Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Aradığınız ‘Anadolu irfanı’na şu an ulaşılamıyor”

Seçimlere 13 gün kaldı. CHP Genel Başkanı ve Millet İttifakı’nın ortak cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye (ABB) Başkanı Mansur Yavaş, Kayseri’de miting düzenledi.

Kayseri’de Cumhur İttifakı’nın ve AKP’nin güçlü olduğunu söyleyen Çakır, son genel seçimlerde AKP’nin altı, MHP’nin iki milletvekili çıkardığını hatırlattı. Çakır, Cumhur İttifakı’nın güçlü olduğu bir yerde Kılıçdaroğlu’na gösterilen bu ilginin bir şeylerin değişmekte olduğunu da gösterdiğini belirtti.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Öncelikle 1 Mayıs’ı kutlamak istiyorum. 1 Mayıs hepimiz için hep çok önemli bir gün, anlamlı bir gün. Onun lâyık olduğu şekilde kutlanabileceği bir Türkiye’yi temennî ettiğimi özellikle vurgulamak istiyorum. Şimdi bâzı izleyiciler benim suratıma bakıp; “Bu adama ne olmuş yahu?” diyecekler. Ne olduğu belli. Dün İzmir’de Millet İttifâkı’nın yaptığı ilk ortak mitingdeydik. Birçok gazeteci vardı. Biz de Medyascope olarak bayağı geniş bir kadroyla gittik ve orada saatlerce güneşin altında kaldık. En son kalktığımızda hava bayağı bir esmeye başlamıştı, serinlemişti. Gün boyu orada kalınca böyle yanık halde, bronz bir şekilde karşınıza çıkıyoruz. Bizim gazetecilerin böyle yanmış olması tek başına bir anlam ifâde etmiyordu. Yüz binlerce kişi vardı. Değişik rakamlar var, ama ben yüz binlerce diyeyim. En azından daha az yanlış olur. Bu kişiler de saatlerce orada beklediler. O anlamıyla çok ilginç bir olaydı, önemli bir olaydı. Onun bir gün öncesinde ben Kayseri’deydim ve zâten bu yayında da oradan bir kesit anlatacağım, Kayseri’deki CHP mitinginde gördüklerimi. Zâten orada canlı yayında arkadaşlarla anlatmıştık ve hattâ bayağı da ilgi gördü. O mitingde Kılıçdaroğlu’nun dışında Temel Karamollaoğlu ve Ali Babacan da vardı. Onlar da konuşma yaptılar ve bu miting gerçekten Kayseri için şaşırtıcı bir miting oldu. Çünkü Kayseri, AKP+MHP’nin %80 ve üzeri oy aldığı bir yer. Ve son seçimde AKP’nin 6, MHP’nin 2, CHP ve İYİ Parti’nin birer milletvekili çıkardığı bir yer. MHP’nin Türkiye çapında 2 milletvekili çıkardığı tek yer olduğu söyleniyor — onu tam kontrol edemedim, ama galiba öyle. MHP’nin çok güçlü olduğu bir yer. Ve burada CHP’nin kemik %13-15 gibi bir oyu var. İYİ Parti de son seçimde 1 milletvekili çıkarabildi. Ama bu mitinge baktığımız zaman, sanki bir şeyler değişiyormuş gibi — onu gördüm. Açıkçası o kadarını beklemiyordum. Beklemiyordum derken şunu söylememe izin verin: Ben Kayseri’yi gazeteci olarak bayağı bilen birisiyim, oraya defalarca gittim. Gazeteci olarak ilk gidişim, 1991 seçimlerinde Abdullah Gül’ün birinci sıra adayı olup kazandığı o seçimlerdi. Abdullah Gül ile de orada tanışmıştım zâten. Bunu “Gomaşinen”de de anlatmıştım. Orada, 1991’de başladım ve ondan sonra sürekli olarak Kayseri’ye gittim. Kayseri’de Millî Görüş partilerinin; Refah Partisi, Fazilet Partisi ve ardından Adalet ve Kalkınma Partisi’nin mitinglerini izledim. Birkaç kez de Erciyes’te MHP’nin düzenlediği Erciyes kurultayını izledim Kayseri’de. Dolayısıyla gittiğim her seferde de Kayseri’de milliyetçilerden ziyâde muhâfazakâr kesimden insanlarla uzun uzun sohbetlerim oldu. Kimi zaman –1991’de meselâ–, bir evde akşam saat 8’de oturup sabah saat 4’e kadar yaklaşık 15 kişiyle sohbet ettiğimizi hatırlıyorum. Bunlar daha çok İslâmcı kişilerdi. Ama Kayseri’de, özellikle İslâmî kesimden insanlarla değişik vesîlelerle görüşmüş birisiyim. Bu sefer de biraz vaktim vardı, uçak dönüş saati açısından. Miting erken başlamıştı çünkü. Dönene kadar dedim ki: “Yine birileriyle keşke sohbet edebilsem”. Kayseri’de bir arkadaşım var. O çevreleri de çok iyi bilen Özkan yardımcı oldu, sağ olsun, Allah râzı olsun. Bir buluşma ayarladı ve biz yaklaşık 20 kişinin olduğu bir ortamda –ki bu kişilerin hepsi, muhâfazakâr lâfını sevmeyeceklerdir, daha İslâmî kesimden kişiler diyelim; kendilerini İslâmcı olarak tanımlıyorlar mı bilmiyorum, çünkü bu işler iyice karıştı; ama ben onlara İslâmcı diyebilirim herhalde genel olarak– onlarla bayağı bir sohbet ettik. Çok ilginç bir sohbetti. Oradan birtakım şeyleri aktarmak istiyorum size, “Anadolu irfânı” derken. 

Şunu açıkçası söyleyeyim: “Anadolu irfânı” bilmediğim bir kavram değil, duyduğum bir kavram. Hepimizin bir şekilde bildiği bir kavram. Ama son dönemlerde daha sık gündeme gelir oldu. Benim 91’den bu yana, sâdece Kayseri’de değil; Elâzığ’da, Malatya’da, Sivas’ta, Kahramanmaraş’ta, sağın güçlü olduğu, özellikle İslâmî kesimin güçlü olduğu yerlerde yaptığım sohbetlerde karşıma çıkan bir kavram değildi. O târihlerde özellikle, İslâmcılar’ın iktidarda olmadığı dönemlerde böyle bir kavrama çok fazla ihtiyaç duyulmuyordu ve daha çok eleştirel bir İslâmcılık vardı. İktidâra tâlip olan bir İslâmcılık vardı. Ve sonra, “Anadolu irfânı” kavramının iktidâra gelindikten sonra daha fazla kullanılır olduğunu gördük. Bir anlamda iktidârı meşrûlaştırma ve bir andan sonra da iktidârı koruma, kurtarma için kullanıldığını gördük. Nitekim benim o bahsettiğim sohbette de birdenbire “Anadolu irfânı” karşıma çıktı. Her şeyin çok açık açık konuşulduğu bir sohbetti. Ben bir solcu gazeteci olarak kendilerine ne düşündüğümü söyledim. Tabiî miting için geldiğim için özellikle siyâset ve seçim konuştuk. Bana sordular ne düşündüğümü. Ben de dedim ki: Bir devir kapanıyor. Artık 14 Mayıs’ta Erdoğan iktidârının sonunun geldiğini söyledim, yani öyle düşündüğümü söyledim ve buna tabiî ki îtiraz ettiler. Farklı farklı îtirazlar oldu. Ama îtirazların hemen hemen hepsinin daha çok iktidârı, yani Erdoğan’ı öne çıkartarak değil; muhâlefeti küçümseyerek, aşağılayarak ya da eleştirerek olduğunu özellikle vurgulamak isterim. Yani şöyle bir hava yok gördüğüm kadarıyla: “Erdoğan çok iyi gidiyor. Birtakım sorunlar olabilir, ama doğrultusu doğrudur. Ve kolay kolay yıkılmaz”dan ziyâde, hattâ “Şunları vaat ediyor, bunları vaat ediyor” demek yerine; muhâlefete yönelik birtakım suçlamalar. Tabiî bu suçlamaların büyük bir kısmı CHP’ye yönelik. Ama tabiî şöyle bir olay var: Kayseri’de CHP listesinin ikinci sırasında Mahmut Akpınar adlı, Saadet Partisi’nin genç, ama bayağı deneyimli, zâten âilecek Millî Görüş geleneğinden olan bir mühendis var, inşaat mühendisi. Çok parlak bir isim. Kayseri’de bayağı bir parti faaliyeti yapmış, daha sonra genel merkezde de görev almış bir isim. Ve benim konuştuğum insanların da yakından tanıdığı bir isim. Çok da fazla bir şey söyleyemedikleri bir isim. Orada tabiî işler karışıyor. Sâdece Saadet Partisi’nden değil; üçüncü sırada DEVA Partisi’nden, dördüncü sırada Gelecek Partisi’nden de isimler var; ama kazanma ihtimâli olan –ki CHP’nin bu seçimde iki milletvekili çıkarması söz konusu, en az iki diyorlar; bilemiyorum, ama ikiyi çıkartması bile Kayseri’de olağanüstü bir şey olur–; o zaman sözünü ettiğim Saadet Partili Mahmut Akpınar’ın kazanması söz konusu. Bundan çok ciddî bir şekilde rahatsız olduklarını görüyorsunuz. Ve o zaman şöyle şeyler söylendi: Meselâ içlerinden birisi, Mahmut Akpınar’ın böyle yaparak îtibârını riske ettiğini, artık îtibarlı olmayacağını söyledi. Şimdi neye göre îtibar yani? CHP listelerinden girdiği için, bir Millî Görüşçü olduğu bilinen, dindar olduğu bilinen ve yıllardır bu kişilerin de saygı duyduğu ya da önemsediği bir kişi birdenbire îtibârını kaybediyor. Burada çok ciddî bir zorlanma var. Zâten Millet İttifâkı’nın bu yapısı, özellikle de Saadet Partisi’nin CHP listelerinden girmesi, Gelecek Partisi’nin, DEVA Partisi’nin ve Demokrat Parti’nin CHP listelerinden giriyor olması çok ciddî bir şekilde kafaları karıştırmış. Çok ciddî kırılmalara yol açıyor. Millet İttifâkı içerisinde olup ayrı girseler –meselâ bir ara konuşuldu: 3 parti, Saadet, Gelecek, DEVA ayrı girseler– belki daha az zorlanacaklar. Ama son formül işleri iyice zorlaştırmış bu kişiler için. Şunu söyleyenler var tabiî, onu biliyoruz: CHP logosunun altına bir Saadetçi oy vermez, vermekte tereddüt eder, şu olur bu olur. Evet, böyle fireler olacağı muhakkak. Hattâ Ali Babacan bile CHP’ye bütün taraftarlarının oy vermesini garanti edemediklerini söylemiş. Bunu bir televizyon programında dile getirdi. Bu yönüyle bir fire olacağı muhakkak. Ama fire olsa da, Saadet Partisi’nden, Gelecek Partisi’nden, DEVA Partisi’nden İslâmî kesimin tanıdığı birtakım isimlerin Meclis’e gireceği de kesin. İşte orada bir kabullenememe hâli var. Çünkü aslında bu, Millet İttifâkı’nın bu hâli ve CHP listesinden girilecek olması hâli bütün ezberleri bozmuş, altüst etmiş. Ve aslında şeyi de bozmuş –ne deniyor ona?– refah alanını bozmuş. Yani aslında her şey çok basitti. Onlar burada, bunlar burada; onlar dediği zâten CHP ve diğerleri, “Onlar zâten bir yerde, biz zâten buradayız” derken, herkesin yerleri karışmış ve bu yerlerin karışması sonucunda ezberler bozulunca da bütün o korunaklı alanlar alt üst olmuş. Ve bunun rahatsızlığını çok ciddî bir şekilde görüyorsunuz. 

Çok uzun tartışmalarımız oldu. Muhâlefete yönelik söyledikleri bütün argümanlarda, meselâ muhâlefetten bir siyâsetçinin adı geçtiği zaman “O yalan söylüyor” dediğinde, siz kolaylıkla –ki yaptım da ben bunu– iktidardan birisinin de pekâlâ yalan olarak tanımlanabilecek çıkışlarını söylediğiniz zaman bütün denge bozuluyor. Ve orada şunu görüyoruz: Sürekli olarak bir küçümseme, bir dalga geçme hâli var. Aslında bu, gerginlikten kaynaklanıyor. Kayseri’de karşıma çok çıkan bir örnek vermek istiyorum. Atatürk Havalimanı’nı –Kılıçdaroğlu’nun söylediği husus– orasını bir uzay üssü yapma meselesi ve Bayraktar âilesinin buna îtirazları var. İşin içerisinde ABD’de yaşayan bir Türk âile de söz konusu olduğu için, olayı CIA’e bağlama meselesi vs.. Buna yönelik olarak iktidar yanlılarının çok ciddî eleştirilerinin olduğunu gördüm ve bunu bir şey gibi kullanmak istiyorlar, Kılıçdaroğlu’nu köşeye sıkıştırma hamlesi olarak kullanmak istiyorlar. Ama orada ıska geçtikleri çok önemli bir husus var; eleştirdikleri şeyin propagandasını yapıyorlar. Belki de insanların, kendi çevrelerindeki insanların haberdar bile olmadıkları bir projeyi eleştirmek için dahi olsa gündeme getiriyorlar. Bunu kendilerine söyledim. Dedim ki: “Şu anda yaptığınız Kılıçdaroğlu’nun propagandası. Eleştiriyorsunuz, ama Kılıçdaroğlu konuşuyorsunuz”. Eskiden böyle değildi. Bunu bir başka yayında daha geniş bir şekilde ele alacağım. Ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Söylediğim gibi artık roller değişti. Roller nasıl değişti? Eskiden Erdoğan bir şey söylerdi ve muhâlefet, zamânında Devlet Bahçeli vardı, o da dâhil, Deniz Baykal, başkaları, Erdoğan’a “Yapamazsın, edemezsin” vs. derlerdi; onlar dedikçe de Erdoğan’ın îtibârı artardı, popülaritesi artardı. Ve Türkiye’de Erdoğan iktidârının önemli bir bölümü böyle geçti. Ama şimdi bir bakıyoruz işler değişiyor ve Erdoğan başta olmak üzere bu sefer iktidar yanlıları muhâlefetin söylediklerine, “Yapamaz, edemez. Nereden bulacak? Nasıl bulacak?” vs. diye onun projelerini, onun birtakım dile getirdiği hususları tartışmaya açmaya çalışıyorlar. Böyle bir durum var. 

Şimdi burada, o sözünü ettiğim sohbette birisi bana çok haklı bir soru sordu ve ben orada bu soruya çok kaçamak bir cevap verdim. Çünkü hakîkaten zor bir soruydu: “Peki muhâlefetin vizyonu ne?” Ben orada dedim ki: “Yıkılanı yapma iddiası var muhâlefetin. Yeniden inşâ etme iddiası var. Türkiye’yi normalleştirme iddiası var”. Tabiî bu tek başına bir vizyon olmuyor. Sonuçta ortada pek bir vizyon olmadığı husûsu çıktı. Ama sonra düşündükçe aslında bir haksızlık ettiğimi söyledim. Kendime söyledim tabiî, kimseye değil. Bu daha sonra olan bir şey. Muhâlefet ne derece bunun farkında bilmiyorum, ama şöyle bir vizyona sâhip –ki Türkiye için çok önemli; yani fiilen üstlendiği bir misyon var ve bunun getirdiği bir vizyon var–, o da şu: Merhum Prof. Şerif Mardin’in bugün birçok kişi tarafından, özellikle ölümünün ardından nedense aşağılanan, Türkiye’yi anlamakta kullandığı bir merkez-çevre yaklaşımı vardır — ki bence çok geçerlidir. Türkiye’de bir merkez ve çevre vardır. Çeperde, özellikle cumhuriyette dindarlar çevrede tutulmuş, merkeze gelmelerine çok fazla izin verilmemiştir. Bir diğer güç de Kürtler. Onların kendi kimlikleriyle merkezde yer almalarına izin verilmedi, büyük ölçüde verilmedi. Ama gerek Millî Selâmet Partisi, gerek Refah Partisi, aslında çokpartili hayâta geçildiği andan îtibâren; ama esas olarak Millî Selâmet Partisi, Refah Partisi ve devâmıyla ve tabiî ki Erdoğan’ın 20 yılı aşkın iktidârı boyunca, o çeperdeki, çevredeki dindarlar merkeze taşındı. Merkeze taşındı, ama çoğulcu bir merkez yok ortada. Bu merkezde eskiden başkaları vardı, şimdi başkaları var. Eskiden, “Devletin gerçek sâhibiyiz. Bu ülkenin gerçek sâhibi biziz” diyenler yerlerini, dışarıda tutmaya çalıştıkları kesimlere bırakmak zorunda kaldılar. Ve şimdi onlar tekrar geri gelmeye çalışıyor, diğerleri de bulundukları yerden ayrılmamaya, merkezde kalmayı sürdürmeye çalışıyorlar ve böyle bir gerilim var. İşte şu anda Millet İttifâkı’nda ortaya çıkan olay, çoğulcu bir merkez vizyonu. Çünkü bir bakıyorsunuz, İslâmî kesimden partiler var, kişiler var. Bir bakıyorsunuz, Türk milliyetçiliği hareketinden kişiler var. Bir bakıyorsunuz merkez solda, Atatürkçü, liberal denebilecek kesimler var. Doğrudan olmasa bile dolaylı bir şekilde Kürtler de var, en azından Kılıçdaroğlu’na verdikleri destekle. Sâdece Kürtler de değil; sol, daha sosyalist sol da var, en azından Kılıçdaroğlu’na verdikleri destekle. Dolayısıyla burada başka bir şey oluşuyor. Bunu Kayseri mitinginde ya da dünkü İzmir mitinginde çok daha net gördük. “İşte biz” diye bahsediyorlar, birliktelikten bahsediyorlar ve aslında –ki bunu özellikle Davutoğlu ve Ali Babacan söylemeye çalışıyor– diyorlar ki onlara: Kimse tereddüt etmesin, kimse elde ettiği imkânlardan mahrum bırakılmayacak. Burada açıkçası söylenen husus şu: Merkeze taşınmış olanlar, iktidar, Erdoğan merkezden gitti diye dışlanmayacak. Ama tabiî burada bir istisnâ var. O da tabiî ki yolsuzluk vs.. Kayırmacılıktan elde edilmiş imkânların iptâli söz konusu. Ama liyâkat üzerinden, kim lâyıksa kalacağı yönünde bir iddia var. Ve aslında yeni vizyon bu. Ve bu vizyona, ezberlerle yaşamaya alışmış kesimler râzı olamıyorlar. Olmak istemiyorlar. Kayseri’de gördüğüm İslâmî kesimden insanlar bunların örnekleriydi. Yani paylaşmak istemiyorlar. Çünkü uzun süredir hasretini çektikleri bir merkez var. Şu anda merkeze yerleşmiş durumdalar. Açıkçası benim konuştuğum kişilerin bu merkezde olmaktan çok fazla istifâde ettiğini de düşünmüyorum. Yani en azından bir îtibarları var. Daha kendileri gibi birileri tarafından yönetildikleri duygusu var. Bunun verdiği bir memnûniyet var. Ve şimdi orayı paylaşmak istemiyorlar. Ben de kendilerine o sohbet boyunca sık sık şunu söyledim: Dün laiklik yanlıları size nasıl davranıyorsa, bugün siz onlara öyle davranıyorsunuz. Roller çok basit bir şekilde değişmiş. Yani onların yaptığı neydi? Birincisi: “Bunlar hak etmiyor, bunlar zâten isteseler de gelemezler”. O târihlerde hatırlayanlar vardır; “Anketlerde şeriat isteyenlerin oranı %7 çıkıyor, en fazla %7 alırlar” diye diye, sonra ülkede bambaşka şeyler olduğunu gördüler ve hâlâ kabullenemeyenler var. Şimdi de benzer bir olayı yaşıyoruz; “Bu böyle bozulmaz, bu böyle kalır, değişmez. Erdoğan gitmez. Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı olamaz”.

Neden olamaz? Eskiden söyleyenler; “Çünkü Atatürk’ün Türkiye’sinde buna izin verilmez” diyorlardı. Şimdikiler –işte başlığa burada girebiliriz– “Çünkü Anadolu irfânı var. Anadolu irfânı buna izin vermez” diyorlar. Neymiş o Anadolu irfânı? Onu zorlayınca zâten işler orada karıştı. Anadolu irfânı diyorsunuz. Şu anda ortada bir irfan mı var? Şu anda iktidârın yapıp ettikleri, yani iktidârın bileşenlerine baktığınızda zâten gözüküyor vs.. O zaman da şöyle bir savunma çıktı: “Ya, haklı olabilirsiniz; ama zâten Anadolu irfânı hiçbir zaman iktidarda olamadı”. Yani şu hâliyle Erdoğan’a da tam olarak Anadolu irfânı pâyesinin verilemiyor, vermekte zorlanılıyor; çünkü Erdoğan iktidârında yaşanan o kadar çok şey var ki… bunu meşrûlaştırmakta zorlanıyorlar. Şu hâliyle bakıldığı zaman yapabildikleri, en fazla, “Tamam, bunlar olabilir, ama öteki taraf daha kötü, öteki taraf daha beceriksiz, öteki taraf daha başka bir şey”. Ve bir kutuplaşma üzerinden, o kutuplaşma kurgusu üzerinden gitmeye çalışan ve kendi pozisyonlarını meşrûlaştırmak için Anadolu irfânı gibi tam da ne olduğu belli olmayan ve bence çoktan aşınmış olan, çok da etkisi olmayan bir şeye sarılmaya çalışıyorlar. Şunu özellikle söylemek istiyorum: İç Anadolu, Doğu Anadolu, Karadeniz hâlâ milliyetçi-muhâfazakâr ideolojilerin çok daha belirgin olduğu, o partilerin çok daha güçlü olduğu yerler. Ama Türkiye’de seçimlerin kaderini esas olarak büyük şehirler ve özellikle de batıdaki, Ege, Akdeniz ve Marmara’daki büyük şehirler belirliyor. Ve buralarda o sözünü ettiğimiz bölgelerden de insanlar var. Ama bunlar artık büyük ölçüde başkalaşmış insanlar. Kayseri’den, Sivas’tan, Adıyaman’dan, Maraş’tan gelenler birtakım şeylerini muhâfaza ediyorlar belki, ama özellikle yeni kuşaklar çok ciddî bir şekilde başka araçlara yönelebiliyorlar — ki bunun örneklerini Kayseri’de de gördüm. Kayseri’de birbirinden farklı, farklı kesimlerden insanlarla görüştüm; meselâ bir ülkücüyle sohbet ettim. Oğlunun ilginç bir şekilde solcu olduğunu, nasıl olduğunu bilmediğini söyledi. Yani böyle yalan söyleyecek bir hâli yoktu. Daha İslâmî kesimden olan başka birisinin de aynı şeyi söylediğini gördüm. Tanıdığım, çok eskiden beri tanıdığım İslâmî kesimden insanlarla sohbet ettiğimde, meselâ şunu sordum: Benim ilk gittiğim yıllarda, 90’lı yılların başlarında filan kitapçılar şunlar bunlar, özellikle İslâmî kitaplar satılan yerler gençlerle dolar taşardı. Kayseri bir de üniversite şehri. Çok büyük bir üniversitesi var. Başka üniversiteler de var, ama Erciyes Üniversitesi tek başına yeter zâten, Kayserili gençler de var. “Ne durumda İslâmî gençlik?” diye sordum. Eskiyle kıyaslanmayacak ölçüde gençlerdeki ilginin azaldığını söylüyorlar. Çünkü artık bambaşka bir Türkiye, bambaşka bir dünya var. Ve özellikle yeni kuşaklar bu eski ideolojik ezberlerle çok da fazla barışık değiller. Muhakkak ki bunun etkisinde olanlar var, ama büyük ölçüde de arayışlar var. Dolayısıyla yıllardır gidip gördüğüm ve her seferinde yeni bir şey öğrendiğim Kayseri, bu sefer de bana çok şey gösterdi, öğretti. O anlamda Kayseri’ye bir kere daha minnet borcum var. Türkiye’yi anlamada gerçekten benim için çok önemli bir yerdir. Ve bu sefer gördüklerimden, sohbetlerimden, bir devrin kapandığı yolundaki düşüncemi iyice güçlendirerek ve olayı daha iyi anlayıp, daha iyi anlatabilme imkânına sahip olarak döndüm. İyi de oldu. 

Bitirmeden önemli bir not düşmek istiyorum, bambaşka bir not. O da Ahmet Şık’la ilgili. Ahmet Şık benim çok eski bir arkadaşım, dostumdur. Çok sevdiğim, çok güvendiğim; gazeteci olarak da, ama duruşuyla, her yönüyle gerçekten ve çok değişik dönemlerde, birbirinden farklı dönemlerde bedel ödemiş bir arkadaşımdır. Son günlerde yaşanan bir kayıttan hareketle başına gelenleri hepimiz gördük. Kimileri bundan memnun oldular ve buradan hareketle Ahmet’i linç etmeye kalktılar, üzerine çarpı atmaya kalktılar. Ama bu öyle kolay olabilecek bir şey değil. Olmayacak. Olmasına da izin vermeyeceğiz. Yaptıklarının, söylediklerinin doğru olduğunu kesinlikle söylemiyorum. Yanlış yaptığını da biliyorum. Kendisi de anladığım kadarıyla biliyor. Ama her insan yanlış yapar, hatâ yapar. Böyle kendini yıllar boyunca, defalarca, en kritik anlarda kanıtlamış birisinin, Türkiye’ye çok lâzım olan birisinin, Türkiye’ye çok şey katmış ve katacak olan birisinin bir yanlış üzerinden üstünün çizilmesi çabalarını üzüntüyle karşılıyorum. Ve hayret etmeyeceğim, çünkü hayret değil; çünkü Türkiye böyle bir ülke, belki dünya böyle bir dünya.  Buna Ahmet de izin vermeyecektir, arkadaşları da izin vermeyecektir. Dostlarımız hatâlarıyla sevaplarıyla bizim dostlarımız. Dolayısıyla ben Ahmet’le olan dostluğumuzu bu yaşananın –tabiî ki etkilenecektir ama– bozmayacağını burada sizlerin önünde söyleme ihtiyâcı hissediyorum. Bunları söylemeden önce Ahmet’le hiçbir şekilde konuşmadım. Özel olarak konuşmamaya çalıştım. Kafamı iyice toplamaya çalıştım. Ama bunu bir vatandaş olarak da, yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ruşen Çakır olarak da ve tabiî ki Ahmet’in dostu Ruşen Çakır olarak da bu sözleri söylemenin bir vazife olduğu düşüncesindeyim. Onun için söyledim. Kayda geçsin istiyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.