Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın konuğu Hakan Şahin: Ordu-siyaset ilişkilerinde değişen ve değişmeyenler

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son kez MGK’ya katılan ve 30 Ağustos’ta emekliye ayrılayacak Kara ve Hava Kuvvetleri Komutanları’na takdim ettiği hediyeler ve törende Orgeneral Musa Avsever’in Erdoğan’a sarılması hâlâ gündemde.

Peki Türkiye’de ordu ve siyaset ilişkilerinde değişenler ve değişmeyenler neler?

Ruşen Çakır’ın konuğu Serbestiyet yazarı Hakan Şahin.

Yayına hazırlayan: İrem Yavuz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. Türkiye’de ordu-siyâset ilişkilerinde değişen ve değişmeyenleri konuşacağız. Bunu da Serbestiyet yazarı Sayın Hakan Şahin’le yapcağız. Hakan Bey, merhaba, iyi pazarlar.

Hakan Şahin: Merhabalar, iyi pazarlar Ruşen Bey.

Çakır: Sağ olun. Eski bir Türk Silâhlı Kuvvetleri mensûbusunuz ve Serbestiyet’teki yazılarınızdan biliyoruz: Çok yakından tâkip ediyorsunuz, eskiden içeride yaşadığınız yeniyi dışarıdan gözlüyorsunuz. Ve bayağı bir değişiklik var. Bu yayını yapma nedenimiz de en son Yüksek Askerî Şûrâ karârıyla Kara ve Hava Kuvvetleri komutanlarının emekliye ayrılmaları meselesi ve emekliye ayrıldıktan sonra da her ikisinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a teveccühlerini belirtmeleri meselesi… Çok ince bir olay. Ben de kendimce bunu geçen hafta “Askeri vesâyetten ne kaldı?” diye yorumlamaya çalıştım. Ama sizin yazınızı daha sonra gördüm. Sizin yazınız daha fazla bilgi ve geçmişe gönderme içeriyor. Onun için bu önemli konuyu biraz sizinle konuşalım istiyorum. Öncelikle bir durum saptaması yapalım: Şimdi, Musa Avsever Kara Kuvvetleri Komutanı’ydı ve hattâ Yaşar Güler’in bakan olması nedeniyle Genelkurmay Başkanlığı’nı da vekâleten yürütüyordu. Atilla Gülan da bir yıl önce Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmişti. Normal şartlarda Musa Avsever’in Genelkurmay Başkanı olması, Atilla Gülan’ın da Hava Kuvvetleri’nde görev süresinin uzaması bekleniyordu. Teâmül — askerde böyle deniyor değil mi? Teâmüllere göre bu bekleniyordu. İkisi de olmadı. İkisi de emekliye sevk edildi ve eskiden bu haberi biz gazetelerde yaparken, “kırgın paşalar” falan derdik. Bunların da normal şartlarda küskün olmaları gerekirken, minnet gösterdiler Erdoğan’a. Siz şimdi yazmışsınız; ama yazıyı okumayanlar için bir özetleyecek olursak, buradaki sâhici olan ne? Biraz post-truth bir durum yaşanıyor. Olayı bir özetler misiniz? Aslında orada ne oldu?

Şahin: Tabiî. O videoyu birkaç kez izledim. Hattâ birkaç kezden daha fazla, 10-15 defa izledim. Her izleyişimde de farklı şeyler gördüm. Sizin yayınınızda söylediğiniz gibi, çok kısa bir andı aslında o; yani hattâ birkaç saniyelik, bir dakika bile sürmeyen bir andı; ama içerisinde çok fazla şey barındıran bir andı. Ne olmuştu hatırlarsak: Şimdi, o gün Millî Güvenlik Kurulu toplantısı yapılıyordu ve bu iki komutanımız Org. Avsever ve Org. Gülan, 30 Ağustos’tan îtibâren emekli olacakları için bir sonraki Millî Güvenlik Kurulu toplantısına katılmayacaklardı. Ve kendilerine yapılan bir jest kapsamında da, Cumhurbaşkanı kendilerine katıldıkları bu son toplantı kapsamında Kuvvet Komutanı olarak değil Millî Güvenlik Kurulu Üyesi sıfatıyla bir ödül, bir hediye takdim etti. Yani bu tören aslında Kuvvet Komutanlığı diye bir teslim töreni veya bir emeklilik töreni değildi. Millî Güvenlik Kurulu Üyesi sıfatıyla bu iki komutana son toplantı hasebiyle bir anı takdimi töreniydi. Fakat anlaşıldığı kadarıyla bu fırsattan istifâdeyle tören bir bakıma da bir emeklilik veya Kuvvet Komutanlığı devir-teslim törenine de dönüştürülmüş gibi. Bunu her iki komutanın Cumhurbaşkanı’na hitâben yaptıkları kısa konuşmadan anlıyoruz. Bu kısa konuşmada her iki komutan da ortak bir iki cümle kurdular. O cümleler şuydu: Birincisi, dediler ki: Sayın Avsever 52 yıldır, Org. Gülhan da 47 yıldır Silâhlı Kuvvetler üniforması giydiğini, artık bunun sonuna geldiklerini, fakat gelebilecekleri son rütbeden ayrıldıklarını, bundan dolayı da Cumhurbaşkanı’na şükran ve minnet duyduklarını ifâde ettiler. Bu ifâde edişten ben şunu anladım: Sizin az önce söylediğiniz gibi, bu konuşmanın arkasında iki tane bagaj var aslında. Birinci bagaj, sizin söylediğiniz gibi YAŞ kararları kapsamında her iki komutanın aslında eğer siyâsî iktidar tarafından istenseydi görevlerine devam ettirilecekleri veya Avsever için Genelkurmay Başkanı yapılma olasılığı ve yapıldığı takdirde de geçen yıl yapılan yasa değişikliği kapsamında beş yıl daha birer yıl uzatmalarla 72 yaşına kadar bu görevde tutulması sağlanabilecekti, böyle bir ihtimal vardı. Fakat bu ihtimal kullanılmadı. Emekli edildi ve yerine Kuvvet Komutanlığı yapmamış, teâmülen bugüne kadar Cumhuriyet târihi boyunca ilk kez Kuvvet Komutanlığı yapmayan bir isim, 2. Ordu Komutanı Org. Gürak Genelkurmay Başkanı olarak atandı. Dolayısıyla her iki komutan benim anlayabildiğim kadarıyla –yanlış yorumluyor da olabiliriz, ama doğru olduğunu düşünüyorum– YAŞ’ın bu karârından dolayı ve YAŞ Başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı’nın bu karârından dolayı kesinlikle kırgın olmadıklarını, bundan alınmadıklarını ifâde etmek istediler bence. Cumhurbaşkanı’nın bu yönde bir îmâsı olmamasına rağmen, bildiğimiz kadarıyla varsa bile böyle bir düşüncesi, kesinlikle böyle bir şeyin söz konusu olmadığını o sormadan ifâde etmiş oldular. İki bagaj var demiştim. İkinci bagaj da şu — aslında bu birinci bagaja getiren ikinci bagaj. Cumhuriyet’te sanırım Barış Pehlivan yazmıştı bunu, rivâyet o ki geçtiğimiz yıl içerisinde dönemin Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar, kuvvet komutanları ve Genelkurmay Başkanı’ndan CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu aleyhine bir tazmînat dâvâsı açmalarını istiyor Kılıçdaroğlu’nun Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne ilişkin bir eleştirisinden dolayı. Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler dâvâ açmayı kabul ettiğini söylüyor. Kara ve Hava Kuvvetleri Komutanları bundan imtinâ ediyorlar rivâyete göre. Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın da çekimser kaldığını yazmıştı gazeteci. Daha sonra Millî Savunma Bakanlığı bu haberi yalanladı. Fakat doğru olma olasılığı da var gibi geliyor bana. Arkasından Hulusi Akar, kuvvet komutanlarına şunu söylüyor:“Bu tercihinizin bedelini ödersiniz”. Ve durumu Sayın Cumhurbaşkanı’na ifâde ediyor, Kara ve Hava Kuvvetleri komutanlarının dâvâyı açmaktan imtinâ ettiklerini, kendisinin de onlara bunun bedelini ödemeye hazır olmaları gerektiğini söylediğini ifâde ediyor. Belki de arkasında böyle bir bagaj vardı Yüksek Askerî Şûrâ’ya gelinirken. Şimdi eski bir asker olarak bu görüntüyü, Millî Güvenlik Kurulu toplantısı öncesinde söylenen bu sözleri nasıl yorumlamalıyız kısmına baktığımızda; ben eski asker olarak bir miktar üzüntü duydum. Şundan dolayı üzüntü duydum: Şimdi, askerlik mesleği dünyanın her yerinde birtakım ortak özellikler, nitelikler barındıran bir meslek. İşte, cesâret, kahramanlık, liderlik, inisiyatif gibi birtakım özellikleri var. Mesleğin icrâsı için bu özelliklere sâhip olunması gerekiyor. Sonunda ölüm olan ve ölüm emirlerinin verilip alındığı bir meslek. Dolayısıyla asker kişiler rütbeleri ne olursa olsun, kendisine taarruz etme, ölüm tehdidi riski altına girme emri veren âmirlerini, komutanlarını biraz daha komutan gibi görmek istiyorlar. Sayın Avsever’in ve Sayın Gülan’ın Cumhurbaşkanı’na yönelik sözleri ve bu sözleri ifâde biçimleri bu bakımdan bence biraz tartışmaya açıktı. Serbestiyet’teki o yazımda, geçmiş yıllarda, eski TSK döneminde yapılan devir-teslim törenlerini biraz hatırlatmaya çalıştım. İşte, Genelkurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetleri, Deniz Hava Kuvvetleri Komutanlığı devir-teslim törenleri önceden, geçmiş yıllarda çok gösterişli, çok şâşaalı bir şekilde yapılırdı. Bunlar askerî mahallerde yapılırdı. Örneğin Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın avlusunda yapılırdı. Tören yerini, tören programına dâvet edilecek kişileri, kimlerin hangi sırayla nerede konuşma yapacağını, konuşmanın süresini askerler kendileri belirlerdi. Son yıllarda bu alışkanlıktan, bu gelenekten vazgeçildiğini görüyoruz. Siyâsî iktidar, askerlerin bu tür törenlerde bir aktör olarak var olmasını, görülmesini pek istemiyor gibi geliyor bana. Kendince haklılık taşıyan şeyler olabilir; ama askerlik mesleği açısından, yani sâdece bir meslek ahlâkı, bir profesyonellik kapsamında düşündüğümüzde, ben askerin elinden, kendi mesleğinden kaynaklanan bu tür şeylerin –çünkü törenler de askerlik mesleğinin bir parçası, onun da birtakım kurucu anlamları var–, bunların elinden alınmasını, bir bakıma îtibarsızlaştırılmaya çalışılmasını, örneğin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Musa Avsever’in isminin önündeki bu sıfatlardan arındırılarak Cumhurbaşkanı’nın karşısına sâdece Musa Avsever olarak çıkartılmasını, başka her şeyi bir kenara bıraksak bile askerlik mesleği, savaşacak bir ordunun savaşabilme kapasitesi ve yeteneği açısından pek doğru olmadığını düşünüyorum. Serbestiyet’te bunu yazdıktan sonra ilginç bir eleştiri geldi. Sosyal medyada yapılan yorumları okuduğumda şöyle deniyordu: “Serbestiyet liberal bir mecrâyken nasıl oluyor da askerleri savunur gibi gözüken bir yazı artık yayınlar duruma geldi?”Ne demek istendiğini anlıyorum, fakat bu kesinlikle öyle bir şey değil. Yani askerî vesâyetin sonlandırılması, Silâhlı Kuvvetler’in sivil irâdenin tam kontrolü altında olması ile bu görüntü birbirinden ayrı şeyler. Ya bu görüntü kesinlikle diğeri değil. 

Çakır: Evet, bu söylediğiniz çok önemli. Şunu söylemek istiyorum: Yakından izlemeye çalışan bizlerin, dışarıdan gözlemcilerin anlamakta zorlandığı çok ilginç şeyler yaşanıyor asker-siyaset ilişkilerinde. Meselâ biliyorsunuz, askerî vesâyetin sonlandırılması taleplerinin en temel argümanlarından birisi, Genelkurmay’ın Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması. Bu yapıldı. Ama Millî Savunma Bakanlığı’na da Genelkurmay Başkanı getirilir oldu. Bu da bir teâmül oldu. İlginç bir durum var, siz de görüyorsunuz. Yani hem sivile bağlanıyor, ama sivil olan kişi de aslında “Süper General”. Değil mi? Önce Hulusi Akar oldu. Ardından Yaşar Güler oldu. Bu nedir? Ya da siz eski askerler aranızda bunu konuşuyorsunuzdur; ne tür analizler yapılıyor bu konuda?

Şahin: Bu çok ilginç bir gelişme bir yandan. Şimdi, AKP’nin iktidâra ilk geldiği yıllarda Avrupa Birliği’ne uyum yasaları, uyum paketleri çerçevesinde en önemli gündem maddelerinden bir tânesi bu sivil-asker ilişkileri konusuydu. Bu kapsamda da ilk yapılmaya çalışılan şeylerden birisi de Genelkurmay’ın Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması konusuydu. Fakat asker kesimi buna şiddetle bir rezerv koymuş ve bu gerçekleşmemişti. 2016’da bunun gerçekleştiğini gördük. Fakat maalesef Millî Savunma Bakanlığı’na bağlanması Genelkurmay’ın sivil-asker ilişkilerinin demokratikleştirilmesi anlamına gelmedi. Çünkü Millî Savunma Bakanı olarak bir sivil görevlendirildi. Fakat bu sivil kişi eski Genelkurmay Başkanı’ydı: Hulusi Akar. Hulusi Akar Haziran ayı başında açıklanan yeni kabineyle birlikte emekli edildi ve çok ilginç bir şekilde, yine eski Genelkurmay Başkanı yeni Millî Savunma Bakanı oldu. Şimdi burada birkaç tâne problemli durum var. Bir tânesi şu: Bir defa mevcut Genelkurmay Başkanı’nın o 3 Haziran günü veya 2 Haziran günü –yanlış hatırlıyor olabilirim–, 2 Haziran günü üniformasıyla Genelkurmay Başkanı sıfatıyla ayrıldığı mesâîden, akşam saatlerinde açıklanan Resmî Gazete’deki atama karârıyla Milli Savunma Bakanı olduğunu öğrenmesi bana ilginç ve tuhaf geliyor. Yani bununla ilgili, en alt düzeyde bir takım komutanı subayın bile görevini teslim ederken, başka bir yere tâyin olduğunda göreviyle ilgili devredeceği konuları yeni gelecek kişiye devredebilmesi, bu bile birkaç gün, birkaç hafta alabilen bir süreç. Genelkurmay Başkanı’nın görevini herhangi bir kimseye devretmeden ertesi sabah sivil kıyâfetlerini giyerek Millî Savunma Bakanı koltuğuna oturması devlet geleneği açısından, yani bizim siyâsal yaşantımızı, devlet yaşantımızı düzenleyen gelenekler ve kurallar açısından, bu geleneklerin ve kuralların ortadan kalkmaya başladığının, hattâ birçoğunu kalktığının bir göstergesi. Bir ikincisi de, Millî Savunma bakanlarının askerlerden seçilmesi meselesi. Ali Bayramoğlu’nun bu konuyla ilgili güzel bir tespiti var, ona değineceğim — ama ona bir eleştiri getireceğim. Bayramoğlu şöyle diyor: “Askerin sivilleştirilmesi görüntüsü altında millî güvenliğin tamamen askerîleştirilmesi”. Yani görüntüde bir sivilleşme var; çünkü Genelkurmay ve Kuvvet Komutanları birçok açıdan Millî Savunma Bakanı’na bağlı. Ama bu görüntünün arkasında eski bir asker olması dolayısıyla güvenliğe ilişkin konuların askerîleştirilmesi meselesi. Evet, bu bir bakıma doğru bir tespit. Fakat ben burada bir nüans olduğunu düşünüyorum. Yani soru şu aslında: Cumhurbaşkanı eğer istese Milli Savunma Bakanı olarak hiçbir askeri geçmişi olmayan herhangi bir ismi de görevlendirebilir. Örneğin İbrahim Kalın’ın Millî Savunma Bakanı olarak görevlendirmesi için önünde hiçbir engel yok. Yani yasal olarak da yok, başka açılardan da yok. Peki neden bunu yapmıyor da eski askerleri tercih ediyor diye düşündüğüm zaman, ben arkasında şöyle bir şey olduğunu düşünüyorum: Şimdi, ordu devâsâ bir organizasyon — Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri, içinde bir sürü alt üniteler, birimler, insanlar, personel, sistemler, kaynaklar, silâhlar vs.. Dolayısıyla askerlik mesleğinin ayrıntılarına tam anlamıyla vâkıf olmayan birisiyle, eğer isterse böyle bir bakana karşı, “iş yavaşlatma” eylemleri, girişimlerinde bulunabilir. Örneğin biz bunu Amerikan ordusunda görmüştük. 2010’lu yılların başındaydı galiba, Amerikan Başkanı Suriye’den çekilme emri vermişti, hangisi olduğunu hatırlamıyorum. Başkanın bu emrinden birkaç sene sonra bir Amerikalı orgeneral şöyle demişti: “Evet, Başkan böyle bir emir verdi. Biz de kendisine çekilmekte olduğumuzu, zorunlu lojistik unsurlar hariç muhârip unsurların çekildiğini rapor ettik. Ama aslında böyle olmamıştı. Biz bâzı muhâlif unsurları da lojistik unsurmuş gibi göstererek Suriye’de askerî varlığımızı sürdürmeye devam ettik” demiş. Dolayısıyla burada demin söylemeye çalıştığım şey var, askerlik mesleğinin ayrıntılarına vâkıf olmayan birisi kolaylıkla yanıltılabilir. Dolayısıyla bence Cumhurbaşkanı’nın eski askerlerden Milli Savunma Bakanı seçmesinin arkasında böyle bir yanıltma girişimine karşı önlem alma olabilir. 

Çakır: Şöyle diyelim: Askerin siyâsî irâde kontrolünden çıkma ihtimâlini, güvendiği eski askerler üzerinden… 

Şahin: Evet, kesinlikle. Yani eski asker olması önemli; fakat güvendiği bir eski asker olması önemli. 

Çakır: Hâlâ çok merak edilen bir konu, sizin bu konuda yazdığınızı da biliyorum: Hulusi Akar gerçekten Erdoğan’ın en güvendiği eski asker olarak biliniyor. Darbe girişimindeki durumuna rağmen onu çok önemli bir yere getirdi. Bütün yurtdışı gezilerinde neredeyse yanında götürdü ve birden baktık ki Hulusi Akar milletvekili oldu, ama bir milletvekiline Meclis’te ihtiyâcı yok. Yeniden bakan olması beklenirken Hulusi Akar bakan olmadı. Bu basit bir nöbet değişimi gibi yorumlanıyor, ama bunun altında başka bir şey olabilir mi? Normalde Erdoğan bu kadar güvendiği bir isimle, daha uzun süre bu kadar kritik bir görevi sürdürebilirdi. Yani Yaşar Güler’e de güveniyor belli ki; ama Hulusi Akar bir sembol olmuştu. Oradaki mesele ne olabilir? 

Şahin: Bu konu üzerinde epey akıl yürütmeye çalıştım; ama tam bir sonuca ulaştığımı söyleyemem. Aklıma gelenler şunlar — bunları Serbestiyet’te de, Politik Yol’da da yazmaya çalıştım: Şimdi, bence kırılma anlarından bir tânesi Şubat depremindeki tavrıydı. Yani Şubat depreminde –basına da yansımıştı–, anlaşıldığı kadarıyla hem İçişleri Bakanı Soylu’nun hem de Millî Savunma Bakanı’nın depreme müdâhale konusunda Jandarma ve Silâhlı Kuvvetler’den yararlanma konusundaki önerilerinden Cumhurbaşkanı’nın rahatsız olduğu anlaşılıyor. Depremden birkaç gün sonra Hulusi Akar’ın Sayın Soylu’yla birlikte katıldığı bir canlı yayındaki yüz ifâdesini hatırlıyorum, çok gergin bir yüz ifâdesiydi, rahat değildi kesinlikle. Muhtemelen kırılma anlarından bir tânesi oydu bence. O deprem zamânında bir şey oldu ve o bir daha herhalde onarılamadı. Bir ikincisi, Cumhurbaşkanı’nın personel, bakan, siyâsî kadrolar seçiminde, geçen Ali Yaycıoğlu’yla yaptığınız yayında onun kullandığı bir ifâde vardı: “Sürprizlere çok açık bir lider”, yani öngörülemeyen bir lider. Yani yarın ne olacağını kimse öngöremiyor ve bu ona müthiş bir güç sağlıyor — Erdoğan’dan bahsediyorum. Hiçbir sebebi de olmayabilir. Yani bizim bu yaptığımız yorumların bir dayanağı da olmayabilir. Bambaşka bir sebeple de bunu yapmış olabilir. Tam bilemiyoruz. Ama bu şunu gösteriyor — bunun çok önemli bir sonucu var: İster sivil olsun, ister asker olsun herkes şunu görmüş oluyor: Hiç kimsenin sâhip olduğu koltuk, makam, statü kesinlikle garanti edilmiş değil. Yarın o koltuktan alındığını görme ihtimâli açıkta duruyor yani. Bu her an olabilecek bir şey. Hatırlarsanız, 2016 yılında çıkarılan bir dizi Kanun Hükmünde Kararnâme ile ve birkaç tâne de kanunla, Cumhurbaşkanı’na artık böyle Yüksek Askerî Şûrâ karârına ihtiyaç olmaksızın istediği subay ve astsubayı ve generali görevden alma ve Silâhlı Kuvvetler’den uzaklaştırma yetkisi verildi, kanûnen böyle yasal bir yetkisi var. Dolayısıyla bu Erdoğan’a müthiş bir güç verdiği gibi, Silâhlı Kuvvetler mensuplarına da oynayan bir zeminde hareket ettikleri duygusu veriyor. 

Çakır: Peki, şimdi bahsettiğiniz o meşhur darbe girişimi… O zamandan bu zamâna yedi yıl geçti. Ve birinci derecede gözlerin çevrildiği yer tabiî ki Türk Silâhlı Kuvvetleri. Türk Silâhlı Kuvvetleri o süre içerisinde bu darbe girişiminin –yani kadro ayıklama anlamında söylemiyorum–, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin konumu anlamında çok önemli bir… kırılma ötesi, bir parçalanma ânıydı. Yani çok büyük bir şeydi. O meseleyi Türk Silâhlı Kuvvetleri sizin gözlediğiniz kadarıyla halledebildi mi? Yani onu aştı mı? 

Şahin: 15 Temmuz sonrasında mı? 

Çakır: Yani bugün geldiğimiz noktada. 

Şahin: Bugün geldiğimiz noktada kesinlikle aşamadı bence. Ben 15 Temmuz sırasında görevdeydim, Hakkâri Çukurca’daydım, bir üs bölgesindeydim. Bir yıl daha orada görevime devam ettim ve 15 Temmuz sonrası Silâhlı Kuvvetler’in almaya başladığı yeni hâli çok yakından gözlemleme şansım oldu ve o zamandan belliydi bunun hayırlı sonuçlar doğurmayacağı, doğurması da zâten mümkün değildi. Yani düşünün ki… işte, general ve amirallerin yüzde 50’den fazlası, yüzde 55’i ihraç edildi, birçoğu tutuklandı, hâlen hapiste olanlar var, on binlerce subay ve astsubay ihraç edildi. Bu müthiş bir yıkım demek tabiî ki Silâhlı Kuvvetler için. Yani bu kadar personel kaybı müthiş bir yıkım. Fakat sâdece personel kaybı değil yıkım olan, geride kalanlar açısından da yıkım. Şimdi Silâhlı Kuvvetler açısından en ihtiyaç duyulan şeylerden birisi, Ruşen Bey, birlikte savaşacak olduğunuz kişilere, silâh arkadaşlarınıza karşı hissedeceğiniz güven duygusu. Yani yaralandığınız zaman örneğin, şunu bilmelisiniz ki silâh arkadaşınız sizi o yaralı hâlinizde bırakmayacak, sizi arkada bırakmayacak. Bu güven duygusu çok önemli. Bence Silâhlı Kuvvetler bu duyguyu kaybetti. Yani güven duygusu, silâh arkadaşlığı duygusu. Çünkü insanlar öğrendi ki, silâh arkadaşı dediği kişi meğer başka bir şeymiş, başka yerlerden de emir alıyormuş. Dolayısıyla bu hem kurum olarak Silâhlı Kuvvetler’de, hem o kurumun içindeki insanlarda onarılması çok güç bir yıkıma yol açtı. Ve işte yedi yıl oldu bugüne kadar, bu yedi yıl içinde bunu onarmaya yönelik çabaları var mı bilmiyorum Silâhlı Kuvvetler’in; ama onarılamadığını düşünüyorum. Çünkü yapılan bâzı yapısal değişikliklerle bunun onarılması da imkânsızlaştırıldı. Yani o parçalanmanın sürmesi sağlandı. Ne oldu örneğin? En basitini söyleyelim: Askerî sağlık sistemi, askerî hastâneler kaldırıldı. Şimdi iki gün önce yedi şehidimiz vardı –sayıyı yanlış hatırlamıyorsam–, Pençe-Kilit Operasyon Bölgesi’nde. Hiç kimse şu soruyu sormuyor — yani siyâsî partiler de sormuyor, Meclis de sormuyor, seçmenler de sormuyor: Askerî doktorlarımız yok, askerî hastânelerimiz yok, askerî sağlık sistemi yok; Türkiye’nin sınırları dışında epey bir süredir, yıllardır sürdürülen bir askerî operasyon var. Peki bu operasyonlarda yaralanan veya şehit olan kişilere, askerlere, subaylara, örneğin iki gün önce şehit olanlara o sâhadaki ilk müdâhaleyi, tıbbî desteği, yarasına ilk müdâhaleyi kim yapıyor acaba? Hangi doktor yapıyor? Toplum sormuyor bunu. Siyâsî merciler herhalde sormuyor, Meclis sormuyor, bizler sormuyoruz ve bunu bir veri olarak kabul ediyoruz. Askerî hastânelerin kaldırılmış olmasını, askerî doktorların şu an mevcut olmayışını bir veri olarak kabul ediyoruz. Hastâneler bu işin sadece bir kısmı. Şimdi bu yokluk devam ederken, bu onarımın gerçekleştirilmesi mümkün olabilir mi? Bence olamaz. 

Çakır: Askerî hastânelerin kapatılmasının gerekçesi neydi? 

Şahin: Yani hiçbir fikrim yok, bence mantıklı açıklaması yok. Meselâ askerî liseleri kapatmanın siyâsî iktidar açısından bir rasyonalitesi var. Yani birincisi, dünyada bunun pek örneği yok. Modern ordularda askerî lise diye bir şey yok; üniversite eğitiminden başlıyor askerlik eğitimi birçok orduda, hattâ birçoğunda üniversiteden sonra başlıyor. Yani bu olabilir. Bir ikinci neden, bu askerî liseler çeşitli ideolojik grupların –dinî gruplar olabilir, başka gruplar olabilir–, bunların yerleştiği odaklar olmuşlar. O zaman ne yapalım? Bunları komple kapatalım ki sorunu kökten çözmüş olalım. Askerî liseler için böyle bir akıl yürütme olabilir; ama askerî hastâneler için ben nasıl bir akıl yürütme olduğu konusunda fikre sâhip değilim. Sâdece şu olabilir, şunlar söylenmişti hatırlarsanız: İşte, askerî öğrenci olur, subay olur, pilot olur, komando olur, askerî hastanelerden personelin alması gereken raporlar var. Bu raporların alınmasında veya alınamamasında bâzı işgüzarlıklar olduğu, yasadışılıklar, hukuksuzluklar olduğu yönünde haberler çıkmıştı. Ama bunu önlemenin yolu askerî hastâneleri kapatmak olmamalı diye düşünüyorum.

Çakır: Son olarak şunu sorarak bitireyim: Şimdi asker-sivil, asker-siyâset ilişkilerinin bir iktidarla Türk Silâhlı Kuvvetleri boyutu var, ama bir de toplumla ilişkisi boyutu var — ki geçmiş dönemde bunu gördük: Özellikle ordunun bir kesimiyle bâzı sivil kuruluşlar birlikte siyâsî iktidâra karşı pozisyon aldı. Hâlâ bugün, aslında bâzı kişiler, “Devlet ayrı, hükûmet ayrı” diyerek, iktidâra hiçbir şekilde hoş bakmayıp, ama devlete –ki, orada devlet derken de esas kastettikleri hâlâ Türk Silâhlı Kuvvetleri anladığım kadarıyla– bir toz kondurmama eğilimi var. Bu devir kapanmadı mı? Yani Erdoğan’ın ordu üzerinde, Türk Silâhlı Kuvvetleri üzerinde mutlak bir denetim ve hâkimiyeti yok mu? Onu devletten ayırmak mümkün olabilir mi? 

Şahin: Evet. Bu iddiayı öne sürenler sanırım şu varsayımdan ilerliyorlar: Eskiden Silâhlı Kuvvetler hem bir silâhlı kuvvetler teşkîlâtlanması olarak hem de Yüksek Askeri Şûrâ gibi, Millî Güvenlik Kurulu gibi bâzı anayasal kurumlar üzerinden –ki bu iki kurulun üyelerinin sayısal çoğunluğu askerlerdeydi–, bu iki kurum üzerinden ve Genelkurmay Başkanlığı üzerinden Silâhlı Kuvvetler’in, askerlerin devlette bir sürekliliği, bir devamlılığı, bir devlet aklını temsil ettikleri ve iktidarlar, hükûmetler değişse bile omurgasını, ana çatısını askerlerin oluşturduğu bir devlet aklının, devletin bâzı yaşamsal politikaları konusunda, örneğin anayasal ilkelerden diyelim ki laiklik konusunda veya Kürt politikası konusunda esas politika belirleyicinin askerler ve onların temsil ettiği devlet aklı olduğunu düşünüyorlardı. Ve bu doğruydu, tâ ki son yıllara kadar. Bugün îtibâriyle artık bu anayasal kurumların bir bakıma, içi boşaltılmış diyemesek bile, içeriği epeyce değiştirilmiş durumda. Yüksek Askeri Şûrâ’nın içerisinde dört veya beş tâne asker var, ama örneğin Millî Eğitim Bakanı var. Millî Eğitim Bakanı’nın Yüksek Askerî Şûrâ’da alınan kararlar kapsamında ne gibi bir fikri olabilir bilmiyoruz. Veya Millî Güvenlik Kurulu, benzer şekilde. Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri örneğin bir orgeneraldi eskiden, şimdi bir sivil yürütüyor yanlış bilmiyorsam bu genel sekreterlik görevini. İşte, Genelkurmay Başkanlığı diyoruz, Genelkurmay Başkanlığı’nın bugün îtibâriyle fiilî durumu, hani de facto olarak aslında artık bir Genelkurmay Başkanı ismini taşısa da, uygulamada Millî Savunma Bakanı’nın, yani eski Genelkurmay Başkanı’nın bir tür yardımcısı, tâlîmatları ondan alan birisine, bir makama, bir koltuğa dönüştürülmüş durumda, yetkisi de elinden alınmış durumda. Meselâ Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nı düşünelim veya Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nı: Deniz Kuvvetleri Komutanı oramiral bir fırkateynine atayacağı kurmay yarbayını kendisi seçemiyor biliyor musunuz? Yani tâyin atama listeleri hazırlanıyor. Diyelim ki Yarbay Ahmet’i uygun görüyor. Fakat bu listeler Millî Savunma Bakanlığı Personel Müdürlüğü’ne gönderiliyor. Başında bildiğim kadarıyla bir sivil var Cumhurbaşkanlığı tarafından atanmış. Onun bir gözden geçirmesinden sonra bu atama işlemi gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla sizin sorduğunuz soru kapsamında, hani “devlet ayrı, hükûmet ayrı” şeyi, bence artık ikisi birbirine yapışmış durumda ve Cumhurbaşkanı’nın şahsında, hükûmeti de artık yeni başkanlık sisteminde Cumhurbaşkanı temsil ediyor. Yürütmeyi oluşturan tek bir kişi var; o da Cumhurbaşkanı. Bakanlar bile artık eski anayasal dizilişteki anlamında bakan değiller. Bir tür sekreter gibiler. Dolayısıyla yürütmeyi temsil eden Cumhurbaşkanı’nın şahsında temsil edilen bir yürütme ve bir devlet var. Devletin diğer kurumları da dizilimlerini bence buna göre yürütüyorlar. Dolayısıyla eleştirilerimizi getirirken bunu dikkate alarak getirmeliyiz. Bitirmeden önce eğer siz sormazsanız diye ben bir kez daha gündeme getirmek istiyorum. Son iki aydır şu üzerinde konuştuğumuz konular da dâhil olmak üzere, ordu, silâhlı kuvvetler, güvenlik konularında birçok önemli gelişme oldu. Bununla siz ilgileniyorsunuz, ben ilgileniyorum, hiç üzerimize vazîfe olmadığı halde. Ama ilgilenmesi gereken yasal ve anayasa sorumluluğu olan bir yer var. O ilgilenmiyor, çok ilginç bir şekilde. Meclis’ten bahsediyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden ve onu oluşturan özellikle muhâlefet partilerinden bahsediyorum. Bizim gözden kaçırdığımız bir şey var. Silâhlı Kuvvetler’in başkomutanı Cumhurbaşkanı değil, Genelkurmay Başkanı da değil. Anayasamıza göre başkomutanlık makamı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şahsı, onun mânevî şahsı. Cumhurbaşkanı Anayasa’nın 117. maddesine göre Meclis adına başkomutanlık görevini temsil ediyor. Dolayısıyla başkomutan olan Meclis’in Silâhlı Kuvvetler’le ilgili bu gelişmelere çok büyük bir ilgi duyması, ilgilenmesi, görüş belirtmesi, eleştirmesi, savunması gerekiyorsa savunması, fikri varsa bunu ortaya koyması ve bu tartışmayı açması, kamusal tartışmayı zenginleştirmesi gerekiyor. Yurttaşlar olarak bu bizim için ve Silâhlı Kuvvetler’in kendisi için hayırlı olur diye düşünüyorum.

Çakır: Çok sağ olun Hakan Bey. Evet, Hakan Şahin ile Türkiye’de ordu-siyâset ilişkisinde değişenler ve değişmeyenleri konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. İyi pazarlar.

Şahin: Ben teşekkür ederim, sağ olun dâvetiniz için. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.