun, sen de aynı işi yapıyorsun: YouTube sen istesen de istemesen de seninle ilgili istatistikler tutuyor meselâ. O istatistikleri günlük, anlık, aylık, yıllık görebiliyorsun. Oradan baktığın zaman, meselâ izlenme oranlarında yüzde 25’e yakın bir düşüş var. Ama bunun bir yandan tabiî yazla çakışması da var. Çünkü internet işi yapan insanlar, bizler çok iyi biliyoruz ki, yaz döneminde insanların ilgisi zâten bu tarz işlere azalır; ama üstüne bir de siyâset kırgınlığı binince, korkunç bir değişiklik getiriyor. Beni asıl ilgilendiren, asıl dikkatimi çeken şey şu: İzleyicilerin sorgulamasında da bir parça daha, böyle artık yılgınlık görüyorsun insanlarda. Sonuçta bizim yaptığımız yayınları izleyenler de, katılanlar da ağırlıklı olarak –en azından bunu söyleyebiliriz– bugünün iktidârıyla başı hoş olmayan insanlar. Ve böyle bir karamsarlığın, böyle bir yılgınlığın yerleşmesi şaşırtıcı değil; ama bunun ilgi eksikliğiyle birleşmesi, Türkiye’de sâdece medya açısından değil, siyâset açısından da sıkıntılı bir durum. Yani şu senin de dikkatini çekiyordur, yıllardır siyaset izleyen bir gazeteci olarak: Aslında şu anda siyâsetin de siyâsete ilgisi çok azaldı. Yani Meclis’te yaşananlar: Meselâ Parlamento’da bir torba yasa görüşülüyor. Emeklilere ilişkin yüzde 25’lik düzenleme geçti. Normalde devam eden bir tempoda, yani 14 Mayıs öncesi düşünelim bunu, ortalık birbirine girerdi. Hiçbir şey duymadık fark ettiysen. Yani siyâset de kendi içine, kendi iç çekişmelerine döndü. 28 Mayıs’tan sonra ilk kez, işte iki gün önce Meral Akşener’le Kemal Kılıçdaroğlu görüştü meselâ — 13 aydır yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, 6 Mart’ta masadan kalkış dışında… Ya, bu biraz siyâsetin toplum nezdinde artık sorunlara çözüm bulma mekanizması olarak görülmesinin azalmasından da kaynaklanıyor ve ben bunun tehlikeli bir şey olduğuna inanıyorum.
Ruşen Çakır: Burada tabiî o son söylediğin husus çok önemli. Meselâ şimdi büyük bir seçim yenilgisi var. Toplumda çok büyük beklenti vardı. Yine insanlar gönüllü oldular, sandık başında durdular vs.; ama ilk turdan sonra zâten büyük ölçüde moraller bozulmuştu. Ama bu yıkıma ya da bu yenilgiye denk gelecek bir reaksiyonu kurumsal siyâsetten göremiyor insanlar. Hattâ ben birkaç yayında söyledim ve bir yazıda da yazdım: Ya, Kemal Kılıçdaroğlu’nun grup toplantılarını izleyince sanki aslında kazanmış gibi görüyorsun. Yani meselâ işte 25 milyon meselesi, en son onu yazdım: 25 milyon oyu bir başarı olarak görüyor ve hattâ “alçakgönüllü” bir şekilde, “Bu sâdece benim değil hepinizin başarısı” falan diyor. Şimdi buradaki sorun şu. İnsanlar yenildiler, sokaktaki insan biliyor, yenildiler. Beklentileri gerçekleşmedi ve çok büyük bir şok içindeler ve “Ya, işte yenildik; şunu yanlış yaptık, bunu yanlış yaptık, ama dünyanın sonu değil, şöyle yaparsak böyle olur” falan gibi bir hamle görmediler. Ve meselâ sen şimdi sabah ne anlatabiliyorsun insanlara? Yani CHP’den, İYİ Parti’den, diğer partilerden muhâlefet olarak hangi açıklama, hangi çıkış var ki sen onun üzerine yorum yapasın? Biz burada zorlanıyoruz açıkçası haber yaparken. Yani bir şeyler bulalım ki… değil mi? Bir şeyler bulalım ki tartışalım, konuşalım, konuk çağıralım meselâ. Ama ortadaki o bir şeyi kim yapacak? Gündem belirlese… Senin söylediğin torba yasa meselâ, değil mi? Bir kereye mahsus olan Motorlu Taşıtlar Vergisi’ni bir kere daha alıyor. Şimdi acayip bir şey, vergi salıyor yani. Yani bu kadar önemli bir şey üzerine siyâsî bir duruş göremedik.
Ünsal Ünlü: Faik Öztrak haftalık basın toplantısında konuştu. Bir de tweet attılar hep berâber.
Ruşen Çakır: Ama yani şimdi böyle olunca, bu sefer ne oluyor? Biz bunları köpürtmeye çalışıyoruz. Biz bunları köpürtmeye çalıştığımız zaman, yaptığımız işlerin de sanki böyle, gazeteciliğin sınırlarını aşan işlere doğru dönüşme riski oluyor. Böyle acayip bir şekilde siyâsetçilerdeki, özellikle muhâlif siyâsetçilerdeki frene basma hâli bizi de çok kötü etkiledi. Öte yandan iktidar da ağır ağır gidiyor. Zaten beş yıl daha almış olduğu için; yani üzerinde konuşacak çok fazla malzeme de bırakmadılar sanki bize.
Ünsal Ünlü: Şöyle: Bir kere, iktidârın ağır gitmesi çok normal. Seçimlerden önce uzun süre ben yayınlarda, seçim kazanılsa da kaybedilse de bu işin bu tarz gideceğini anlatmaya çalıştım,. Çünkü para yok Ruşen. Yani benim asıl alanım, gerçek alanım ekonomi. Sonuçta gerçekten para yok. Yani kelime anlamı karşılığında para yok şu anda. O yüzden paranın konuşulabileceği her ortamdan uzak durmaya çalışıyor. Erdoğan’ı sen de tanıyorsun, siyâseti çok pragmatik şekilde yapan bir insandır. Yani anlık, günlük belirlenir ve onun üzerinden gidilir. Onu anlamak mümkün, ama diğer konuda çok haklısın. Çünkü ben meselâ sabahları konuşacak konu bulmakta zorlanmıyorum. Çünkü açık açık muhâlefetin de bu saçma sapan tavrını eleştiriyorum. Sâdece o değil ki. Meselâ “Türkiye bu konuda hesaplaşmasını yaptı mı?” diye sorarsan bize, bence yapmadı ki daha. Hele muhâlefet hiçbir şekilde yapmadı. Yani çok açıkyüreklilikle insanlarda bir koruma duygusu var. Bunu bir yere kadar anlayabilmek mümkün. Ama sonuçta ülke siyâseti konuşuyorsan, koruma şansın yok. Yani sen meselâ Türkiye İşçi Partisi’nin bir hesaplaşma yaptığını düşünüyor musun? Ben düşünmüyorum. Burada bir parça hazırda günah keçisi olduğu için onun konuşulmasına izin veriyorlar şu anda. Yani ortada, işte, haybeye milletvekili verilmiş DEVA, Gelecek, Saadet partileri var ve onlarla ilgili sözlerin üzerinde tepinmek herkesin kolayına gidiyor. Ama TİP yapmadı. Yani bir parça bunu Yeşil Sol Parti yaptı kendi içinde; ama işin sonunda Yeşil Sol’un bunun içinden çıkartabileceği bir sonuç var mı dersen, bence yok. Çünkü berâber girdiler. Bu hesaplaşma ayrı ayrı yaptırılıp çarpıştırılması gereken bir hesaplaşma. İş böyle olunca da herkes… vatandaş zâten kendini çekiyor, siyaset kendini çekiyor. Tam dediğin yere geliyoruz. Kurum olarak siyâset yok. Şunu düşün — dün akşam geldi aklıma: Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’ndeki herhangi bir etkinliği –Tanju Özcan’ın koltuk fırlatması öncesinde– 28 Mayıs’tan sonra hatırlıyor musun? Olmadı ki bir şey. Olmadı. En son Tanju Özcan koltuk fırlattı ve orada partinin genel merkez binâsı görüldü. Ama bu doğru değil. Siyâset böyle yapılamaz. Yani genel merkezlerde, yerelde bu siyâsetin yapılması lâzım. Bir de 14’üne ve 28’ine gelirken siyâsetin kullandığı en iyi iki figür yok ortada: Ekrem İmamoğlu da yok, Mansur Yavaş da yok. Şu anda bir tânesi kendi hakkındaki dâvâlarla uğraşıyor. Mansur Bey tamâmen çekti kendini, ben de konuşmadım uzunca bir süredir. Ama kendini çekip siyâseti izlediğini tahmin ediyorum onun da. Çünkü ortada tam dediğin şekliyle kurumsal olarak siyâset yok şu an.
Ruşen Çakır: Biliyorsun, benim grup toplantılarına acayip bir ilgim vardır. Orada da çok karşılaşmışlığımız da var. Seçimden sonra inan gidesim gelmedi. Açık söyleyeyim yani, gidesim gelmedi. Yani şimdi ne dinleyeceğim? Ne konuşacağım? Kimle ne konuşacağım? Yani seçim sonucu farklı olsaydı, herhalde ilk günden îtibâren belki de her hafta giderdim. Ama şimdi bakıyorum, meselâ zâten İYİ Parti yapmadı hiç.
Ünsal Ünlü: Şu sana dokunmayacak mıydı meselâ grup toplantısına gitsen? Atıyorum: Cumhuriyet Halk Partisi’nin son grup toplantısında –az önce eleştirdin, yayın da yaptın onunla ilgili– 25 milyon oy hikâyesi anlatıldığında insanların alkışlaması sana tuhaf gelmeyecek miydi? Yani orada da bir gazeteci olarak şu refleksi verecektin: Kardeşim, neyi alkışlıyorsunuz? Alkışlanacak bir durum yok ortada. Eğer varsa neden seçmenin küskün? Ya, bu sorunun cevâbını vermek zorundasın. Burada mutluluk, dışarıda hüzün — olmaz ki öyle bir şey. Aynı grubun parçasısınız.
Ruşen Çakır: Yani peki ne yapacağız? Sen ne yapıyorsun? Yani yine anlatacak şey tabiî ki var, konuşacak şey tabiî ki var. Ama bizim esas malzememiz olan yerler, bize konuşacak malzemeyi vermesi gereken yerler ve kişiler bu konuda bayağı pinti davranıyorlar.
Ünsal Ünlü: Çok, çok. Ben şöyle yapıyorum Ruşen. Bir kere seçimden sonra üst üste o kadar büyük hukuksuzluklar yaşandı ki Türkiye’de. Onların üzerinden konuşmak. Yani şu anda Türkiye’de meselâ çok ciddî bir anayasal çelişki yaşanıyor. Yani önceki gün Can Atalay’la ilgili Yargıtay 3. Cezâ Dâiresi’nin verdiği, tutukluluğunun devâmına ilişkin kararla birlikte… Bir kere bu Anayasa Mahkemesi’ni tanımamak demek. Yani çok net. Çünkü Anayasa Mahkemesi’nin kararları var daha önce. Hem Ömer Faruk Gergerlioğlu’yla hem Leyla Güven’le ilgili kararları var. Ben bunları tanımıyorum demek bu. Şimdi, 28’inden sonra yaptığım bütün yayınlarda bunun üzerine konuşup ben şunu anlatmaya çalışıyorum: Anayasal vatandaşlık nedir? İnsanlar haklarını nasıl savunurlar? Çünkü bu da demin konuştuğumuz, senin anlattığın hikâyeye geliyor: Ortada siyâset diye bir kurum olmayacağı zaman, bugünkü gibi yok olduğunda, insanlar anayasal haklarıyla baş başa kalıyorlar aslında, çok farkında değiller. Ben daha çok onu anlatmaya çalışıyorum ve gündelik siyâset yorumunun ötesinde, bir parça bunlarla ilerlemeye çalışıyorum. Bana kalırsa önümüzdeki dönemde bunu çok konuşacağız — hele Ekim’den sonra, yani Meclis açıldığı andan îtibâren. Özellikle şu anayasa değişikliği hikâyesi gündeme geldiğinde, istese de istemese de siyâset kurumu dönmüş olacak. Ama bence burada bir handikap var ortada. Tam AKP’nin istediği siyâsal düzleme gelinmiş olacak. Yani ben bir şey yapacağım, sen eleştireceksin. Ben onun üzerinden yeni siyâset oluşturacağım ve bu da 14 Mayıs’a gelene kadar kaybettiğim gündem belirleme gücünü geri getirecek. Ben böyle okuyorum siyâseti. Ekim’den sonra da bir parça sanki böyle olacak gibi geliyor.
Ruşen Çakır: Artık kurumsal siyâsete değil sivil topluma bakmamız lâzım gazeteciler olarak; ama bir yerde de bunun ne kadar zor olduğunun farkındayım. Yani sivil toplum, meselâ meslek odaları… Düşünsene: Baroların karşısına yedek barolar çıkardılar, birçok engel yaratmaya çalıştılar, ele geçirmeye çalıştılar. Türk Tabipleri Birliği’ne çıkarılan engelleri biliyoruz. TMMOB’a yapılanları ve yapılmak istenenleri biliyoruz. Onun dışında, meselâ diyelim ki çevre hareketine, kadın hareketine vs. çıkarılan engeller, şunlar bunlar hepsi ortada, çok zor bir şey. Ve bunların kendi yağlarıyla kavrulabilmeleri de çok zor açıkçası. Çünkü insanlar otoriter rejimde bir de yan yana durmaktan ürküyorlar, vs.. Burada o anlamda çok kritik bir dönem başlıyor gibi sanki. Yani kurumsal siyâsetin iyice kendini unutturduğu, böyle göstermelik olarak bir şeyler yaptığı bir durum. Şimdi yerel seçimde göreceğiz, bir hareket olacak vs., ama artık orada gerçek bir damar olmadığı yolunda toplumda büyük bir kanaat oluştu. Çok büyük bir değişim olmazsa… Yani yeni isimler, yeni yüzler, yeni fikirler çıkarsa belki değişir; ama onun da işâretini ben görmüyorum. Sen görüyor musun?
Ünsal Ünlü: Şöyle aslında: Bilmeden seninle aynı şekilde yayınlar yapmışız, aklın yolu bir. Doğru, burada normal demokrasilerde elbette sivil toplum örgütleri çok daha bu işlerde başat rol alıyorlar, hele böyle dönemlerde her zaman böyle olmuştur. Ben de yeni birtakım siyâsal oluşumların gerçekleşebileceğine inanıyorum. Yani şöyle: Bugünkü mevcut siyâsal düzenin içindeki siyâsî partilerde, ömrünü doldurmamış bir parti görmüyorum ben. Yeni kurulanlar da dâhil olmak üzere söylüyorum. Hakîkaten siyâsal ömürlerini doldurmuş durumdalar. Yeni bir siyâsal bakış açısına ihtiyaç var şu anda. Eğer olacaksa şimdi tam zamanı. Bence yazın sonuna doğru, yani Ağustos sonu Eylül gibi bu işte birtakım hareketlenmeler olabilir. Çünkü zaman zaman şöyle şeyler geliyor, şöyle istihbâratlar alıyorum — sen de duyuyorsundur belki: Toplumda şu anda göz önünde olan birtakım insanların göz önünde olma gerekçeleri, aslında ticârî hayâta, sanâyi hayâtına da katılmaları. Bunlar büyük iş insanları. Onların da bundan huzursuzluk duyduğunu biliyorum ve birtakım görüşmeler yapıldığını duyuyorum sürekli olarak. Yani siyâset pahalı bir iş, gerçekten pahalı bir iş. Arkanız olması gerekiyor bu konuda. Bunu en iyi bilen de Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. Yani 3 Kasım seçimlerinden önce seninle o dönemde berâberdik NTV’de, çok iyi hatırlayacaksın: İstanbul’da iş insanlarıyla yapılan yemekli görüşmeleri, Ankara’da aynı şekilde yapılanları hatırlayacaksın. Ben benzer şeylerin olduğunu duyuyorum sık sık. Ama bu bir ete kemiğe bürünür mü? Zor. En büyük handikap şu: Hani anayasa değişikliğinden bahsettik ya? Toplumun bölünmemiş bir kesimi kaldıysa Ekim’den îtibâren bölünecek, ondan eminim — yani Meclis’te bu görüşme başladığı andan îtibâren. Çünkü orada, âile tanımı, LGBTİ+ hakları konusu falan o kadar genişleyecek ki. Burada kesin bir kırılma yaşanacak. Yerel seçim ondan altı ay sonra. İşte, Meclis açıldıktan sonra arada epeyce bir zaman kalıyor. O arada Türkiye ne yaşayacak onu bilemiyorum. Ama siyâsetin bu hâliyle yükü taşıyamayacağı açık yani. Böyle gitmeyecek bu hikâye. Görüyoruz, biliyoruz. Türkiye en kritik dönemlerde, yine hatırlayacaksın hani Kemal Derviş’in geldiği dönemde, 3 Kasım seçimlerine gidilirken, meselâ rahmetli İsmail Cem’in o yeni siyâsal oluşumuyla tanışmıştı. Tam da İsmail Bey’in anlatmaya çalıştığı hikâye buydu. Yani bu terâzi bu sıkleti kaldırmaz kardeşim. Yeni bir bakış açısına ihtiyâcımız var. O bakış açısının büyük bölümünü araklayarak AKP yaptılar sonra, işte o hareket başarısızlığa ulaştıktan sonra, ben şimdi bu tarz bir şey bekliyorum. Olursa da sağlıklı olacak bence. Çünkü toplumdaki mutsuz insan sayısı çok fazla ve bunların hepsi solcu değil, hepsi sağcı değil, hepsi liberal değil, hepsi dindar değil, hepsi dinsiz değil. Böyle acayip karışmış, bir torba olmuş bir durumda — tam Meclis’te görüşülen yasalar gibi. İhtiyâca cevap verebilecek yeni bir siyâsal oluşuma ihtiyaç var. Bugünün mevcut partileriyle bu işin yürütülemeyeceği açık. AKP’nin tabiî kazandığı bir refleks var; o istediği kadar devam eder, ama sonuçta o da bir lider partisi. Yani Erdoğan bugün başta olduğu için tutuyor onları ayakta. Onun için ben hâlâ böyle bir kımıldanma bekliyorum kendi açımdan. Bilmiyorum sen ne dersin buna?
Ruşen Çakır: Ona gelmeden önce şunu söyleyeyim: Arada bir yeni kurulan partilerin de ömrünün uzun olmadığını söyledim. Birçoğu zâten artık yok hükmünde.
Ünsal Ünlü: Saadet Partisi Gelecek Partisi’ni aldı şu anda zâten. Doğrusu da o zâten.
Ruşen Çakır: Şöyle acayip bir şey aslında — sen de gözlemişsindir: İlk kurulacakları zaman, daha kurulmadan önce özellikle DEVA Partisi’ne acayip bir ilgi vardı. Gençlerde çok büyük ilgi vardı. Şimdi sen diyorsun ya? Kani yeni bir şeyler, arayışlar olabilir vs.. Ona tam denk gelmese de, insanlar böyle bir baktılar ve ben o dönemde hatırlıyorum, Ali Babacan’la yaptığım yayınlarda –kuruluşunda yayın yaptım– acayip izleniyordu, YouTube’da rakamlar ortada yani. On binlerce, hattâ 100 binin üzerinde. Sonra pat diye söndü. Yani şimdi meselâ DEVA Partisi öteki gruba girmedi. Niye girmedi? Ne yapacak? Nasıl bir iddiası var? Yani 15 milletvekiliyle kaldı. Tabiî bu arada işin başka bir tarafı da var. Bunlara CHP’den verilen 38 milletvekilliği var. Bir de CHP’de, seçilmiş olsalardı çok iyi olacak bazı isimlerin seçilemediğini gördük. Hattâ aday gösterilmediğini gördük. Yani bir de böyle bir acı da var. Meselâ Hacer (Foggo) yok.
Ünsal Ünlü: Yani adı en çok geçecek insanlar… Hacer Hanım, Hacer Foggo. En başta ismi geçecek insanlar. Başkaları da var aynı şekilde. Çok haklısın. Yani bu işte bize şeyi göstermiyor mu Ruşen? Ben öyle anlıyorum, böyle okumaya çalışıyorum. Siyâsetin sâdece yapılmasında değil, karar almasında da çok ciddî sıkıntı var. Türkiye’de gerçekten yanlışlık yanlışlık üstüne bindiği için bu hâle geliyor ve sonu çok derin bir hayal kırıklığı. Bak ben şunu da gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Yani Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurulmadan önce izlemeye başlayan üç beş gazeteciden biriyim ben de ve o dönem, inan bana, bugün meselâ muhâlefetin yaşadığı hayal kırıklığını yaşamayan bir AKP vardı, son seçim onlar için de bir hayal kırıklığı, hiç kimsenin öyle böbürlendiğine falan bakma. Ciddî anlamda bir sıkıntı yaşandı orada, ciddî anlamda direklerden dönüldü. Herkes bunu farklı yere yoruyor. İşte, oylar çalındı, tutanak falan. Bunları geçeceğiz. Bunun bir önemi yok. İspatlayamadığın hiçbir şey, karşına gerçek, somut gerçek olarak çıkmıyor çünkü. Ama bu hayal kırıklığını toplumda bir temel alarak, siyâsette yeni bir düzlem inşâ edebilecek… Meselâ doğru; DEVA Partisi’ne ben de aynı gözle bakıyordum. Bir de tabiî şöyle bir avantaj var: Türkiye’nin bugünkü sıkıntısı ve önümüzdeki dört beş senelik sıkıntısı ağırlıklı olarak ekonomi olacağı için, Ali Babacan iyi bir figür. Gerçekten karşılığı olan bir figür — özellikle muhâfazakâr genç câmiada, genç kuşak muhâfazakârlarda. Ama şimdi bu işin moda tâbirle “sönümlenmesini” ben de çok algılayamıyorum doğrusunu istersen ve onların ciddî anlamda bir başarısızlığı var böyle bakıldığında.
Ruşen Çakır: Şimdi senin demin söylediğin hususta şöyle söyleyeyim: Olması gerekir. Benim kulağıma bir dedikodu falan gelmedi; yani birtakım arayışlar olduğuna dâir, İmamoğlu’nun birtakım faaliyetleri hakkında bir şeyler duyuyorum. Onun dışında bir şey duymuyorum. Olabilir mi? Potansiyel olarak olabilir, ama açıkçası bu hayal kırıklığı ve yılgınlık o kadar baskın ki, buradan muhâlefetin içerisinde bir silkinmeyi yaratabilmek için çok iddialı bir çıkış lâzım. Onun şu anda zeminini görmüyorum. Bir de tabiî şöyle de bir şey var — işte buradan tekrar gazeteciliğe dönebiliriz: Kiminle yapacaklar? Kimler üzerinden? Şimdi meselâ diyelim ki partiler kuruluyor. Şimdi hatırlıyorum seçim öncesi yaşadığım şeyleri, Medyascope olarak kimlerle yayın yapmak istedik, yapmadılar, kimler yaptı vs.. Meselâ şimdi şöyle söyleyeyim: İsteyip de yapamadıklarım, sen bir yayın yapalım dersen, muhtemelen çok da istemeyeceğim yani.
Ünsal Ünlü: Ben de yapmam artık diyorsun, değil mi? Tabiî.
Ruşen Çakır: Evet. Ama çok acayipti ya. Böyle şeyler yaşadık. Şuna bakmak lâzım: Bunun olabilmesi için bir sivil toplumun hareketli olması lâzım. Her şeye rağmen özgür, bağımsız bir medyanın olabilmesi lâzım — eğer iktidârın karşısında bir yerde durmak istiyorsan. Bu anlamda çok büyük sorunlar var. Yani işte neyi nasıl yapacaksın? Meselâ kurum olarak bakıldığı zaman, çok fazla kurum yok, şahıslar var. Meselâ sen yapıyorsun, şimdi Fatih Altaylı başladı. Nevşin (Mengü) yapıyor. Birkaç kişi daha yapıyor falan.(
Ünsal Ünlü: Yavuz’lar gazete çıkartıyorlar.
Ruşen Çakır: Evet, ama bunlar herkesin kendi bacağından asıldığı bir şey ve herkesin de ayrı bir yoğurt yiyişi var. Burada, var olan, o demin söylediğimiz muhalif medya olarak da tanımlanabilen yerlere baktığımız zaman, ne halde olduklarını görüyoruz. Meselâ Merdan Yanardağ olayı çok çarpıcı bu anlamda. O aslında, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” olayı. Yani çok ciddî bir mesaj. Diğerlerine mesaj bu. İnsanlar buna nasıl reaksiyon gösterdiler? Ben çok büyük bir dayanışma görmedim. Sen gördün mü?
Ünsal Ünlü: Hayır. Yani görmedim; işte onun için söylüyorum ya zâten. Şimdi, toplumun siyâsetten birtakım beklentileri var; ama toplumun siyâsete ne kadar hazır olduğu da tartışılır bana kalırsa. İşte o nedenle gazetecilere çok iş düşüyor. Doğru, senin yaptığın iş, benim yaptığım, birkaç kişinin daha, işte isimlerini saydın, onların yaptığı iş bu anlamda önemli. Ama bak ben hep ısrarla şunu savunmaya çalışıyorum: Bu yapılırken partili olmamak gerekiyor. Çünkü partili olduğun zaman, ekranda örnekleri var bunun. Şöyle düşün — ben isim vermekten çekinen bir insan değilim: Yılmaz Özdil Sözcü TV’yi kurdu. Birinci günün sonunda ayrılmak zorunda kaldı. Bir gün ya! Neden? Üstelik söylediği söz, “Bunu CHP’li bir gazeteci olarak söylüyorum” diyerek bir eleştiriydi. Ben de diyorum ki: Kardeşim, gazetecinin CHP’lisi, AKP’lisi olmaz, gazeteci olur. Gazeteci herhangi bir partiye oy verir, vermez, bilmiyorum. Zâten anayasal güvencen senin bu, Anayasa garanti altına almış. Kimseye açıklamak zorunda değilsin. Ama bir şeyin üzerinden, yani siyâset kurumunun yanında durmak, onu gerektiğinde eleştirmek, gerektiğinde yol göstermek görevini üstlenecek gazeteci doğrudan kuruma dâhil olduğunda –ki bunun örneklerini çok görüyoruz– çok sakat bir yere dönüyor iş. İşte o zaman muhâlifi ya da yandaşı kalmıyor — yayının başında konuştuğumuz hikâye. Bak bu kadar zaman, şu sekiz sene boyunca kabaca dört bin tâne yayın yapmışım, sen de aynı şekilde. Dört bin yayın. Yani bunun ortalaması… inan bana dört bin saatin altında değildir. Mümkün değil. Hepsini bir kenara bırakıp, sekiz senenin sonunda ben de Ağustos’un 27’sinde benim de sekiz senem olacak. İnan bana; baktığında aklımda kalan ne biliyor musun? Gurur duyduğum iş. 16 Temmuz sabahı sen de yayındaydın, ben de yayındaydım. Herkes kaçtı, herkes kaçtı, tırstı. Çünkü sen de biliyordun, ben de biliyordum ki yaptığımız iş saf gazetecilik kardeşim. Bizim korkacak bir şeyimiz yok. Korksan da, korkmasan da tepene çökebiliyorlar. Ama en azından bunu gösterebildik. Bak bu benim için çok önemli bir şeref madalyası. Bugün 15 Temmuz, insanlar işte, darbe girişimi anlatıyor falan, saçma sapan bir şey yaşanıyor. Yani dün bir tarîkat cenâzesinde hüngür şakır ağlayan insanlar, bugün bir tarîkatı lânetliyorlar. Yani bu kadar saçma sapan bir düzlemde gidiyor. 252 can gitmiş, 2500 insan yaralı. Türkiye ciddî bir darbe girişimi atlatmış. Eh o zaman burada biz kurum olarak önce kendimizi sorgulayacağız. Yani şurada kabaca 35 dakikadır konuştuğumuz işin içinde siyâset konuşmaya eyvallah; ama gazeteciliğin nasıl kurtulacağını nasıl konuşmamız lâzım.
Ruşen Çakır: Dolayısıyla Ünsal, şöyle söyleyeyim: Genel olarak baktığımda, ben normalde çok iyimser bilinirim, iyimser olmaya da çalışırım; ama açıkçası şu hâliyle birçok açıdan bakıldığı zaman çok parlak bir şey gözükmüyor. Biraz yaz rehâveti diyelim, yavaş yavaş toparlar insanlar, ilgilenir diyelim; ama şöyle bir husus var: Bağımsız gazeteciliğin yükü arttı, imkânları azalıyor, — önündeki engeller artıyor, ama yükü de artıyor. Çünkü şu hâliyle bakıldığı zaman, sen diyorsun ya işte? Kimsenin doğru dürüst ele almadığı meseleleri ele almak zorundasın, gündeme getirmek zorundasın vs.. Yani böyle haddinden fazla bir yük var. Ve bu yükü taşımaya çalıştığın zaman da eskiye kıyasla daha az bir ilgi ve destek görüyorsun. Böyle acayip bir durum var. Bundan umarım bir şekilde çıkarız ve yola devam ederiz.
Ünsal Ünlü: Yani Ruşen inşallah, ben bilmiyorum ne derece katılırsın bana; ana akım medyaya bizim verdiğimiz desteği ana akım medya bize vermiyor. Gerçekten, bak; bunun ben çok örneğini görüyorum. Yani köşe yazılarında, haberlerde, böyle bir elin parmağını geçmeyecek insan burada yapılan işlere el uzatıyor. Onun dışında herkes ana akım medyanın etrâfında kümelenmiş durumda. Öyle bir şey kalmadı artık; ama en azından hani kurumsal anlamda bu işi yapanlar diye söyleyelim. Ya biraz böyle, hani toplum bir karpuz gibi ortadan ikiye bölündü deyip duruyoruz, o alegoriyi herkes yapıyor, eyvallah da… ama bu bölünmede kimin ne kadar günahı var biraz bunu tartışabilmemiz lâzım. Şunu beklemiyorum, sen de eminim beklemiyorsundur: Ben demiyorum ki herkes Kara Murat olsun; ama Bizanslı’yla da iş tutma be abi! Yapma yani, bunu da yapma; çünkü bu senin mesleğinden de götürüyor aynı zamanda. Burada bu düzlemde buluşursak, evet, önümüzde çok böyle aydınlık parlak bir dönem olduğunu ben de düşünmüyorum; ama en azından mesleği yapmaktaki inadımızı sürdürebileceğimiz bir dönem olabileceğine inanmak ve ummak istiyorum.
Ruşen Çakır: Vallahi ben açıkçası geçen söyledim de bir yayında, seçimden sonra yaptığım o “Nerede nasıl yanıldım?” yayınında da söyledim. Ben meselâ senin gibi tek tabanca olsaydım, bir ihtimal şu anda YouTube’da dolaşmıyor olurdum diye tahmin ediyorum. Çünkü hakîkaten şey oldum yani… ne derler? İşte, 2025 yılında 40. yılım oluyor gazetecilikte.
Ünsal Ünlü: Ne güzel, maşallah.
Ruşen Çakır: İnşallah o zaman bırakırım diyorum. Var mı senin öyle bir şeyin?
Ünsal Ünlü: Yok. Yok böyle bir şey, yok. Yani bu öyle bir şey ki, bana bâzen böyle söylediklerinde, hani gazetecilik okullarında falan soruyorlar, “Nasıl başladın?” diye, “Borçlandırdılar” diyorum. Gerçekten bizim meslek işi artık oraya doğru girmiş durumda. Yok öyle bir şey, yok. Ama hani Anadolu’da çok derler ya? İçecek su, alacak nefes ne kadarsa gideceğiz, yapacağız bu işi; ama yaparken de bugüne kadar uyguladığımız bildiğimiz prensiplerden caymamak — tek derdim bu. 40. yılın kutlu olsun şimdiden. Şimdiden kutlayalım da sonrasını kutlarız. Medyascope’un sekizinci yılı da kutlu olsun ayrıca. Çünkü hakîkaten bu konuda attığın adım çok önemli. Hep diyorum: Ruşen’le biz buraya geldiğimizde buralar dutluk bile değildi, yani hiçbir şey yoktu. TOKİ gelse almazdı diyorum hatta yani o kadar boştu buralar. Olsun güzel bir şey yaptık. Güzel bir yere geldik. Sekiz yıl olmuş. Az zaman değil be Ruşen.
Ruşen Çakır: Evet Ünsal, toparlayalım artık. İstanbul’a gelecektin, gelemedin. Bir dahaki geldiğinde stüdyoda da yapacağız. Yapacak çok şey var. Senin de sekiz yılın kutlu olsun. Bizim de olsun. Gidebildiğimiz kadar gideceğiz. Allah yardımcımız olsun.
Ünsal Ünlü: Hepimize. Eyvallah. Sağ olasın. Herkese çok selam görüşürüz. Sağ olasın.
Ruşen Çakır: Evet Ünsal Ünlü’yle bağımsız gazeteciliğin önündeki engelleri konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.