Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bağ bozumu, domates reçeli ve cazın ritmi: Bozcaada’da üç gün

“İyi ki Bozcaada!” 

Geyikli İskelesi’nde beni Bozcaada’ya götürecek vapuru beklerken bir ay önce festivalin kurucu ortağı Gizem Gezenoğlu’nun söyledikleri aklıma geldi. “İyi ki bu festivale kalkıştık, iyi ki bu festivali adada yapıyoruz” diyen Gizem, adanın bu iş için doğru adres olduğuna emindi. 

Vapur sesi adaya dolarken anladım. Ada, kendi içinde bir döngüde, yazla kış arasında bir noktada duruyor. Adımlar değişirken her köşe başında domates reçeline rastlamak mümkün. Üstelik Çanakkale domatesi. Eşi benzeri yok. Gelincik reçelini görmenin şaşkınlığı da başka. Ne yel değirmenlerine yaklaştıkça rüzgarın savurduklarına ne de sokakta herkesin birbirini tanımasına alışkınım. Üçüncü dalga bir kahvecide otururken İstanbul’dan geldiğim de çok belli. Ne yapalım? Bozcaada’daki ilk günü bir yabancı olarak geçirmenin huzursuzluğunu yaşıyorum fakat öğle vakitlerinde Lavarla’nın ada rotasını anlatan haritasını keşfediyorum. 

Okuyun: Yine, yeni, yeniden: Bağ bozumunun eşlikçisi Bozcaada Caz Festivali, cazın evrenselliğini kutluyor

Lavarla’nın keşif haritası

Birinci gün: Domates reçeli ve şarap kokuları 

Ada tek bir ruh, iki ayrı merkezden oluşuyor. Rum mahallesi ve Türk mahallesi. Çınarlı’dan kaleye doğru giden yol ile Alaybey Camii’den ötesi. Şimdilerde sokakları dolduran meyhanelerin sayısı az. 1940’da ilk meyhanenin kapılarını Rumlar aralıyor. Rumlar, reçel geleneğinin de öncüsü. Damağımdaki şekerli tatlarla, meydandaki Atatürk heykelinden köşeyi dönüyorum. Karşıma Simyon Salto’nun reçel dükkanı çıkıyor. Adanın en eski Rum ailelerinden birisi Salto’lar. Domates reçeli de Rumlara ait bir gelenek aslında. Misafire özel gümüş kaşıklar, kristal su bardakları, hassas bir tarif reçetesi aklımda yer ediniyor. Sözleştik, bir sonraki sefere o zaman. Adaya misafir olarak da geleceğim. Ada sokaklarını dolduran şarap kokusunun nereden geldiğini bulmak için rüzgarı takip ediyorum. Caz festivalini yakalamak isteyenler de Çınaraltı’nda. Herkes yerli yerinde, her şey sessiz. 

Salto Reçelleri

Ünü ada sınırlarını aşan üzümlere, bir ara sokakta rastlıyorum. Bağcılık adada çok eskilere dayanıyor, Ayazma tarafına geçtikçe üzüm bağları uçsuz bucaksız. 

Kuntra, Karalahna, Vasilaki, Çavuş. 

Adada kendilerini tanımayan yok, zira adanın kendine has dokusunun bir parçası üzümler. Adanın dingin, ama oyuncu bir yönü var. İlk günün akşamında, bu oyuncu ruhun temsilini Ayazma Manastırı’nda yapıyorum. Caz festivalinin kapısında uzun bir kuyruk, kalabalıklar içinde kamerayı sabit tutmaya çalışmak da zor. Sahnede Islandman, Ferit Odman, Nubya Garcia. Festival, gündüz keşif etkinlikleri düzenliyor. İklim krizi, sürdürülebilirlik, teknoloji, medya üzerine konuşmalar çok paydaşlı bir işin ürünü. Festivalin tek gayesi müzik değil, anlatmak istediği dertler var. Belki de tam da bu yüzden Bozcaada doğru bir yer. Hikayesi derin, anlatanı da çok. 

Ayazma Manastırı

O sırada, Ayazma Manastırı’nın yalnızca özel ayinler için kullanıldığına kulak kesiliyorum. Yanımdakine dönüp, ”Caz festivaline geldik zaten” diyorum. Manastırın tepesinde, denizin üstünde bir yerde Meral Polat’ın sesi yankılanıyor. Hollanda merkezli grubun hikayesi Tunceli’de başlasa da dinleyici o gece memleketler ötesi bir konsere tanıklık ediyor. Polat, Anadolu ezgilerini, kimi Türkçe kimi Kürtçe şiirleri cazın vurdumduymaz doğasına bırakıyor. Gitarda ve piyanoda ABD’li Chris Doyle, davulda Porto Riko’lu Frank Rosaly, vokal ve perküsyonda Polat var. Polat’ın kendine özgü dansının yerini, Ferit Odman alıyor. Odman’ın sahneye çıkışı, kalabalıkların artışı derken Bozcaada’daki festival havasının İstanbul’dan hayli farklı olduğu belli. Adanın sakinliği kadar dinleyici de durgun. Sessiz ama hala zinde. Caz festivalinde böyle oluyor demek ki. 

Yel değirmenleri

İkinci gün: Gurbet hikayeleri ve pastane kurabiyesi

Festivalin ikinci gününe katılmadan önce Çiçek Pastanesi’ne uğruyorum. Öylesine bir yer değil burası. Hatta yazının bu noktasına kadar bahsetmemiş olmak dahi, pastanenin ada için önemini esirgiyor. Adadaki her hikaye gibi gurbet hikayesi bu da. Çiçek Pastanesi’nin Rusya’da başlayan macerası, önce Kars’a, ardından Erzurum’a uzanıyor. Pastane, Samsun’un Bafra ilçesinde de kendine yer buluyor. Ancak rotanın sonu Bozcaada. Vapurdan indiğiniz an sizi karşılayan güzel kokuların sahibi Çiçek Pastanesi. Her kafede izleri var, her kurabiye onların ürünü. Pastane, Alaybey Camii’ne bakıyor, karşısı Çınaraltı’na giden yol. Biraz yürüyünce Salhane’de Ceren Gündoğdu’ya rastlıyorum. İskeleye yanaşıp Ayazma’ya tırmanan minibüslere atlıyorum. Herkes Volkan Öktem’i dinlemek için hazır. Saat 22.45’i gösterdiğinde sahneye Kazy Lambist çıkıyor. Oturacak yer bulmak bir yana, ayakta durmakta bile zorlanıyorum. 

Meyhaneler sokağı

Üçüncü gün: Geçici bir veda

Adadaki üçüncü günde, rüzgar çekmecelere saklanmış fakat sıcak bizi karşılıyor. Ada halkı, sokaklara taşan kalabalığı kabullenmişe benzese de içlerinden biri “Burayı da Alaçatılaştırmasınlar da” diyor. Alaçatı, zihnimde mekansal darlık ve sonradan inşa edilmiş bir şehirleşme örneği olarak adanın verdiği histen çok uzak. 

Zamansız bir toprak parçasının üzerinde durduğumu unutuyorum geçen günlerde. Ana karadan uzak bir deniz kenarında uyuduğumu çok sonra fark ediyorum. Akşam saatleri çökmeden adadan ayrılıyoruz. Vapura yetişmek için koşarken bir sonraki ziyaretimi düşünüyorum. Domates reçelinin tarifini, üzüm bağlarındaki sırları ve pastanenin reçetesini… 

Bu sefer bir yabancı değil, bir misafir olarak geleceğim. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.