14 ve 28 Mayıs seçimlerinden önce Ruşen Çakır ve Kadri Gürsel, “Bir devir kapanıyor mu?” diye sormuşlardı. Seçim sonuçlarıyla birlikte Türkiye’de bir devir kapanmadı. Seçmen, değişim yerine istikrar ya da bekâ dedi. Seçim sonuçlarının ardından da üzerinden şoku atlatamayan muhalefeti konuşmaya devam ediyoruz. Yerel seçimlere 7-8 ay kala muhalefet yeniden bir araya gelebilir mi? Kılıçdaroğlu’nun en büyük hatası neydi? Değişim tartışmaları doğru bir zeminde ilerliyor mu? Çakır ve Gürsel tartıştı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Kadri Gürsel ile Türkiye’de muhâlefetin yerel seçimlere hazır olup olmadığını konuşacağız. Kadri, merhaba.
Kadri Gürsel: Merhabalar.
Ruşen Çakır: Seninle en son seçimlerden önce stüdyoda yaptığımız yayında “Bir Devir kapanıyor mu?” diye konuşmuştuk; ama seçim sonuçlarıyla birlikte devir kapanmadı. Biz yanıldık. Şimdi, “Muhâlefet seçimlere hazır değil” deriz, hazır çıkar; ona göre önceden tedbirimizi alalım. Şaka bir yana; ne oldu, nasıl oldu bu Kadri? Öncelikle, muhâlefetin seçim yenilgisini bir konuşalım. Her ne kadar Kılıçdaroğlu buna, “Başarısızlık değil” dese de, bana göre başarısızlığın da ötesinde bir hezîmet oldu. Sen ne dersin? Ne oldu da böyle oldu?
Kadri Gürsel: Peki, o zaman en baştan alalım. Elbette ki toplumda çok büyük bir değişim beklentisi vardı. Maalesef, Millet İttifâkı ve onun ortak adayı bu beklentiyi karşılayamadı. Bunun sonucunda da, bugün, muhâlif toplumdan kaynaklanan derin bir güvensizlik ve öfke görüyoruz. Bu öfkenin ve güvensizliğin aşılması için, değişim olmasa bile bir değişikliğin olması lâzım. Ancak artık bu iki aydır süren duygu durum bozukluğunun da aşılması, soğukkanlı bir tartışmanın yapılması îcap ediyor. Ben bunu özellikle savunuyorum. “Ne oldu?” sorusuna, iki ay sonra daha sâkin, artık daha durmuş oturmuş, duygusal dalgalanmalardan arınmış bir zihin açıklığıyla cevap verebilmek lâzım.
Kılıçdaroğlu’nun şöyle bir handikapı vardı: Ortak adaylığını empoze etti; empoze etmesi kadar da doğal bir şey olamazdı. Millet İttifâkı’nın adayı olmak istiyordu ve bu onun doğal hakkıydı. Çünkü Millet İttifâkı’nı ortaya çıkaran, vücûda getiren iki siyâsetçiden biri ve daha büyüğüydü — oynadığı rol îtibâriyle başında olduğu partinin büyüklüğü. Ortada gerçekten de Türkiye’deki bu otoriter rejimin değişmesi, demokratikleştirilmesi, demokratikleşerek değişmesi açısından da önemli bir fırsat vardı ve bence şartlar olgundu. Bu bakımdan, Millet İttifâkı’nın oluşumu târihsel bir gelişmeydi ve bu iktidar, sâdece ittifaklar politikası ve stratejisiyle aşılabilirdi. Kılıçdaroğlu çok doğru bir iş yaptı.
Millet İttifâkı, somut olarak 2016’dan îtibâren başlayarak –ittifak denemeleri daha önceye gidiyor tabiî– adım adım yürüdü. Millet İttifâkı’nın Türkiye’ye vaat ettiği değişimin belgeleri ve bu belgeler üzerindeki mutâbakat da mevcuttu. Önce mutâbakat vardı, sonra belgeler ortaya çıktı. Anayasa taslağı, hükûmet programı, rejim değişikliği vizyonu… Yani bu otoriter başkanlık rejiminde seçimler yoluyla güçlendirilmiş parlamenter rejime geçişin belgesi — ki en başta zâten o çıktı ortaya. Dolayısıyla içi boş değildi bunun. Fakat iki hatta hatâlar yapıldı. En büyük hatâ –burada tekrar ediyorum– Kılıçdaroğlu’na âit değildi. Meral Akşener’e, İYİ Parti’ye âitti. Meral Akşener ve İYİ Parti en başından îtibâren “kazanacak aday” söylemi etrâfında tâlî bir kampanya kurgulayarak, Kılıçdaroğlu’nun ortak aday olmasına karşı bir kamuoyu oluşturdular. Çünkü orada, en başta, Millet İttifâkı’nın yola çıkarken zımnen ortak adayının kim olacağı husûsunda bir anlaşmanın da henüz olmadığı görünüyordu. Bu, ciddî bir handikaptı. Aslında Millet İttifâkı’nın, en başta, henüz yola koyulurken, her şeyden önce ortak cumhurbaşkanı adayının kim olacağı hususunda zımnî bir ön kabûle varması gerekiyor imiş. Millet İttifâkı bunu sağlayamadan yola çıkıyor. Bu aşamayı atlayarak yola çıktıkları için, bu kadar çok mesâî, bu kadar çok emek boşa gitmiş gibi. En son, hükûmet programının hazırlanmasına kadar geçen süreçte yaşananları kastediyorum. Adı konmasa da hükûmet programıydı o. Şu aşamada bu kadar emek de boşa gitmiş gibi görünüyor. Millet İttifâkı en başta, 2019’daki yerel seçimler bağlamından çıkıp, ortak adayda mutâbık kalıp yoluna devam etmeliydi — bu yapılmadı. Ne Kılıçdaroğlu, ikili görüşmelerinde, “Meral Akşener zâten reddedecek” diye bu konuyu gündeme getirdi, ne de Meral Akşener, “kazanacak aday” söyleminden vazgeçti.
Aslında ben, Kılıçdaroğlu’nun Millet İttifâkı’nın ortak adayı olması gerektiğini savundum. Bunu benimsemek gerekir anlamında değil, bu görevi ondan başkasının, bihakkın yerine getiremeyeceğini başından beri savundum. Hâlâ da aynı kanaatteyim. Diğer adaylar açısından baktığımızda, bunun neden olamayacağını zâten söylemiştim; tekrar söyleyeyim: Hiçbir zaman siyâsette bir siyâsî liderlik, programı hazırlayıp, ittifak çatısını kurup, iktidar yolunu döşeyip, sonra da “Ben bu yolda yürüyemeyeceğim gel, sen yürü” demez; böyle bir şey olmaz. Bu siyâsetin gerçekliğine aykırıdır.
Başa döneyim: Meral Akşener 3-6 Mart krizinden ağır yaralı olarak çıktı. Bunun sonucunda partisinin aldığı oy ölçülebilir. Yani bu boş bir iddia değildir. 3-6 Mart krizi, aslında Millet İttifâkı’na sandığımızdan çok daha ağır bir darbe vurmuş görünüyor. Abartılı, manipülatif kamuoyu araştırmalarında İYİ Parti 17-18 bandında gösteriliyordu. Hadi o değil, ama daha gerçekçi araştırmalar 12-13 bandında bâri… Benimkisi tamamen hissiyâta, politik bir görüye dayanan bir düşünce. Ama İYİ Parti seçimden 8-8,5’la çıktı. Yani bir önceki seçimde aldığı oydan biraz daha azını aldı. Bu ciddî bir başarısızlık ve ciddî bir yenilgiydi. Bu mânâda, İYİ Parti oylarının çok azı ittifak partisine gitti; onu görüyoruz. MHP’ye bile oy kaybetti İYİ Parti. Bu mânâda bakıldığında, ben buradaki temel problemin İYİ Parti ve Meral Akşener’den kaynaklandığını düşünüyorum. Ama bu problemin ortaya çıkmasını hazırlayan da Kılıçdaroğlu’dur. Sorunu sürüncemede bıraktı. Halbuki en başta anlaşmaları gereken konu, ortak adayın kim olacağı meselesiydi. O konuda zımnî bir anlaşmaya varmadan yola çıkmaları büyük bir hatâymış. “Kervan yolda düzülür” mantığıyla, tipik bir yerli kafayla yola çıkıldı. Bizim kültürümüzde olan bir şey bu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İkincisi de — bunu çok özet geçeceğim, fazla zaman almak istemiyorum: Kampanyada, özellikle birinci turun son 15 gününde yapılan büyük hatâlar: Nedir o hatâlar? Suriyeliler, Afganlar meselesine yeterince ağırlık verilmedi. Bu konuda somut vaatlerde bulunmaktan ziyâde, konu daha geniş bırakıldı ve Zafer Partisi’ne ve ATA İttifâkı’na büyük alan açıldı. Bu alan açılmayabilirdi. Nitekim CHP Genel Başkanı Yardımcısı Bülent Kuşoğlu’nun BBC’ye verdiği söyleşisinde görüyoruz ki orada da hatâlarını teslim ediyorlar. “Biz Suriyeliler konusunu yeterince anlayamadık, anlasak bile muhâlif topluma gerekli cevâbı veremedik. Suriyeliler meselesinin onlar için ne kadar vahim ve büyük olduğunu yeterince politikalaştıramadık, bunun siyâsetini yürütemedik” meâlinde bir açıklama yaptı.
İkinci konu ekonomi. Muhâlefet ekonomi konusunda seçmeni korkutmalıydı. Eğer iktidâra gelmezlerse ve iktidar kalırsa, ekonominin feci bir duruma sürükleneceğini yeterince açık ve seçik anlatamadılar. Kendilerinin, Türkiye’yi bu ekonomik krizden çıkarabilecek plan, program ve kadroya sâhip olduklarını da yeterince anlatamadılar. Şimdi görünen durum ortada: 30 TL’ye doğru giden bir dolar ve korkunç bir zam yağmuru altındayız. Bunun öngörülmesi lâzımdı. Çünkü bu iktidârın dışarıdan kaynak bulma kapasitesi sıfıra yakın. Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Katar’a gidip oradan para dilenmekle olmuyor bu iş. Türkiye’de yatırım iklimi ve güven inşâsı gerekiyordu. Mehmet Şimşek ve Gaye Erkan’ı getirdiler. Bu iki kişi hiçbir sonuca yol açmadı. Çünkü eski ekibin kadroları, bütün bu Merkez Bankası’nın politikalarını yürüten kadrolar hâlâ orada duruyor.
Üçüncüsü, buna bağlı olarak bir liyâkat söylemi. Yani, “Kamuda atamalarda liyâkate değer vereceğiz. Mülâkatları kaldıracağız” diyerek aslında iktidar seçmenini korkuttular. Çünkü iktidârın ekonomi-politiği, seçmenin bu yolla devlete yerleştirilerek satın alınması ve bağlanmasından oluşuyor. Muhâlefet, “Ben partizanlık yerine liyâkate değer vereceğim” dediğinde, bu belki kendi seçmenine hoş görünebilir; “Nihâyet adâlet geliyor” diye düşünebilirler. Ama iktidar seçmeni, “Eyvah! İşimizden olacağız!” diye korkar. Çünkü AKP döneminde daha önce 2,5 milyon olan memur sayısı 5 milyona çıkmışsa, bunun bir açıklaması var: Burada fazladan 2,5 milyon memur alımı var. Yani aslında Türkiye’de orta sınıf, AKP’nin tabanını kaynak aktarımı yoluyla, bu ÖTV’den KDV’lerden besliyor. Bu konunun üstünde yeterince durulmadı, tam tersine iktidar seçmeni korkutuldu.
Kadın konusuna yeterince önem verilmedi. Târihin “en gerici” iktidar ittifakı oluşmuşken –bakın, “en gerici” ifâdesini özellikle kullanıyorum–, en gerici iktidar ittifâkı oluşmuşken, bunların ikisi de iki uçta kadın düşmanı partiler iken, muhâlefetin iktidâra geldiğinde kadın konusunda neler yapacağı veya nasıl bir güvence oluşturacağına dâir bir vurgu yapılmadı.
Şimdi burada iki ayaklı bir yenilgi dinamiği var. Birincisi 3-6 Mart krizi. Onun öncesinde ortak aday konusunda anlaşmadan yola çıkılması ve kampanyada yapılan yanlışlar.
Ruşen Çakır: Kadri, istersen geçmişi bırakıp şu âna gelelim.
Kadri Gürsel: Evet, biraz üzerinde durduk. Ben söyleyeceğimi söyledim.
Ruşen Çakır: Şimdi biraz yenilginin yönetilmesi meselesinden konuşalım. Açıkçası ben bir yönetme göremiyorum. Şu âna kadar kaybeden tarafların içerisinde en dolaylı kaybeden olan HDP Yeşil Sol Parti’de bir özeleştiri arayışı var. Ama onun dışındaki diğer partiler, bu konuda çok da fazla bir şey yapmadılar. Meselâ İYİ Parti kongre yaptı, ama bir şey çıkmadı. CHP’de MYK değişimi dışında pek bir şey yok. Zâten Millet İttifâkı’nın diğer partileri, bir anlamda bedâvadan aldıkları milletvekilliklerinin keyfini çıkarmaktan, çok fazla bir şeyle ilgilenmiyorlar. 38 milletvekili aldılar, ne kadar oy getirdikleri şüpheli. Şu âna kadar da ciddî bir özeleştiri, muhâsebe görmüyoruz. Bir de, CHP’deki tartışmalarda, birbirine yakın iki kavram ekseninde; “değişme ve yenilenme” üzerinden giden, ama aslında bence çok da fazla bir şey söylemeyen bir tartışma var. Katılır mısın?
Kadri Gürsel: Evet, genel hatlarıyla katılıyorum. En son söylediğinden, CHP’den başlayayım: “Değişim” deniyor; değişimi en iyi anlamlandıran, dediğim gibi, Millet İttifâkı’nın mutâbık kaldığı belgeler eksenidir. Değişim gerçekten böyle bir şeydir. Bir siyâsî parti için değişim de, partinin ideolojisi, buna bağlı olarak siyâseti, örgütlenmesi ve yapılanmasının değişimidir. Liderlik değişimi ise değişim değildir. Hele değişim olarak kastedilen yeni liderin, ne düşündüğünü, ne tür bir değişimi ifâde ettiğini, temsil ettiğini bilmiyoruz — Ekrem İmamoğlu’ndan bahsediyorum. Bunu hiçbir zaman bilemedik. Bu bakımdan ben ne değişim kavramını doğru buluyorum –içi boş bir kavram–, ne de Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Değişim değil yenilenme” demesini. Yenilenme de aslında boş bir kavram. Bu iki kavram, aslında tamâmen durumu idâre etmek çerçevesinde kullanılan kavramlar. Değişimden anladığımız, aslında değişim değil. Benim gördüğüm kadarıyla, değişimden kastedilen değişiklik, genel başkan değişikliği isteniyor — ki bunun da haklı gerekçeleri var. Ama değişiklik olunca ne değişecek onu bilmiyoruz. Değişiklik olunca genel başkanı değişecek, ama genel başkanın değişmesiyle ne değişecek? Ekrem Bey, “Bunun içini birlikte dolduralım” diyor. Bu böyle olmaz. Yani liderlik dediğimiz zaman, liderin bir fikrî altyapısı vardır. Liderin bir önerisi, bir tavsiyesi, günümüzün sorunlarına cevâbı vardır. Günümüzün sorunları derken, Cumhuriyet Halk Partisi’ni kastediyorum. Cumhuriyet Halk Partisi’nin gerçekten bir yapısal dönüşüm geçirmek zorunda olduğu ayan beyan ortada.
Cumhuriyet Halk Partisi eğer bir kitle partisi ise, mevcut üyelik profilini Türkiye gerçekliğine yakınlaştırmadan, Türkiye’nin meselelerine, sorunlarına gerçekçi, sürdürülebilir ve kendi seçmen tabanı ötesinde geniş kitleler tarafından benimsenebilir çözümler bulma imkânına sâhip olamayacak — biz onu görüyoruz. Misal, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 20 milyondan fazla üyesi var. Bu aslında bir olumlu fişleme. Adalet ve Kalkınma Partisi üyesi olanların devlet tarafından kayırılması sonucunu veren bir olumlu fişleme. Ama Cumhuriyet Halk Partisi’ne üye olduğunuz zaman da iktidar tarafından fişleniyorsunuz. Fakat CHP’ye üye olmak da çok zor. Çünkü CHP’ye üye olduğunuz zaman, delegeleri seçme, delege belirleme imkânınız oluyor. CHP üyesi olmak bir güç. O delegeler de Parti Meclisi’ni, Genel Başkan’ı seçiyor. Dolayısıyla burada bir tıkanıklık var; bu tıkanıklığın aşılması lâzım. Cumhuriyet Halk Partisi’nin, en başta kendisini dönüştürmesi gerekiyor.
Muhâlefet ne istiyor? Ben “muhâlefet” diyorum; “değişim yanlıları” lâfına da gülüyorum açıkçası. Muhâlefet Kılıçdaroğlu’nun gitmesini istiyor. Evet, Kılıçdaroğlu’nun gitmesini gerektiren nedenler vardır; ama yerine gelecek olan doğal alternatif Ekrem İmamoğlu, Cumhuriyet Halk Partisi’ni nereden alıp nereye götürecek? Şu meşhur toplantı videosuna baktığımız zaman, Ekrem İmamoğlu’nun o video toplantısını yaptığı insanlar, yakın zamâna kadar Kılıçdaroğlu ile yol yürümüş, çoğu da MYK üyesi olan insanlar. Kılıçdaroğlu seçim sonrası seçim yenilgisini yönetemedi, evet, yüzde yüz katılıyorum sana. Çünkü böyle bir yönetim planı mevcut değildi. Kılıçdaroğlu bütün taşlarını kazanma yönünde oynamış ve yenilgi hâlinde ne yapacağı, ne diyeceği husûsunda hiçbir egzersiz yapmamış — ben böyle anlıyorum. Gerçek anlamda plansız, programsız, ne yapacağını bilmez halde yakalandı yenilgiye. Halbuki normalde demokrasilerde… tamam, demokrasi değiliz, ama demokrasicilik oynuyoruz; demokratik olmasa bile en azından seçim var. Demokrasilerde liderler bir zafer bir de yenilgi konuşması taşırlar; biri bir cebinde, diğeri öteki cebinde durur.
Biz burada farklı açılardan 2018’in tekrârını yaşıyoruz. Muharrem İnce seçim gecesi ortadan kayboldu ve hâlâ onun hesâbını veremiyor. CHP Genel Başkanı da 28 Mayıs’tan sonra gerçekten çok çok kötü bir yönetim sergiliyor maalesef ve bu sergilediği yönetimin de ülkeye ve muhâlif topluma çok büyük bir zararı var.
Büyük bir hatâ yaptı Kılıçdaroğlu: Misal, hemen seçim yenilgisinin ardından toplanan ilk MYK toplantısında, MYK üyelerinin istifâsını istedi. Hepsi istifâ ettiler. Sonra bâzılarını dışarıda bıraktı. Yeni MYK’ya da, eski MYK’da olan birkaç üye dışında yeni isimler aldı ve bunların bâzıları da çok tartışmalı isimler. Parti içinde de çok tartışmalı, kutuplaştırıcı, kamuoyunda çok tartışılan isimler. Bu mânâda Kılıçdaroğlu çok yanlış yaptı; maalesef çok çok kötü yönetiyor partiyi.
Ruşen Çakır: Burada bir parantez açayım: Özellikle MYK değişiminde, medya konusunda, CHP ile muhâlif medya olarak bilinen medyanın en azından bir kısmıyla, son günlerde çok sert kapışmalar yaşanıyor. Önce Halk TV ile yaşandı, şimdi de Oda TV ile yaşanıyor. Eren Erdem’in Medya, Planlama ve Sosyal Medya Politikalarından Sorumlu Genel Genel Başkan Yardımcısı olmasıyla berâber, feshedilen sözleşmeler, birtakım para alan gazeteci iddiaları var. Bunlara ne diyorsun? Aslında bunlar hep bir şekilde dile getirilen hususlardı; ama hepsinin birden böyle ortaya çıkması, karşılıklı suçlamalar, muhâlefetin çok da işine yarayan bir durum değil.
Kadri Gürsel: Kesinlikle değil ve zâten yenilginin yönetilememesinden kaynaklanan bir durum bu. Türkiye’de ana akım medyanın tasfiye edilmesinden sonra, bir iktidar medyası ortaya çıktı, bir de muhâlif medya ortaya çıktı — ki ben “bağımsız gazetecilik”, “bağımsız medya” ifâdesini kullanırken iktidardan bağımsız olmayı kastediyordum. Ancak bu kavramı artık gözden geçirmek zorunda olduğumuz ortaya çıktı. Muhâlif medya Cumhuriyet Halk Partisi’nin medyası ise bir medya organı. Bunun toplum tarafından bilinmesi lâzım. Bu bilinmeden yapıldığı zaman, bu konuda ilişki şeffaf kurulmadığı zaman, işte böyle nâhoş sürprizlerle karşılaşıyoruz.
Halk TV, aslında Cumhuriyet Halk Partisi tarafından kurulmuş ve sonra Baykal Âilesi tarafından özel mülk edinilmiş ve daha sonra satış yoluyla el değiştirmiş. İş insanı Cafer Mahiroğlu tarafından satın alınıyor. Ancak tabiî bir siyâsî kültür, bir ortak bellek var. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Partisi Halk TV’yi kendi televizyonu olarak görmeye devam ediyor. Aslında çok dar ve belki tek yanlı işleyen ilişkiler, bakış açıları de söz konusu gibi. Çok basit bir örnek vereceğim: Netîcede bir haber kanalı, haber değeri taşıyan bir yayıncılık yapmak zorunda, değil mi? Böyle olmak zorunda. Yoksa TRT’leşir. Ben Halk TV böyle olmuştur demiyorum; ama bunun örnekleri var. Meselâ biz Mehmet Tezcan’la “Konuşmasak Olmaz” programını yapıyorduk –seçimin birinci ya da ikinci turundan önceydi, tam hatırlamıyorum târihini, Ramazan ayıydı–; Kemal Kılıçdaroğlu, İslâm ülkeleri büyükelçilerine bir iftar yemeği veriyor. O sırada, Mehmet Tezcan’la sohbetimizin en keyifli yerinde yayınımız kesildi ve bana göre hiçbir haber değeri taşımayan bir konuşma; Kılıçdaroğlu’nun İslâm ülkeleri büyükelçilerine iftar öncesi ya da sonrasında yaptığı konuşma verildi. Beş dakika kadar bu yayınlandı. Ben o zaman bunu kafamda oturtamamıştım. Şimdi oturttum. Ben 2020’den beri, Halk TV Baykal Âilesi’nden Cafer Mahiroğlu’na geçtikten sonra Halk TV’de çok sayıda program yaptım. 2020’den 2023’ün Haziran’ına kadar. Ben böyle bir protokol olduğunu bilmiyordum. Bu olumsuz vesîle nedeniyle öğrenmiş oldum.
Bu, hem CHP açısından hem de Halk TV açısından çok şanssız bir gelişme oldu. Siyâseten söylüyorum: Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu yenilgiyi yönetememesinin bir sonucu bu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu yenilgiye, doğru, yerinde ve gerçek cevapları vermemesinin sonucunda, Halk TV ve Sözcü TV’de partide değişimi savunan sesler yükseldi; Cumhuriyet Halk Partisi liderliği tartışmaya açıldı ve bundan Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi çok rahatsız oldu. Onlar da Halk TV’ye verdikleri bu desteği sonlandırmış oldular. Bunu kamuoyuna hiç îlân etmeden de yapabilirlerdi. Burada siyâseten çok büyük hatâlar yapıldı. Cumhuriyet Halk Partisi ve Halk TV yönetimleri bunu kendi aralarında çözebilirlerdi. Çok beceriksizce, siyâsî olgunluktan ve hattâ kişisel olgunluktan uzak davranıldı. Ben CHP açısından söylüyorum bunu. CHP burada gerçekten çok amatörce davrandı. Çok gereksiz bir duygusallık içinde, kabalık yaptı Halk TV’ye. Bu da bence hem Halk TV açısından, hem de gazetecilik açısından bu durumun gözden geçirilmesi gerektiğini gözler önüne serdi. Ben Halk TV’nin gerçekten muhâlif ama bağımsız bir kanal olmasını temennî ederim hep. Sanırım bu temennîm de bu şekilde gerçekleşecek. Ama eğer CHP’de genel başkanlık el değiştirirse, bu ilişki sonra nasıl oluşacak ona da bakacağız.
Bu olayla, medya-siyâset ilişkilerinde şeffaflığın önemi ortaya çıkıyor. Ben Cumhuriyet Halk Partisi’ni ayıplamıyorum. Cumhuriyet Halk Partisi’nin, kendi sesini, kendi görüşlerini kamuoyuna duyurmak için mecrâ arayışında olmasını ayıplamıyorum. Medya bu kadar tahakküm altına alınmışken, ana akım medya yok edilmişken, Cumhuriyet Halk Partisi de bir medyaya sâhip olmak ister. Ama bu ilişkiler meşrû, açık, savunulabilir olmalı. Kamuoyu önünde, kamuoyunun bilgisi dâhilinde yapılmalı diye düşünüyorum. Sayıştay denetimine tâbi olması bu anlama gelmiyor.
Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu, yerel seçimlerle ilgili, var olan büyükşehirlere ek olarak, Balıkesir, Bursa, Manisa ve birkaç ili daha alacaklarını söyledi. Ama muhâlif seçmenin kafasında ve yorumcularda da, “Acaba İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya, Hatay’ı koruyabilir mi?” şüphesi var; hattâ İzmir bile insanların kafasında bir şüphe yaratırken, Kılıçdaroğlu kendinden çok emin. Hatırlarsan, 2019 yerel seçiminin hemen öncesinde, bir gazetecinin Kılıçdaroğlu’nun büyükşehirleri kazanacağıyla ilgili söylemlerine gülen bir gazeteci vardı. Kılıçdaroğlu, seçim öncesinde bunu hatırlatıp, “O zaman da bana gülmüşlerdi” dedi. Ben bunu dinlediğimde gülmedim, ama yadırgadım. Açıkçası şu hâliyle bu bana hiç gerçekçi bir yorum gibi gelmiyor. İstanbul’un, Ankara’nın, Adana’nın, Mersin’in CHP tarafından korunabileceği bile bence hayli şüpheli. Seçim yenilgisinden sonra ortaya çıkan psikolojik atmosfer var. Bir de, seçim yenilgisinin yönetilememesi var. Bu anlamda yayınımızın başlığına gönderme yapacak olursak, muhâlefet yerel seçime hazırlık yapıyor mu? Tabiî öncelikle CHP’yi kastediyorum.
Bir de, birlikte hareket edip etmeme meselesi de tekrar gündeme gelecek. Yeşil Sol Parti net bir şekilde bir daha ittifak yapmayacağını defalarca söyledi. İYİ Parti ile CHP’nin nasıl bir şey yapacağı henüz belli değil. Diğer partileri zâten çok fazla kişi dert edinmiyor artık. Yani “DEVA Partisi, Gelecek Partisi destek verir mi?” diye çok fazla merak etmiyoruz açıkçası.
Kadri Gürsel: Artık bir ehemmiyeti yok ve zâten destek istenmesinin de bir anlamı yok, sonuca etki etmeyeceği de çok açık. Dolayısıyla onları denklemden düşebiliriz.
Ben durumu şöyle görüyorum: Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nın 11 seçim kaybettiğini söylüyorlar. Bir kere bu doğru değil. Artı, böyle bir rekabetçi otoriter rejimde, devleti kontrol eden iktidârın düzenlediği seçimler açısından muhâlefet ne işe yarar? Muhâlefet üç tarzda etkileşim içine giriyor. Birincisi, bu otoriter rejimlerde, muhâlefetin hep seçimleri kaybetmesi, ama her seferinde yeniden seçime girmesi istenir. Zâten adı bu: Rekabetçi. Ortada bir rekabet var, ama şartlar tamâmen muhâlefetin aleyhine olduğu için… Çünkü medyaya erişimi yok, paraya erişimi yok, sürekli siyâset yasakları baskısı altında. Genel başkanlar, belediye başkanları siyâset dışı kalma tehdîdi altında. Siyâset yapma alanları sınırlanmış durumda. Fevkalâde bir asimetrik durum söz konusu. Yargı araçsallaştırılmış; muhâlefete karşı silâh olarak kullanılıyor. Muhâlefet bu şartlarda seçime girer ve kaybeder. Ama kaybedince ne yapar? İktidâra meşrûiyet sağlar. Yani burada muhâlefetin görevi, seçimlere girip kaybederek iktidâra meşrûiyet sağlamaktır.
Türkiye’de ilk defa 2023’te, muhâlefetin ittifak hâlinde ve güçlü bir program ve güçlü bir ittifak yapısı içinde seçimleri kazanma umûdu doğmuştu. Bu eşitsiz oyun sâhasında dahi maçı alma ihtimâli yüksekti. Fakat programımızın girişinde bahsettiğimiz nedenlerden dolayı muhâlefet bunu başaramadı.
Üçüncüsü, bir ülkede şartlar seçimlerin anlamsızlaşmasına doğru giderse –ki ben ilk defa Türkiye’de şartların, seçimlerin anlamsızlaşmasına doğru evrildiği kanaatindeyim–, o zaman da boykot seçeneği gündeme gelir. Muhâlefet seçimleri boykot ederek iktidârı yalnız bırakır ve iktidârın seçimlerden elde ettiği meşrûiyeti boşa çıkarır. İktidar için meşrûiyet tâzeleme aracı olan, tek araç olarak kalmış sandığın iktidârın elinden alınması söz konusu olur. O noktaya yakın mıyız, değil miyiz?
Ben fiilen dördüncü bir noktaya doğru gittiğimiz kanaatindeyim. O da en başta, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’nin bu seçim yenilgisini fevkalâde kötü yönetmesinden kaynaklanıyor. Ama diğer taraftan, İYİ Parti’nin ve Meral Akşener’in, 3-6 Mart krizi öncesinde, sonrasında ve şu an yaptıklarının da bunda rolü var. Genel olarak muhâlefette –Yeşil Sol Parti’de de öyle– yenilgi sonrası yaşanan derin bir çözülme demeyeceğim ama, atâlet ve moral bozukluğu görüyorum. Ama ondan da önemlisi, asıl konu, muhâlif toplumun siyâsete olan ilgisinin giderek azalması, muhâlefete olan güvenin ortadan kalkmış olması ve bu güvenin sağlanması için yapılacakların fevkalâde sınırlı olması.
Eğer muhâlif toplum seçim yoluyla Türkiye’de bir şeylerin değişebileceğine olan inancını yitirmeye doğru hızla ilerliyorsa, muhâlefetin, bu son derece olumsuz gidişe karşı radikal tedbirler alarak cevap vermesi îcap eder. Ben CHP’nin elinde de böyle çok fazla imkân görmüyorum. Sâdece genel başkan değişikliği ilk aşamada böyle bir imkân sunuyor. Başka da bir imkân göremiyorum açıkçası. CHP ile ilgili olarak son iki ayda benim görüştüğüm insanlar, ayaküstü yaptığım sohbetlerden, insanlardan, muhâlif toplumdan aldığım izlenim, Kılıçdaroğlu’nun siyâsî geleceğinin olmadığını anlatıyor. Muhâlefet, Kılıçdaroğlu’nun çekilmemesi hâlinde bu travmayı atlatamayacak. Eğer bir de seçimlere girilirse –ki girilecek–, muhâlefet bu hâliyle iktidar için çok kolay bir yem olacak ve kendi elleriyle iktidâra hiç görmediği kadar kolay bir meşrûiyet sağlama imkânı sunacak. Ben öyle görüyorum.
CHP Genel Merkezi, “Gemiyi sağlam limanlara götürmek” gibi bir söylemin arkasına saklanıyor. Ben bu söylemin boş bir söylem olduğu kanaatindeyim. Çünkü bu şekilde gidildiği takdirde, geminin yüzeceği su kalmayacak ortada. Deniz kuruyacak, bitecek. Siyâset gemisini yüzdüren şey, muhâlif toplumun o gemiye, siyâset gemisine duyduğu ilgi, gösterdiği teveccüh, verdiği destektir. O çekildikten sonra, geriye çok daralmış, ancak köküne inmiş bir yapı kalacak — ki bu yapıyla yerel seçimlerde herhangi bir başarı elde etmesini zor görüyorum.
Bir şey daha söyleyeyim: İttifaksız, Ankara ve İstanbul büyükşehir belediyelerinin muhâlefette tutulması imkânsız. Seçim sonrasında çıkan tabloya bakarak, ittifak şartlarının da tahrip edildiğini görüyorum. Özellikle Ümit Özdağ’ın yaptığı açıklama, Kılıçdaroğlu’nun iki seçim turu arasında kapıldığı paniğin netîcesinde yapmış olduğu gizli protokol, Millet İttifâkı’nın sürdürülmesi için gerekli olan güven şartlarını da ortadan kaldırmış gibi görünüyor. Ama siyâset bu; belli olmaz.
Ruşen Çakır: Kadri şunu sormak istiyorum — belki de toparlamayı böyle yaparız: “Kılıçdaroğlu’nun siyâsî geleceği olmadığını gözlemliyorum” dedin.
Kadri Gürsel: Evet, yok.
Ruşen Çakır: Ama anladığım kadarıyla Kılıçdaroğlu yerel seçimlere partinin başında girmek istiyor.
Kadri Gürsel: Öyle görünüyor. Hattâ Kurultay’da yeniden seçilmek istiyor.
Ruşen Çakır: Böyle bir durumda, zâten var olan moral bozukluğunu telâfî edebilecek bir ihtimal de gözükmüyor. O zaman baştan eksi bir yerden başlayacak muhâlefet.
Kadri Gürsel: Maalesef. Kılıçdaroğlu delegeye hükmettiğini, delegenin onu destekleyeceğini biliyor. O yüzden topu Kurultay’a atıyor. Halbuki CHP’de bir Kurultay olmalı, belki Kurultay’la değişmeli liderlik. Ama bu noktaya kadar da, bu politikalarla, bu kaptanlıkla götüremez o gemiyi. Bir örnek vereyim: Deniz Baykal, 18 Nisan 99 seçimlerinde CHP baraj altında kalınca, partinin genel başkanlığından hemen istifâ etmişti hatırlarsan. Sonra 2000’de, Altan Öymen’den kurultay yoluyla genel başkanlığı devralmış, geri gelmişti. Yani böyle olması gerektiği için istifâ etmişti Deniz Baykal, geri geleceğini biliyordu.
Şimdi durum farklı. Evet, bu eşitsiz oyun sâhasında, bu rekabetçi otoriter rejimde, muhâlefetin hep kaybettiği seçimler netîcesinde, her seçimin ardından bütün muhâlefetin genel başkanları istifâ etsin, tasfiye edilsin, siyâset dışına atılsın, yenileri gelsin, iktidar da böylece dümenini sürdürsün… bu böyle bir şey değil. 99’da demokrasi vardı. Beğenmesek de, estek köstek de olsa işleyen bir demokrasi vardı. Bugün Türkiye’de demokrasi yok. Bugün seçim yapılıyor, ama bu seçimler demokratik değil; ne özgür ne de âdil. Fakat ben Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığını seçim kaybettiği için bırakması gerektiği düşünmüyorum. Seçim kaybettiği için değil; yaptıklarıyla seçmeninin siyâsetten uzaklaşmasına yol açtığı ve yeniden bir ittifak oluşmasının önündeki engel olduğu için genel başkanlığı bırakması gerektiğini düşünüyorum.
Kılıçdaroğlu’nun siyâsî kariyerindeki en büyük başarısızlığı şudur: 2010’da Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanı oldu. On üç yıldır partisinin başında. Türkiye, bu 13 yıl içinde, eksik, yarım demokrasiden, tam anlamıyla bir rekabetçi otoriter rejime savruldu. Ana muhâlefet partisi CHP, bu otoriterliğe doğru savrulmayı önleyemedi. Aslında Kılıçdaroğlu’nun –varsa bir başarısızlığı–, büyük resme baktığımız zaman en büyük başarısızlığı, seçimlerden bağımsız olarak, Türkiye’nin otoriterliğe savrulmasını önleyememiştir; onun önüne set çekememiştir maalesef. Adâlet Yürüyüşü gibi bâzı irâdî müdâhaleleri doğrudur, yerindedir. Ama bazı anlarda da son derece hareketsiz kalmış ve bu savrulmayı önleyememiştir. Önleyebilir miydi? Evet, önleyebilirdi. Yani bu seçimler kazanılabilir miydi? Kazanılabilirdi. Türkiye’nin otoriter savrulması önlenebilir miydi? Önlenebilirdi. Ama maalesef önlenemedi. Ben bu konuda sâdece Kılıçdaroğlu’nu değil, en başta tabiî ki ana muhâlefet olarak CHP Genel Merkezi’ni sorumlu tutuyorum. Sivil toplumu da, bütün muhâlif siyâseti de sorumlu tutuyorum. Hepimiz sorumluyuz bundan; önleyemedik bunu. “Biz” diye konuşuyorum. Olmadı, başarılamadı. Budur.
Ruşen Çakır: Evet, noktayı koyalım Kadri. “Budur” diyerek bitirelim. Çok sağ ol. Kadri Gürsel’le, “Muhâlefet yerel seçimlere hazır mı?” diye konuştuk ve hazır olmadığı sonucunu çıkardık. Zâten bu cevâbı biliyorduk galiba. Ama çok güzel bir söyleşi oldu. Kadri’ye çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.