Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Elif Gökçe Aras yazdı: Sonunda

2014 yılından beri geri sayıyorum. 40’ıma 10 kala, 9 kala, 8 kala, 7 kala, nihayet 1 kaldı. Neden içime doğmuştu acaba bu geri sayım? Muhtemelen kendime bir hedef koymuştum 30 yaşımda, 40’ıma kadar yolunda gitmeyen her şeyi halledecek ve kendimi yaratacaktım. Belli ki o zamana kadar ortaya çıkardığım işten memnun değildim. İyi idare etmiştim ama demek ki yeterli bulmuyordum. İçimdeki gücün daha neler yapacağını biliyormuşum, kendime ve etrafımdakilere güvenemesem de.

Bizim coğrafyada çocuklar çocuk değildir çoğu zaman. Henüz büyümemiş insandır yalnızca. Dili çözülmeye kalkılmaz, dileği sorulmaz, yetişkinlerin hayatına eşlik eder sadece. Birey değildir, olması da istenmez. İşte ben de öyle bir çocukluk geçiriyordum. Sevgisiz, merhametsiz.

Alerjik astım bronşitim vardı çocukken, belli ki içine doğduğum tuhaflık ruhumun alışma sürecinde bedenime eşlik ediyordu. Birçok şeye alerjim vardı, beni besleyecek temel gıdalar süte, yumurtaya, muza. Çikolataya, sigara dumanına, yüne, evcil hayvan tüylerine, bir çocuğun oynarken peşinden sürükleyeceği toza. En çok toza. Halen anlayamam, sürekli temizlemeye çalıştığımız toz neden var dünyada?

Abim suratıma bir yastık fırlatsa öksürük krizine girerdim bu yüzden. Çocuklar afacanlıkla oynarken onlara katılsam, doğru acile. Öksürük nöbetlerim azdığında babam evdeyse yanmıştım, “git odanda öksür” derdi, yorganın altına girip öksürürdüm, sesimi duymasın diye.

Benimki gibi ailelerde çocuklar zapturapt altında tutulması gereken, her an hayat neşesini hatırlatabilecek varlıklar olduğundan özellikle duygusuzca davranılır. Çünkü bir defa sevmeye kalkarsa, maazallah belki bir gün boynunu ve dudaklarını büküp istediği bir şeyi yapmak zorunda kalır. O yüzden sevgi yoktur bu hayatlarda. Yalnızca gerekler vardır. Geçici olan bu hayat yaşanmamalı, kurallar gereğince geçiştirilmeli ve sonra sonsuz cennete tam varacakken çıkmamalı çocuklar ebeveynlerinin yoluna. İşte bu güdüyle yetiştirir tarikat ehli çocuklarını. Sürekli uyarılırsın bu hayatta; suyu oturarak iç, üç yudumda iç, yatarken sağına dön, bacak bacak üstüne atma, yemeğini sağ elinle ye, o renk olmaz, o kıyafeti alamazsın, şöyle bir insan olacaksın, böyle bir insanla evleneceksin, şöyle bir hayat yaşayacak ve defolup gideceksin, cennetten kovulmuş insanların günahlar ve tehlikelerle dolu dünyasından.

Var olmak, olduğun gibi yaşayabilmek tehdittir bu evde. Bu dünyaya ait lanetli bir eğilimdir. Yok olmalısınız o halde, yok oldum bende mecburen. Tanınmayacak hale gelene kadar kendinden fersah fersah uzak, bir yabancı olarak yetiştirildiğim bu evde kendimi tanımam, olduğum insan olmam ve kendimi kabul etmem, ettirmem, 35 yılımı aldı. Son üç yıldır kendimi olduğum gibi yaşayabiliyorum. Ama çoğunluktan uzakta, kendi kabuğumda.

Yalnızlık, sağlayabilmek için planlar yaptığım ve başardığımda derin bir nefes çektiğim bir sığınaktır benim için. Şimdi dilediğim gibi yalnız kalabileceğim bir hayatı kurabilmeyi başardım, 39 yaşımda. Kırkıma bir kala. Huhh, son bir yılı aheste aheste yürüyeceğim. Belki de uçarak, bilmiyorum.

Kendime bu hayatta dayanabileceğim bir yoldaş bulduğumu düşünerek evlenirken manidar da olduğundan eşimin Kurtuluş soyadını almıştım. Tam kendi ailemi kurdum derken, yargılanmaktan ve yorulmaktan kurtulamadığım bu hayattan da boşanmam gerekti. Boşanırken devlet bir soru sordu bana “Kocanın soyadı mı? Babanın soyadı mı?” Tıpkı erkek tanrı gibi erkek devlet, kadına bir başına var olma hakkı tanımak istemiyor. Doğar doğmaz babanızın kütüğüne kaydediyor sizi. Evlenince de kocanızın kütüğüne geçiyorsunuz. Asla yaşamadığım kütüklere. Boşanırken devlet yine babanızın kütüğüne alıyor sizi. Böyle kütükten kütüğe bağlıyor bizi devlet. İşte bağlarken de alnınıza çakacağı mührü soruyor, “Kocanın soyadı mı? Babanın soyadı mı?”

“Ne münasebet ayol, kendi soyadım tabii ki” dedim ve gözünü sevdiğim başkanım Better Call Erdoğan’ın sağladığı geçici bir yasayla sadece bir dilekçeyle soyadımı değiştirip Aras yaptım. Bu yüzden Medyascope’ta yazarlık yapmaya başlayacağım zaman isim düşündüm ama soyadı düşünmedim.

Boşandıktan sonra kızımı da alıp Rize’nin Çat yaylasına gittim. Henüz 1,5 yaşındaydı ve anne & kız baş başa kalacağımız o birkaç günde ne yaşadığımı ve bundan sonra ne yapacağımı, yeniden ailemle nasıl yaşayacağımı düşündüm. Hayatın önüme çıkardığı bu sağlama imkânı zor olduğu kadar önemliydi benim için. Bir takım yüzleşmeler yaşanacak, yetiştirmek istedikleri insan gibi olmayan bu kadın, onların gözü önünde olduğu gibi var olacaktı. Ama bu tahammülsüzlükte nasıl mümkün olacaktı?

Öncelikle küstah olmam gerektiğini düşündüm. Bu hayata gelmeyi ben istemedim, onların hayatını yaşamayı da ben istemedim. Birbiriyle uyumsuz bir aileydik biz. Bu meyve o ağaca ait değildi sanki. Üzerine sıkı sıkıya portakal kabukları bağlanmış bir elmaydım sanki. Gün geçtikçe kabuklar kuruyor ve üzerimden kayıp düşüyordu. Onların hayatı bende eğreti duruyordu. Türkiye’nin yaşadığı o bir arada yaşayamama halini bir laboratuvar ortamında deneyecektim bu süreçte. Deneyerek, el yordamıyla öğrenecektim bir arada yaşamayı, farklılıklarımıza rağmen birbirimize tahammül etmeyi. Hem eleştirmeyi, bazen kavga etmeyi ama az sonra “Karpuz kesiyorum, sana da getireyim mi?” demeyi öğrenecektim.

Bana ve çocuğuma kucak açan bu kollar, bana karşı hala şefkatli değildi ama kızım için başkaydı. Eve geldiğinde odama kaçtığım babam, “dede köpek” olmuştu şimdi. Kızım her “dede köpek” dediğinde annem “töğbe estağfirullah” diyordu ve çocuğu düzeltmeye çalışıyordu. Ona itiraz eden ise, “dede köpek” olmaya heves eden, sert, tahammülsüz babamdı.

Mikro Türkiye’ydi bu ev benim için. Ülkemde ne yaşanıyorsa, bu evde de benzerleri yaşanıyordu. İktidarda babam vardı. Her gün TV’de aynı anda 20 kanalda babam konuşuyor, Türkiye’nin her yerinde annem miting yapıyordu. Onlar, cemaatleri ve akrabalarımız her seçimi kazanıyorlardı. Ancak bazen komşuları, bazen çocukları, bazen akrabaları onlardan olmuyordu ve onlar bu farklı kişilerle uyum içinde yaşayabiliyorlardı. Böyle bir hayatta rol yaparak ayakta kalmak mümkün ama mutlu olmak mümkün değildi.

Ben olarak var olmak nasıl mümkün olabilirdi bu evde? Zordu ama tek bir yol vardı. Hayatım boyunca yapmadığım şeyi yapacaktım. Kendim olarak ve bundan taviz vermeyerek onlarla yaşayacaktım. Alıştılar, ben de alıştım. Ben olmama değil elbette, ben olmaya kast etmeme alıştılar. Yoksa, halen kontrol edebileceklerini düşünseler, beni bana bırakmazlar. Kızımı da kızıma.

Kendi dönüşümümde en büyük kırılma noktam da tam olarak buraya denk geliyor aslında. Tıpkı kendi hayatımda “istersem ben, ben olarak yaşayabilirim” kararlılığını gösterirken, ülkemde de bunun mümkün olduğunu görüyordum. AKP sayesinde yıllarca kapalı kutularda ve yalnızca kendi çevrelerinde yaşadıkları için yargılanmadıkları hayatlarını toplum içinde hatta topluma dayatarak yaşamaya başlayan muhafazakârlar, artık eskisi gibi değildi. Nobranlık hoyratlığı, hoyratlık çürümeyi getirmişti. Yıllarca soğuk mağaralarda devasa küplerde saklanmış bir peynir gibi doygunluğa ulaşmış bu kültürün ağzı açılmış ve tüketilmeye başlanmıştı. Herkes sevmezdi bunu. Kokusu ağır, tadı keskindi. Ve ağzı açıldığından beri bozulduğunu keşfettiğim bu dünya artık onları soğuk ve karanlık mağaralarda hapsetmek isteyenlerin bildikleri gibi değildi. Ne onları komple yok etmek, ne de onların hayatlarını yaşamaya mecbur kalmak zorunda değildik. Bir arada yaşayabilirdik, onlara rağmen.

Yaklaşık 15 yıldır TV izlemediğim için her Allah’ın günü yeni ne var diye kontrol ettiğim birkaç yayın kanalından Medyascope’ta Ahmet Şık ile Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını tartışan Ruşen Çakır’ın yayınında Ahmet Şık’ın toplumla ilgili kaygısı beni kışkırtmıştı. Toplum, onların bildiği gibi değildi artık. Gösterildiği gibi değildi. Çürüyordu ve kokuyordu. Aşılamaz, halledilemez, hiç değildi, ben başarmıştım işte, kısmen yani, daha da başaracaktım. Zordu ama imkânsız değildi. Sadece kaba ve büyük adımlar atmak yerine, kökten yok etmeye niyetlenen zorba uygulamalar yerine, ince bir mühendisliğe, biraz sabra ve merhamete ihtiyaç vardı.

Hayatım boyunca başı açık insanların yargılandığı ve küçümsendiği o evde başımı açmıştım bir defa, gözlerinin içine baka baka. Kovmak isteseler de gitmemiştim, kabul etmek zorundalardı çünkü sevseler de sevmeseler de, onaylasalar da onaylamasalar da ben onların evlatlarıydım. Ve bu güne kadar nasıl ben onlara tahammül ettiysem, şimdi onlar da bana tahammül etmek zorundalardı. Türkiye’de de işte bu formül lazımdı. Üzerlerine üzerlerine yürümek, dik dik konuşmak, korkmamak ama birbirini yok etmeye de çalışmamak. Biraz yormak, biraz zamana bırakmak lazımdı. Böyle böyle iyileşecektik.

İşte bu duygularla kızımla yeğenim yanımda top oynarken “hı hı, tamam, çok güzel” diye diye uzunca bir yazı yazdım ve Ruşen Çakır’a ve mail attım.

Bir 28 Şubat mağduru, Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verir mi?”

Bu sorunun cevabı, benim ve zamanla değişen birçok kişi için “elbette verir”di. Tamamı değil, çoğunluğu değil hatta ama bu ülkede artık başka bir döneme geçilmişti. Kendilerinin dahi farkında olmadığı bir dönüşüm yaşamıştı muhafazakârlar. Bu kelimeyi özellikle kullanıyorum. Dindar başka, muhafazakâr başka. Üzerlerinde düşmeye yüz tutmuş kabuklarıyla duruyorlar yalnızca. Birinin onları soymasına ihtiyaçları var. Ülke hazır, sadece deneyecek insanlar lazım o kadar. Tamamen değiştiler demiyorum ama yirmi yıl önceki insanlar değiller artık. Toplumun büyük çoğunluğu da onlar gibi olmadığına göre, artık rol yapmayı bırakmalı ve hakikat çağında eski cümlelerle yeni yollar açamayacağımızı anlamalıyız.

Bu yüzden hem Kemal Kılıçdaroğlu’nun mutlaka aday olmasını istiyordum, hem de sağcılara sağcılık yaparak kazanamayacağını haykırıyordum. Sağcılara sağcılık taslayarak onlara kendini kabul ettirmenin hiçbir işe yaramayacağını, sadece süreci oyalanarak geçirmeye devam edeceğini ve büyük ihtimalleri ziyan edeceğini biliyordum çünkü. Bu konuda yaptığım uyarıların çoğu deneyimlendi. Alevi olması sorun olmaz, hatta bu elzem dedim. Kılıçdaroğlu “Alevi” başlığıyla bir video çekti ve Twitter tarihinin en çok izlenen videosu oldu. Linç edilmedi, yüzde 48 oy aldı. Korkakça davrandıkça muhafazakârlardan size oy gelmez, herkes için yeni bir Türkiye vadedin, herkesin ortak dertleri için söylem geliştirin, muhafazakâr müttefikleriniz size yaramayacak dedim, bunu da yaşadık maalesef. 

Eğer herkesin ortak dertleri için gerçek bir yol haritası hazırlanırsa onlar size yaklaşmak için kendi bahanelerini kendileri bulurlar dedim ama bunu deneyen olmadı. Umarım buna cesaret edecek birileri çıkar. Türkiye’nin yeni muhalefetinin ülkenin bugünkü gerçekliğini olduğu gibi kavraması, kimseye yaşam biçimi dayatmaması ve kucaklayıcı olması gerekiyor. İşte yeni Türkiye formülü bu. Herkesi olduğu gibi kabul etmeli, olduğu gibi kavramalı, ortak geleceğe davet etmeliyiz. Bunu yaparken kaba, nobran, lümpen değil ama alabildiğine cesur, açık sözlü olmalıyız.

Her neyse, o yazının ardından gelişen hikâyemin kalanını biliyorsunuz. İlk defa okuyorsanız,AKP’li yıllara içeriden bakış yazı dizimde ve eski köşe yazılarımda tüm serüveni detaylarıyla yazdım. 

Yazılarımda başlarda müstear isim kullandım çünkü ailemde vekillik yapmış kişiler vardı, hatta o dönem kuzenimin eşi AKP grup başkan vekiliydi. Ailemin çok büyük bir kısmı fanatik AKP’liydi, bir kısmı AKP’de siyaset yapıyordu. Düşüncelerimi ailemle de çevremle de paylaşmaktan çekinmiyordum. Kendi adımla yazarsam bana pek bir şey olmazdı, sadece işimden olurdum ama ailem baskıya uğrardı ve onlar da evdeki huzuru bozardı. Kızım durumdan olumsuz etkilenirdi vs. bu yüzden ailemin yanında yaşamam gerektiği müddetçe bu müstear adı kullanacaktım.

Şimdi hayatımı değiştirdim. Eniştemin torpiliyle değil, kendi çabamla ve bir arkadaşımın desteğiyle yeni işimi buldum, borç harç ev tuttum, taşındım ve yepyeni ama sadece kızıma ve bana ait olan zorlu bir hayata adım attım. Bu zorluk, taşımaktan gurur duyduğum, hayatımın en güzel zorluğu. Öyle mutluyum ki, leş gibi evimi temizlerken, dolaplardan akan yağları ovarken, camlarda kalıplarmış tozları çözerken, dönüştürebileceğimiz ülkemizi düşünmeden edemiyorum. Kutuları açtıkça, eşyalarımızı temizlenmiş dolaplara yerleştirdikçe, eski anıları atar gibi boş kutuları kapıya yığdıkça, dönüp darmadağınık ve halen çok işi olan evime baktım. Ara ara düşündüm, şimdi mi açıklamalıyım adımı, yoksa beklemeli miyim? Bu hafta bu yazıyı yazmalı mıyım, yoksa biraz daha demlenmeli miyim?

Karar veremediğim için dün gece minik bilge kızıma sordum, “Sence bu hafta ne yazmalıyım? Karar veremiyorum.” İhtimalleri sıralamadığım halde “Elbette taşınmamızı yazmalısın annecik” dedi.

Ben, Nur Betül Aras. Zor yoldan öğrendim ve benim gibi kadınlara-erkeklere cesaret vermek için yazmaya başladım.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.