Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Mustafa Öztürk, Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı: Tek kişilik cemaat olur mu?

14 ve 28 Mayıs seçimlerinin ardından siyasal İslamcı AKP iktidarı gücüne güç kattı. AKP’nin 21 yıllık iktidarında tarikat ve cemaatler farklı siyasal ve sosyal kırılmalar yaşadı. Son olarak “Gavs” olarak bilinen son Menzil şeyhi Abdülbaki Erol’un hayatını kaybetmesi ve Menzil’de yaşanan taht kavgası, tarikatlar ve cemaatleri yeniden gündeme taşıdı. Ruşen Çakır, bu yayında ilahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile “Tek kişilik cemaat olur mu?” sorusuna yanıt aradı. Öte yandan Anadolu İrfanı kime denir? Kılıçdaroğlu neden kaybetti? Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesinde Gelecek-DEVA ve Saadet partilerinin nasıl etkileri oldu? Öztürk, bu soruları da yanıtladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. İlâhiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk ile cemaatlerikonuşacağız. Tabiî ki hareket noktamız, Nakşibendîliğin Menzil Tarîkatı şeyhi Abdülbaki Erol’un ölümü ve ardından yaşanan tartışmalar. Hocam, merhaba.

Mustafa Öztürk: Merhabalar, nasılsınız?

Ruşen Çakır: Sağ olun, teşekkürler. Programı İstanbul’da yapacaktık, nasip olmadı; ama yine de yapıyoruz. Arayı epeyce açtık, izleyicilerimiz soruyordu. Şimdi, mâlûm, Abdülbaki Erol’un vefâtı ve ondan sonra yaşananlar… Normalde beklenmedik bir şey oldu; üç oğluna birden halifelik vermiş ve onlar da cemaati ve hattâ cemaatin merkezi olan köyü aralarında paylaşmış durumdalar. Şu anda bir sorun yokmuş gibi gözüküyor; ama muhtemelen bir sorun çıkacak. Siz cemaatleri de çok iyi bilen birisiniz. Şu âna kadar gördüğüm kadarıyla, “İlk defa böyle bir şey oluyor” yorumları geliyor. Ölen şeyhin cemaati böyle başsız bırakması ya da çok başlı bırakması sürpriz bir olay mı? Çünkü genellikle çocuklarını ya da damatlarını işâret ettiklerini biliyoruz

Mustafa Öztürk: Üstâdım, sürpriz değil. Bu, gelenekte ve geçmişte de var. Şu anda Türkiye’deki bütün iri cüsseli cemaatlerin tamâmı Nakşî’dir biliyorsunuz. Hatta Nakşîliğin Hâlid-i Bağdâdî damarıdır. Hâlid-i Bağdâdî Türkiye topraklarına teşrif buyurmadı; halifelerini gönderdi. İstanbul’a gönderdiği halifelerden birisiyle zaman içerisinde taht kavgasına girdiler meselâ. Orada daha hayattayken çiftbaşlılık bile çıktı.

Bunun dışında, siz Âyet ve Slogan kitabını yazdınız, bunu hatırlarsınız: İskenderpaşa Cemaati’nden Mehmet Zahit Kotku vefat ettiğinde, tonton sakallı bir Necati Amca’mız, bir de damat vardı biliyorsunuz. Orada da “Cemaatin lideri o mu olacak, bu mu olacak?” tartışmaları yaşandı. Sonra cemaatin tasavvuf kanadını yöneten bir lider oldu; ama oranın bir de siyâset ayağı var biliyorsunuz. İşte bugünkü iktidârı üreten membadır: O da Erbakan Hoca. O zamanlar Aktüel dergisi ya da Nokta dergisine kadar yansıyan, birbirine karşı bayağı bir sert söylemleri oldu. Yani bu mesele yeni değil. 

Bu, İsmailağa Cemaati’nde de yaşanıyor. Dışarı vurmasa da, orada da içeride kamplaşma var. Burada çıkan sonuç şu: Bu yaşanan bir sürpriz değil, eskiden beri var. Bundan sonra daha da çoğalacak. Bunun çoğalma katsayısı, cemaatin cesâmeti, iriliği ve devlet içerisindeki nüfûzu, gücüyle doğru orantılı olarak bölünmeler daha fazla olacak. Çünkü o gücün tek elde olması… Bu, çok kabul edilebilir bir şey değil. Ben de şeyhleri çok tanımıyorum; son ölen şeyhin adı neydi?

Ruşen Çakır: Abdülbaki Erol. 

Mustafa Öztürk: Tamam. “Ben de Abdulbaki Erol’un sulbünden geldiysem, hepsini niye ağabeyim yesin, yarısını da biz yiyelim. Ağabeyim Emniyet Müdürlüğü’nden sorumlu olursa, ben de Sağlık Bakanlığı’nda sorumlu olayım” meselesidir bu. Yoksa, “Ağabeyimizin rûhâniyeti, mâneviyâtı, bu mürîdânı yetiştirmeye pek elverişli değil. Onun el vermesi daha güçsüz, ben daha ehilim” mevzûu değil.  Şu anda yaşanan, devlet içerisindeki nüfûzu paylaşma kavgası.

Ruşen Çakır: Onu anlıyorum, ama biz şu anda daha çok cemaatlerin, özellikle tarîkatların dünyevî yönünü konuşuyoruz. Yani holdingleşmesini, şirketlerini, medyasını…  Tabiî ki böyle bir arayışla girenler de vardır, ama oraya giden insanların, teorik olarak bir mâneviyat boyutu yok mu? Yani Menzil ya da İsmailağa’ya giden insan, sâdece iş bulmak, işini geliştirmek ya da eş bulmak gibi dünyevî birtakım ihtiyaçlarını sağlamak için mi gidiyor?

Mustafa Öztürk: Sosyolojinin olduğu yerde, yani insan topluluğunun olduğu yerde hiçbir tespit, yüzde yüz genellemeye müsâit olmaz. Sakat bir şey olur bu. Hepsi, bu organizasyonun, bir saadet zincirinin parçası olmak için oraya girdi diyemeyiz; ancak, oraya mâneviyat için gidenlerin psikolojisinin problemli olduğunu düşünüyorum. Yani “40 yaşına kadar melâneti işleyip hacca giderseniz, tertemiz, anadan doğmuş gibi gelirsiniz” şeklindeki bu bedavacılığı, Kilisenin Cennet ruhsatı vermesi gibi, bizde de hacı-hoca takımı hacca teşvik için böyle bir yönlendirme yapar. Bunlar da oraya kendi defolarını, ahlâkî defektlerini kendi çabalarıyla, didinerek, kazınarak toparlamak yerine, “Gidelim bir çorbasını içelim, bir de elini tutalım, sonra oradan arınıp gelelim” şeklindeki bedavacı, beleşçi ve eyyamcı bir zihniyeti temsil ettikleri için, o mâneviyat arayışının aslında Türkiye’deki cemaat dediğimiz yapının, birey değil sürü psikolojisinin bir parçası olmasının bir ayağı olarak görüyorum. Oranın mâneviyat ayağı da problemli; oranın psikolojisi de patolojik — onu da söyleyeyim. Oraya giden, mâneviyatını arayıp çaba sarf etmeye, didinmeye gitmiyor. “Gidip arınıp gelelim” zihniyetiyle gidiyor. Dolayısıyla orada mâneviyat ayağı da sorunlu. 

Ruşen Çakır: Bu anlamda Menzil Tarîkatı başlı başına ilginç bir örnek. 

Mustafa Öztürk: Sosyolojisi de ilginç bir örnek. Adam hayâtı boyunca “Ya Allah Bismillah Allahü Ekber” deyip, arabasının arka camında üç hilâl, kafası yukarı dikilmiş kurt, Adıyaman’a Menzil’e gidiyor. Orada bir Kürt altyapısı var. Bu sosyolojiyi kim böyle harmanladı? Bu perçini kim yaptı ben anlamadım. Senin bilgin vardır, bir gün anlatırsın bana. Çünkü oranın ayrıca analiz edilmesi gerekiyor.

Ruşen Çakır: Orada şöyle bir boyut var: Demin bahsettiklerinizde de geçti. Meselâ ben çocukluğumdan biliyorum: İstanbul’da Çağlayan’da insanlar otobüslerle Menzil’e giderdi. Bunların içerisinde çok sayıda hap kullanan, kumar oynayan, içki içen insanlar vardı ve büyük bir kısmı toparlanmış olarak gelirlerdi. Yıllar sonra Menzil’e gittiğimde, orada önde gelen birisine bunun nasıl olduğunu sormuştum. Bana çok güzel bir cevap vermişti: “Bence otobüse bindiği zaman zâten tedâvi oluyor” demişti. 

Mustafa Öztürk: Ona “Plasebo etkisi” deniyor. Oraya gidip tedâvi olduğunu düşünmesi, plasebo etkisi. Bu şöyle oluyor: Adam “Abi çok hastayım, beni âcile kaldırın” diyor. Doktor geliyor bakıyor, adamın bir şeyi yok. Adam hastalık hastası. Doktor bir şekerli su vuruyor kalçadan, adam “İlaç aldım iyileştim” diye eve dönüyor. Al sana plasebo etkisi. Bu öyle bir etki, ben öyle düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Peki, şimdi gelelim bizim “tek kişilik cemaat”e. Ben yayının başlığını Mustafa Öztürk diye bir hocadan çaldım. Çok câzip bir başlık. Aslında birbirini zıtlayan şeyler. Bir kere “cemaat” çoğunluk içeriyor. 

Mustafa Öztürk: Bu oksimoron bir cümle aslında. Yani “Özel Halk Otobüsü” gibi bir şey söyledim ben aslında. 

Ruşen Çakır: Peki, buradaki temel yaklaşımınız nedir? Anladığım kadarıyla burada hem bireye bir vurgu var. Ama esas olarak da sanki cemaat diye bilinen yapıların olumsuzluklarından kaçma arayışı var. 

Mustafa Öztürk: İkisi de var, hattâ bir üçüncüsü daha var. Osmanlı’nın son döneminde, Osmanlı Titanik gemisi gibi batarken, “Biz bu izmihlâlden nasıl çıkacağız?” diyen bir Garpçı ayağı, tamâmen kepengi indirip içeri kapanan Mustafa Sabri ayağı, bir de iki arada bir derede, biraz oradan biraz buradan — ki bu da bizim İslâmcı takımı, o melez takım. Türkiye’deki karpuz gibi yarılma, oradan beri gelen, ama Cumhuriyet’le birlikte, o radikal ve kök sökücü modernleşmeyle birlikte dine sırt çevirme meselesinden sonra gelen bu çatallaşma var ya? Oradaki bitmez tükenmez hınç ve birbirinden sürekli rövanş alma duygusu, Türkiye’de hem sağı hem solu; yani hem yüzde 52’yi hem %48,5 buçuğu cemaat yaptı. Bizim Türkiye toplumu toplum değil. Bunun iki tarafı da cemaat; solu da cemaat, sağı da. Hakîkati güneş gibi alıp elinin üstüne koysan, adam kabul etmiyor. Bu solda da böyle, sağda da böyle. 

Benim buradaki tepkim, bildiğimiz konvansiyonel dinî cemaatleri yarattığı sürüleşmeye; Kur’ Kur’ân-ı Kerim’in tâbiriyle, En’am Sûresi davarlaşmaya karşı. Hem tepki… Yani FETÖ’de gördük. Faraza, Menzil Cemaati’nin de böyle bir işgüzarlığı olsa, devletle böyle bir kapışmaya girseler, bunun mensuplarının da tutum ve davranış olarak 15 Temmuz gecesinde gördüğümüz o mutantlaşmadan zerre kadar farklı bir refleks sergilemeyeceğine kalıbımı basarım. Mekanizma böyle. Bunun arkasında teolojik, derin sorunlar var. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türkiye Müslümanlığı’nın, klasik Sünnî teolojiyle tepeden tırnağa önce bir hesaplaşması lâzım. Ben artık Sünnî teolojinin terk edilmesi taraftarıyım. Hele de bunun tasavvufa bulanmış yönü. Bunun tamâmen terk edilmesi taraftarıyım. Bunun tasavvufla, bu ilmihal dindarlığı bizim iki ayaktan oluşur. Bizde teoloji zayıftır; kelâm, felsefe tarafı yoktur. “Bir ‘Allahü ekber’ deyip eli böyle bağlayacaksın, ayak şöyle duracak, abdest böyle alınacak, teyemmüm şöyle olacak, taşla tahâret böyle yapılacak” Müslümanlığı. Bir bu, bir de bugün başımızın belâsı olan cemaat ve tarîkat yapısı. Bence, bu ikisinden harmanlanmış Sünnî Müslümanlığın köküne kibrit suyu dökülmesi ve yeniden tepeden tırnağa bir teoloji geliştirilmesi lâzım. Buna yeni ilm-i kelâm mı dersin, yeni teoloji mi dersin, ne dersen de. Ben olması gerekeni söylüyorum. Olabilme ihtimâli o kadar zor bir şeyden bahsediyorum ki; bu topraklarda bunun olabilme şansı yok. Olabilme şansı bir Protestanlık gerektirir. İslâm içinde bir Protestanlık. Bu topraklar bunu taşıyamaz; bunu kaldıramaz. Çünkü benim önerdiğim İslâm öyle rasyonel İslâm filan değil. Protest bir İslâm. Yani basbayağı meydan okuyan, “mevcut İslâm’a karşı devrim” teklifinde bulunan bir İslâm’dan bahsediyorum. Bunun olabilme şansı yok. Ama Türkiye’nin toplum olabilmesi, aydınlanma yoluna girebilmesi, birey olabilmesi için, yani olan biteni herkesten bağımsız, “Arkadaş, bu olan yanlış” diyebilmesi için bunun olması gerekiyor.  

Şu anda toplumumuzun tablosu şu: Ben Galatasaraylıyım; Fener bize 6 gol atıyor, yerlere seriyor, rezil ediyor. Ben yine Fener’e sövüyorum, bizim takımı övüyorum. “Yahu rezil olduk işte. Rezilsiniz. Bu takımın baştan aşağı yıkılması, yeniden yapılması lâzım” diyeceksin kardeşim. Bunu diyen bir bireyin üretilebilmesi için, tek kişilik cemaat oluşturma zamânı gelmiştir. Ben bunu anlatmaya çalıştım. 

Ruşen Çakır: Sizi dinlerken aklıma şu geldi: Biliyorsunuz, ben 85 yılından beri İslâmî yapıları tâkip etmeye çalışıyorum. Didik didik okudum, dinledim, tartıştım. Şimdi sizin bu söylediklerinizin çok daha hafifini söyleyenlere karşı açılmış olan cihadları hatırlıyorum. Meselâ “Mezhepsiz” diyorlar, “Reformcu” diyorlar, “Şirk koşuyor” diyorlar. Bu söylediklerinizin birçok boyutu var; ama sâdece bir kısmını söyleyenlere bile cihad açıyorlar. Meselâ şimdi siz, “Protestanlık lâzım” dediniz. Bunu 90’lı yıllarda birisi söyleyemezdi. Böyle bir ilginç durum da var.  

Mustafa Öztürk: Bunun iki sebebi var: Biri benim kişisel durumumla ilgili. Kuzu ölmüş, artık kurtla bir korku ilişkisi kalmamış. Kuzunun, Türkiye topraklarında artık bu akademi dünyasıyla, ilim dünyasıyla bir alıp verdiği de kalmamış. Benim bu topraklarda, zihnen de akademiyle bağım bitmiş. Burada, üniversitede yeniden fikir yapılabilmesi, düşünce üretilebilmesi için, bu 21 yılın aynı oranda tekrar tersine çevrilmesi lâzım. Bununla, ancak kaldığımız yere dönebiliriz. Bunu da benim görme şansım yok. Onun için benim bir ayağım sürekli Batı’da olacak. Onun için benim bu dünya ile bir bağım kalmadı — bu bir.

İkincisi, bu dinî kavramlar o kadar laçkalaştı ki. Tekbirler havada uçuşuyor. O onu tel’in ediyor, bu buna “Mezhepsiz” diye sövüyor. Dolayısıyla bunların özgül ağırlığı ve etki gücü de azaltılacak. Birine “mezhepsiz” demek kikirdemeyi gerektiriyor. “Mezhepsiz’’ demek artık hiçbir anlam ifâde etmiyor. Eskiden bir kavram az kullanılırdı. Biraz etki yaratırdı. Bunların gevezeliği o kadar fazla yapıldı ki, artık etki gücü kalmadı. Biri kalkmış Mustafa Öztürk’e “Mezhepsiz” demiş. Âmiyâne tâbirle: “Çok da tın” yani. Ne olmuş yani? Ayrıca, özellikle de Sünnî olmadığımı defaatle söyledim. Hiç öyle bir angajmanım yok benim. Bunlar 600, 700, 800, 1000 sene önce, aynı geleneğin içerisindeki ulemânın, kendi çağları içerisinde İslâm’ı yorumlayarak bir ekolün içerisine tasnif etmesinin sonucu. O tasnife beni dâhil edecek hangi yaptırım var? Âyet mi var, hadis mi var? Ben de nasslara, metinlere bakıyorum, İslâm’ı böyle anlıyorum. Ben buna 40 yılımı vermişim. O içtihat mekanizmaları, müçtehidlik vasıfları beni hiç ilgilendirmiyor. Ben bağımsız bir birey olarak… Zâten cemaatimin de en özgül tarafı da bu değil mi? Açın okuyun. İşte Protestan tavır biraz buradan geliyor.  Protestanlıkta Sola scriptura, bizde de Sola Koran — Protestanlıkta “Kutsal Metin yeter”, bizde de “Kur’an yeter” söylemi var ya? Ben onu öyle demiyorum da, “Her Müslüman kendi kutsal metnini alıp, ulemânın yorumlarını, görüşünü alsın” diyorum. Akıl var, izan var. 

Dövizin yükselmesine tepki koymayı biliyorsun. Parayı bankaya yatırırken, “Bir tek altına yatırmayalım, dövize de yatıralım, sepet yapalım”  demeyi biliyorsun. Her şeyi biliyorsun da, bu din diyânet işlerine gelince mi hiçbir şey bilmiyorsun?

Ruşen Çakır: Sizinle yaptığımız yayınlar da, sizin kendi yaptığınız videolar da ayrı ayrı ilgi görüyor. Olumsuz yorumlar da var tabiî. Ama YouTube’da benim gördüğüm yorumların büyük bir çoğunluğu olumlu. Burada da hem “Tek kişilik cemaat” deyip, aynı zamanda topluma bir meram anlatma meselesi var. En azından bir izleyicisi, dinleyicisi var. Soranlar, tartışanlar var. O anlamda baktığınızda, nasıl bir şey görüyorsunuz? Bu konulara, bu yaklaşımlara ilgi umut vaat ediyor mu?

Mustafa Öztürk: Bence umut vaat eden bir ilgi var. Birey olma çabası içinde olanlar veya bunun farkında olanlar var. Kurumsal dine karşı yaka silkmiş, tiksinti duymuş, ama kutsalla da bağını koparmak istemeyen, seküler bir dünyanın içinde kalmak isteyen, ilginç, entelektüel, hoşgörülü ve yeni jenerasyona daha yakın, genellikle 30-35 yaşın altında olan böyle bir kitle var. Oransal olarak, benim videolarım 60 bin, sizinki 70 bin, Dücane Cündioğlu’nun videoları 80 bin izleniyor. Yani bir umut var.  Tabiî bu oran Türkiye’nin toplamında çok dikkat çekici değil. Yani “Umut var” derken, “Bir parti kursak iktidar olabilir miyiz? O umut var mı?” anlamında değil. Bu gördüğünüz entelektüel kitle %50’ye tekabül etse, herhalde Tommasso Campanella’nın Güneş Ülkesi’ni Thomas More’un Ütopya’sını okumaya gerek yok; gerçeği olmuş olur. Biz bu ümit vaat eden ekiple birlikte böyle yürümeyi düşünüyoruz. Ben ümitvârım, hoş bir kitle var orada. 

Ama “Hocam, hem ‘tek kişilik cemaat’ diyorsunuz hem de sürekli lansmanınızı ve prezantasyonunuzu yapıyorsunuz. İkide bir podyuma çıkıyorsunuz” denmesin diye, Instagram’ı,  WhatsApp durumumu bile paylaşmıyorum artık. Bir tek YouTube’dayım. Sözümün arkasındayım. Tekim, kimse bana bulaşmasın. Tek cemaati öneriyorum. Herkes tek olarak yoluna devam etsin. Kimse de bana bulaşmasın. YouTube’dan görüşelim. 

Ruşen Çakır: Değişik vesîlelerle şöyle bir şeylere tanık oldum: Meselâ birtakım gençlerle tanışıyorum; adları Sümeyye, Abdulsamet, Enes…  Genellikle iyi eğitim görmüş, hukuk, siyâsal ya da eczâcılık okumuş, üniversite eğitimli gençler.  Tam da sizin söylediğinize denk geliyor. İsimlerine bakınca dindar âilelerin çocukları olduğunu anlıyorsunuz. Büyük ölçüde dinden çıkmamışlar; hâlâ Müslümanlar anladığım kadarıyla. Hattâ genellikle kadınların başları örtülü. Ama bu sekülerlik konusunda çok titizler.

Mustafa Öztürk: Ben sekülerlikle ilgili ilginç bir tanım geliştirdim. Volkan Ertit’i tanırsınız. O da tam o ara bir makale yazıyormuş. Benim tanımımı duyunca, “Şerefsizim ben de tam bunu düşünmüştüm” diye Vizontele’deki Deli Emin gibi bir tepki verdi. Ben sekülerliği şöyle anlıyorum: Kutsalla ipini koparmış değil; kurumsal dinî yapılarla ve anne-babanın ve dindar çevrenin ikiyüzlülüklerinden, ahlâklılıktan ziyâde ahlâkçılıklarından bıkmış, ama o mânevî bağdan, o aura’dan da çıkmak istemiyor, fakat seküler bir dünyanın içinde kutsalını bireysel olarak yaşamak istiyor.  

Meselâ, benim üzerime bu kadar gelindiğinde, oğlum bu yüzden tepki gösterdi. “Baban dilini kessin, sussun” diye kapısına gidip çenesinin altına bıçak dayadılar. Ama o çocuk bana geçenlerde ta Amerika’dan şunu yazdı: “Babacığım, seninle aynı çatı altında yaşamış olmanın bana verdiği en büyük armağan, kimseye yaslanmadan kendi ayaklarımın üzerinde durmayı öğrenmekti. Bu aralarda da her şey üst üste geliyor: hastalık var, dişim çürüdü, şuram buram ağrıyor. Baba, beni bir okusana” dedi. Buyur. 

Biraz önce anlattığım profil, bu profil işte. Kopmadı bu çocuk, ama seküler bir dünyanın içinde kalmak istiyorlar. Cübbeli, sarıklı birilerini görmek istemiyorlar. Din anlatırken, sürekli kadının göbeğiyle diz kapağı arasına fokuslanmış, namusu, şerefi, haysiyeti bacak arasından yoklayan, bunu konuşan, asansöre binince hallenme psikolojisine giren, psikopat, paranoyak hastalıklı adamların din anlayışından uzak durmak istiyorlar. Onun için ben sekülerliği bir rahatlama, bir rehabilitasyon, bir remisyon dönemi olarak görüyorum. Böyle bir dönemden geçeceğiz. 

Millet kurumsal din yorgunu oldu şu anda. O yüzden bireyselleşmeye dönelim. Yani bir tasavvuf kültürü içerisinden bir referans vereceksek, meselâ, ben Yunus Emre’nin kişi olduğuna inanmıyorum. Üstâdım, böyle bir şahsiyet bence târihte yok. Fakat bu toplumun, naif, vicdanlı, zamanında kutsalla bağını koparmamış, ama seküler bir dindarlık yaşamak isteyen rûhunun antolojisidir Yunus denen şey. Biraz o kanaldan yürüyelim; hem kendimiz dinlenelim hem toplum rahatlasın. Azıcık bir huzur dönemine ihtiyâcımız var. Ben böyle düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Son olarak, kişisel bir “istek parçası” diyeyim: “Anadolu irfânı”nı konuşalım. 

Mustafa Öztürk: Sen onu da mı gördün? 

Ruşen Çakır: Seçim sürecinde Kılıçdaroğlu’nun Kayseri mitingine gittim. Kayseri’yi iyi bilirim. Orası hem milliyetçiliğin hem muhâfazakârlığın “kale ötesi” yeridir. Kılıçdaroğlu’nun mitingini izledikten sonra, bir grup yerel muhâfazakârla, İslâmcı’yla, kapalı, vakıf gibi bir yerde sohbet ettik. Çoğunluğu erkekti. Orada bir tartışma oldu. Ben Kılıçdaroğlu’nun kazanacağını düşünüyordum biliyorsun; işin değiştiğini düşünüyorduk. Onlar da kazanma ihtimâlinin çok yüksek olduğunu görüp, tedirginlik yaşayan insanlardı. Tartışmanın bir yerinde, orada daha aktif konuşkan, sürekli öne çıkan birisi bir şeyler söyledi. Ben de bunu neye göre söylediğini sorunca, “Anadolu irfânı” lâfını söyledi; yani sıkışınca, “Anadolu irfânı bu sorunu çözecek” dedi. Ben daha sonra, “Aradığınız ‘Anadolu İrfânı’na şu an ulaşılamıyor” başlığıyla bir yayın yaptım. Sonunda ne oldu? O galip çıktı. 

Mustafa Öztürk: Evet, o galip çıktı. Ben de “Anadolu irfânı”nın ne olduğunu şöyle tespit ettim. Âile Bakanımız Derya Yanık, “Bizim dönemimizde, 5 milyon âileye sosyal yardım desteği verdik” dedi. Aslında utanılacak bir durum. “Biz iktidâra geldiğimizde 1 milyon kişiye sosyal yardım veriliyordu, şimdi 100 bine düştü” demesi gerekirken, “Doğrudan devletin yardımına muhtaç âile sayısı bizim dönemimizde 5 milyona çıktı” dedi. Bunu 4’le çarparsan, bu sayı 20 milyon eder. Anadolu irfânı, bu 20 milyonun cebine konan1000 TL, 3000 TL, 5000 TL’dir bence. Sağ seçmen profilinin tipik davranışına bizde “Anadolu irfânı” diyorlar. Ben öyle düşünüyorum. Öyle bir irfan filan yok yani. 

Ruşen Çakır: Bir iktidar ve iktidârı kaybetmeme arayışı var.  

Mustafa Öztürk: Aynen. İrfan dediğimiz bu. Ve bunun bağımlıları var. 

Ruşen Çakır: Hocam, bâri bunu konuşurken, seçimle noktalayalım. Dindarlar ya da muhâfazakârların hepsi Cumhur İttifâkı’nda değildi. Millet İttifâkı’nda da Gelecek Partisi, DEVA Partisi, Saadet Partisi vardı. Bir de Kılıçdaroğlu’nun helâlleşme bağlamında söyledikleri vardı. Bütün bunlara rağmen, anlaşıldığı kadarıyla muhâfazakâr câmianın ezici bir çoğunluğu…

Mustafa Öztürk: Oy vermedi, evet. 

Ruşen Çakır: Niye iknâ olmuyorlar?

Mustafa Öztürk: “Her taklit aslını çağrıştırır” diye bir lâf var. “Orijinali varken çakmasını niye kullanayım?” dedi. Bu bir. Güzel bir tespit değil mi? İkincisi, Ahmet Davutoğlu çıktı, “Bu totaliter yapıdan ayrılacağız, rahatlayacağız” anlamında bir şey söylemeye çalışırken, “Altı partinin imzâsı olmadan kimse şuradan şuraya hareket edemeyecek” dedi. Bunun halkta karşılığı başka türlü anlaşıldı. Millet dedi ki: “Bir bürokrat atanırken 6 kişi imzâ atıp anlaşacaksa bu ülke yürümez. Hiç olmazsa bir kişi götürsün”. Bu basit olan mesele. 

Ama bence asıl mesele şu: Ahmet Davutoğlu AK Parti’nin bünyesindeyken, Tayyip Bey ile kalkıp bir lider yarışmasına girmeseydi, diskalifiye edilmeseydi, bugün orada Gelecek Partisi diye bir parti olur muydu? Olmazdı. Adam dedi ki: “Özel, şahsî problemi vardı, çözemedi. Geldi burada güya bana parti kurdu”. Senin ideolojik olarak, zihniyet olarak o mevcut siyâsî iktidardan hiçbir farkın yok ki. Sen bir kişisel sorunla geldin buraya. Dolayısıyla, hiçbir inandırıcılığın olmadı.

İkincisi, AK Parti’den bıkmışlığın yansımalarının etkisi bunların üzerinden kalkmadı. Bizi buraya getiren süreçlerin altındaki cürümlerin çoğunun altında, kerhen ya da rızâ yoluyla, hepsinin imzâsı var. Yüzde 40’lık oyun alındığı 2015 Haziran-Kasım dönemi arasında, “Bomba patladıkça bizim işimize yarıyor” diyen adam, şimdi gelmiş muhâlefet partisinde iktidâra meydan okuyor. Sen önce o iki buçuk ayda ne olduğunu, o bomba patlayınca senin işine nasıl yaradığını bir anlat bize de bir dinleyelim bakalım. Bu insanlar Ali Babacan’a da inanmadı, Ahmet Davutoğlu’na da. Saadet Partisi’nde ise Temel Bey’in yaş faktörü… Bir de artık bölüne, bölüne, bölüne oradan bir şey çıkmayacağı da belliydi. Çok açık söyleyeyim. O üç parti CHP’ye toplam %3’lük bir katkı sağlamadı bence. 

Benim Kemal Bey’le de özel sohbetim, görüşmem oldu. Geldi ziyaret etti. Bir şeyler konuştuk, ama tabiî ben kalkıp kendisine, “Yarın masada bunlara bu kadar milletvekili ver” diyecek ne cürette ne yetkide değilim. Daha çok, Türkiye’nin akademiyası, ilim dünyası, Din İşleri Yüksek Kurulu, “Ne yaparız ne ederiz?” üzerinde konuştuk. Fakat CHP’nin buradaki hovardalığını anlamış değilim. Açık söyleyeyim, burada gerçekten bir hovardalık var.

Ruşen Çakır: Otuz sekiz milletvekili.

Mustafa Öztürk: Evet. Ben bunu hovardalık olarak görüyorum. Bunu, Kemal Bey’in iyi niyetine bağlıyorum. Türkiye, Kemal Bey’in temizliğinde ve zihin saflığında bir siyâset terbiyesine, kültürüne henüz alışamadı. Kemal Bey’i Finlandiya’ya Japonya’ya transfer edelim orada başbakan olsun, ömrünün sonuna kadar gider. Bizim bu Türkiye siyâseti çamurlu bir siyâset. Temiz karakterler bu siyâsette kendine yer bulamıyorlar üstâdım. Diyeceklerim bu kadar.

Ruşen Çakır: Hocam, çok teşekkür ederim, çok keyifli bir sohbet oldu. İzleyicilerimiz de herhalde aynı keyfi almışlardır. 

Mustafa Öztürk: Eyvallah.

Ruşen Çakır: Arayı açmayacağız, yayınlara devam edeceğiz. 

Mustafa Öztürk: Arayı açmayalım, evet. Yurtdışında olsam da böyle bağlantılarla net net konuşuruz inşallah. 

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler. 

Mustafa Öztürk: Dâvetin için de çok teşekkürler. Görüşmek üzere, hoşça kal üstâdım. 

Ruşen Çakır: Prof. Dr. Mustafa Öztürk’le “Tek kişilik cemaat olur mu?” meselesini ve birçok şeyi konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.