Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Fethullahçı savaş lordlarına rağmen

Fethullahçılık sorununun Türkiye’nin en önemli sorunu olduğunu dile getiren Ruşen Çakır, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ByLock ve Bank Asya kararını bir kez daha değerlendirdi.

Daha önce Vatan gazetesinde yazdığı yazıları da hatırlatan Çakır, Fethullahçılık ile ilişkilendirilen binlerce kişinin tutuklandığını fakat asıl kişilerin ülkeden kaçtığını söyledi. Çakır’a göre varlıklarını bu “şebekeye” borçlu olan isimler örgütten kopamadı ve bu kişiler “savaş lordu”.

Yayına hazırlayan: Cenk Narin

Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. Türkiye’nin çok önemli bir sorunu var. Bu sorun Fethullahçılık sorunu. Bu, kökleri 1970’li yılların başlarına giden bir hareket, bir şebeke. Bu şebekenin de lideri, kurucusu ve her şeyini kontrol eden ismi Fethullah Gülen, biliyoruz. Yıllardır Amerika Birleşik Devletleri’nde Pensilvanya’da yaşıyor ve bu şebekenin dünyanın dört bir tarafında okulları, vakıfları, şirketleri var; ama yakın bir zamâna kadar esas olarak tabiî ki merkezi Türkiye’ydi. Türkiye’de hem dernekleri hem vakıfları, sendikaları, gazeteleri, bir medya imparatorluğu, şirketleri vardı; ama onun ötesinde, orduda, istihbârat teşkîlâtında, adliyede, poliste –özellikle poliste–, ama bunun dışında tüm bürokraside çok ciddî şekilde paralel bir örgütlenme gerçekleştirmiş bir yapıydı. Bu yapı en sonunda, mâlûm, 2016’da 15 Temmuz darbe girişimine kalkıştı. O andan îtibâren de etkisinin devlet eliyle çok sert bir şekilde azaltıldığını biliyoruz, görüyoruz. 

Bu süreç tamamlanmış değil, tamamlanacağı da benzemiyor; çünkü çok büyük bir yapı söz konusu ve hem bu yapının kendisinin büyüklüğü hem de ülkeyi yönetenlerin –başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere– bu yapıyla, bu şebekeyle yürüttükleri mücâdelede yaptıkları çok büyük hatâlar var. İnsan haklarına aykırı uygulamalar, hukuk devletine aykırı uygulamalar nedeniyle, bir de işin tabiî ki psikolojik yönü, medya yönü vs. var. Bütün bunlara baktığımız zaman, Erdoğan iktidârının kendisine göre yürüttüğü topyekûn mücâdele, nasıl zamânında 28 Şubatçılar İslâmcılara karşı yürüttüklerini sandılarsa burada da çok büyük hatâlar, çok kötü sonuçlar ve telâfîsi bayağı zor, belki de mümkün olmayan mağdûriyetlere yol açtı. Esas olarak bir yapının kurduğu komplolar söz konusu, bu yapının elitlerinin –başta Gülen olmak üzere– kurduğu komplolar, düzenledikleri tezgâhlar, entrikalar söz konusu; diğer yanda, yakın bir zamâna kadar bu yapıyla berâber hareket etmiş olan AKP iktidârının bu yapıya karşı verdiği savaş söz konusu. 

Burada, bir birey olarak, vatandaş olarak, her iki tarafa da olabildiğince mesâfeli durmakta kesinlikle yarar olduğunu düşünüyorum ve başından îtibâren de bunu söylüyorum. Burada Fethullahçılara karşı tam anlamıyla durmak, Fethullahçı yapının tezgâhlarına karşı durmak, ama aynı zamanda da bu yapıyla mücâdele adı altında yapılan birtakım hukuksuzluklara karşı, insan hakları ihlâllerine karşı da durabilmek gerekiyor. Bu olamadı ve sonuçta Fethullahçılar büyük ölçüde devletten tasfiye edildi; ama 10 binlerce, hattâ 100 binlerce insanın bir şekilde mağdur edildiği bir süreç yaşadık, yaşamaya da devam ediyoruz. Bütün bunları bir girizgâh olarak alın. 

En son Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ByLock ve Bank Asya hesapları üzerinden verilen bir mahkûmiyeti bozma karârı oldu; bu olay binlerce kişiyi ilgilendiren bir süreci başlattı. Bununla ilgili çok az sayıda insan, çok az sayıda gazeteci bu olayı gördü, önemsedi. Bunlardan birisi Medyascope olarak biz olduk. Ben de şahsen bu konuyu ilk andan îtibâren yakından tâkip ettim ve bu konudaki görüşlerimi de söyledim. Bu konudaki görüşlerim daha önceki duruşlarımdan hiçbir şekilde farklı değil, bilenler biliyor. Esas olarak da Fethullahçılar biliyor. Şöyle ki, daha Fethullahçı hareketle Erdoğan’ın arası iyiyken Vatan gazetesinde yazdığım yazılarda ve o târihte NTV’de yaptığım yorumlarda çok net bir şekilde Fethullahçılığın, bu cemaatin –o zaman cemaat deniyordu– bir sivil ayağı olduğunu, bir de sivil olmayan ayağı olduğunu söylüyordum. Hattâ o târihte, “ayak” değil de “kanat” diye söylüyordum. Bu sivil olmayan kanat, ordudaki, istihbârattaki, adliyedeki, polisteki ve medyadaki birtakım komploculardı. Bunların sivil olan kanadı domine ettiklerini, onları egemenliği altına aldıklarını ve peşlerinden sürüklediklerini söylemiştim o târihlerde. 

O zamanlar ne dershâne krizi vardı, ne MİT krizi vardı, ne darbe girişimi vardı. Bu baştan beri böyleydi. Bu bir yanıyla toplumsal bir hareket, çok sayıda insan şu ya da bu nedenle –nedenleri sorgulamak doğru olmaz– bu harekete sempati duydu. Bir yerinden bu harekete dâhil olmaya çalıştı, çocuklarını okullarına yolladı. Yanlış yapmış olabilirler; ama bu onları suçlu kılmaz. Bunu baştan beri söylemek lâzım; ama burada bunu bir suç örgütüne, Fethullahçılığı suç örgütüne dönüştüren, bilinçli bir şekilde dönüştüren kişiler bu sivil ayağı kendilerine kalkan olarak kullandılar. Onların sâyesinde yol aldılar. Böyle ikili bir olay vardı ve bu olay darbe girişimiyle –ya da darbe girişiminden önceki süreçlerde– bu ayrım çok net görüldü. 

Sonra ne oldu? Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu tezgâhı yapanların çok azını yakalayabildi. Hattâ belki bâzılarının kaçmasına göz yumulmuş bile olabilir, bilemiyorum. Çok azını yakalayabildi; fakat doğrudan suça bulaşmamış, ama bu hareketle değişik kademelerde ilişkili binlerce kişiyi gözaltına aldı, tutukladı, yargıladı, işlerinden etti. Özellikle kamuda çalışanları kanun hükmünde kararnamelerle işlerinden etti. Sonuçta binlerce kişi ve âileleri çok ciddî bir mağdûriyete kapıldılar. Bâzıları ülkeden kaçmaya çalıştı, kaçanlar oldu. Kaçamayanlar, boğulanlar, kaçmaya çalışırken boğulanlar oldu. Çok sayıda kişinin hayâtını kaybettiğini de gördük. Onların birçoğu hakkında zamânında Medyascope’ta haberler de yaptık. Ben de özellikle Ege’de hayâtını kaybedenlerle ilgili yayınlar yaptığımı biliyorum. 

Şimdi şöyle bir durum var: Fethullahçı çetenin, şebekenin önde gelen isimleri yurtdışında yaşıyor. Ne olduysa bir şekilde kaçabildiler. Darbe girişiminin hemen öncesi ya da hemen sonrasında kapağı ABD başta olmak üzere Batı ülkelerine, ama başka yerlere de attılar. Bunu bir yere yazmak lâzım. Bu kişiler orada, bulundukları yerlerde bu örgütün varlığını sürdürmeye çalışıyorlar. İçlerinden ayrılanlar oldu, kopanlar oldu, eleştirenler oldu, mesâfe koyanlar oldu; ama önemli bir kısmı varlıklarını bu harekete, bu şebekeye borçlu oldukları için olsa gerek, kendi ayakları üzerinde de duramadıkları için olsa gerek, bir de tabiî ki inanmış olmaları nedeniyle kopmadılar ve sürekli olarak Türkiye’ye gözlerini diktiler — bir gün geri dönmek umûduyla. Bu konuda uzaktan yapabildikleri her şeyi yapmaya çalıştılar. İlk başlarda sosyal medya üzerinden çok güçlü bir faaliyet vardı; ama bunlar zaman içerisinde çok da etkili olamadı ve tavsadı. Tek tük birileri bir şeyler sürdürüyor, ama ilk başlardaki ilginin olduğu söylenemez, zâten erişim engeli falan da getiriliyor, o ayrı bir şey.

Fethullahçılar bir yerden sonra Türkiye’de kendilerine bir kamuoyu oluşturamadılar ve ağırlıkla varlıklarını korumaya ve yurtdışında –özellikle Batı ülkelerinde– lobi yapmaya yöneldiler ve bunda hâlâ belli ölçülerde başarılı oldukları söylenebilir. Bu şebekenin aslında varlık nedeni şu hâliyle bakıldığı zaman Erdoğan iktidârıyla savaşı sürdürebilmek. Şu anda tam anlamıyla eşitsiz bir savaş söz konusu. Erdoğan, sâdece Türkiye’de değil yurtdışında da Fethullahçılara yönelik her türlü operasyonu, kimi zaman bâzı ülke yöneticilerini iknâ ederek, kimi zaman MİT operasyonlarında olduğu gibi, birtakım örtülü faaliyetlerle mücâdele ediyor. Fethullahçılar, devlet içerisindeki güçleri bayağı bir azaldığı için buna eşit ölçüde tabiî ki cevap veremiyorlar; ancak, kavgadan besleniyorlar, savaştan besleniyorlar, varlıklarını buna borçlular. Ben de bu nedenle kendilerine “savaş lordu” diyorum. “Savaş lordu” çok kullanışlı bir tâbirdir. Değişik yerlerde, değişik ortamlarda –Türkiye’de de oldu bu– savaştan çıkar gözeten, varlıklarını savaşa borçlu olanlar demek, Fethullahçılar da böyle. 

Onların Türkiye’de binlerce insanın bir şekilde cezâevlerinde ya da işlerinden atılmış falan şekilde mağdur olması, istenmeyen kişi olmaları, birçok meslekte çalışmalarının önünün kesilmesi, insanların onlara bayağı bir mesâfeli durması vs. gibi olaylardan çok da rahatsız olduklarını söylemek mümkün değil. Tam tersine bu mağdûriyetlerden besleniyorlar. “Bu mağdûriyetler sürsün ki biz de varlığımızı sürdürebilelim” diyorlar. Böyle acımasız bir perspektif var ve burada kimlerin mağdûriyeti söz konusu? Bir zamanlar onlara inanan, bir şekilde güvenen, onları tâkip eden insanlar, yani tabanları aslında. Taban ne kadar çok acı çekerse kendilerinin varlığının o kadar kolay olacağını düşünüyorlar. 

Şöyle bir şey söyleyeyim, tersini söyleyeyim: Devlet çok daha insânî, hukukî, demokratik, insan haklarını temel alan bir yaklaşımla Fethullahçılıkla mücâdele etmiş olsaydı, tabiî ki mağdûriyetler çok alt düzeye inerdi ve mağdûriyetlerin az olması nedeniyle de, Fethullahçılar birtakım insanları daha fazla kullanabilse de birçok insan Fethullahçılığın gerçek yüzüyle karşılaşma imkânı bulabilirdi. Devletin yaptığı şu: İnsanlara acı çektirerek onları bu işten uzaklaştırmak. Tabiî ki pişmanlık yasasından yararlananlar oldu, ama benim duyduğuma göre, özellikle cezâevlerinde çok ciddî bir öfke birikimi var ve bu aynı zamanda cezâevlerinde ve başka yerlerde Fethullahçılığın geleceğinin garantisi olan birtakım duygular birikiyor. Tamâmen Fethullahçıların başarısı değil, devletin başarısızlığı var burada.

Kendi hâlinde insanlara, alt düzeydeki insanlara, sempatizanlara, bir şekilde dâhil olmuş, bulaşmış, pişman olsun olmasın –bunu özellikle söylemek istiyorum– doğrudan suç işlememiş insanlara –Türkiye’de bir dinî cemaate dâhil olmak bir suç değildir– normal bir şekilde davranıp bunlara suçlu muamelesi yapılmaması gerekiyor. Bunu söylediğimiz zaman, tabiî ki devlet kızıyor. FETÖ –ki ben bu lâfı hiçbir zaman kullanmıyorum, bilenler bilir– karşıtlığından ekmek diyenler de bundan rahatsız oluyor. FETÖ karşıtlığından ekmek yiyenlerin büyük bir kısmının bütün bu olaylardan önce Fethullahçılarla nasıl “al takke ver külâh” olduklarını da biliyoruz, bunları da unutmadık. Hepsinin sicilinde Fethullahçılıkla içli dışlı olmak, hatta Pensilvanya ziyâretleri, hocaefendi övgüleri, “Ülkemize dön, seninle kucaklaşalım” demiş olmalar vs. var. Şimdi bunlar rahatsız ediyor, devleti yönetenler rahatsız oluyor. Rahatsız olmakta haklılar; çünkü onlara yanlış yaptıklarını söylüyorsunuz. Bir de savaş lordları rahatsız oluyor, kuduruyorlar. Gerçekten kuduruyorlar. Daha önce değişik olaylarda gördüm. Bizzat yaşadığım için biliyorum. Ne zaman bu konuda bir şeyler söylesem hemen sosyal medya üzerinden bazı kişilerin –ki açıkçası eskiden çok daha fazlaydı, şimdi sayıları azalmış, bu da ilginç bir şey, ya beni çok fazla önemsemiyorlar ya da gerçekten sayıları azaldı– özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde oldukları için saat farkı nedeniyle geç tepkiler geliyor. Onların verdiği tepkilerin üzerine başkaları üşüşüyor. Neden rahatsız oluyorlar? Çünkü siz burada savaş lordlarıyla kendi hâlindeki insanlar, bir şekilde Fethullah Gülen’in söylediklerine inanmış, önem vermiş, ona bir şekilde bağlanmak istemiş olan insanlar arasında ayrım gözetilmesini istiyorsunuz, onların ekmeğiyle oynuyorsunuz.

Savaş lordlarının cephânelerini elinden almaya kalkıyorsun ve hemen başlıyorlar, “Vay efendim, sen busun, şusun” diyorlar, çok rahatsız oluyorlar. Kalkıp, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin karârı yanlıştır, bunların hepsi çürütülmelidir, yok edilmelidir. Soykırıma tâbi tutulmalıdır”desem bu kadar tepki almam, hoşlarına gider. Çünkü “Bakın, görüyorsunuz, insanlar böyle” derler. Ama “Ayrım yapın, bu insanlara bu zulümleri yapmayın” diyorum. 

Meselâ Zekeriya Öz nerede? Zekeriya Öz’ün nerede olduğunu bile bilmiyoruz ya da unuttuk adını. Bu lâfı, küçümsemek için söylemiyorum; ama gerçekten samîmîyetten söylüyorum. Çok sayıda, binlerce gariban insanın hayâtıyla oynadı devlet. Ama polis şefleri, birtakım büyük köşe yazarları, şunlar bunlar, ellerini kollarını sallayarak kaçıp gittiler. Bu şebekenin kriminal yapısında olduğunu tahmin ettiğimiz az sayıda insan tutuklandı, cezâlandırıldı ya da hâlâ hapiste; ama büyük bir kısmı, büyük bir çoğunluğu çıktı ve savaşı dışarıdan sürdürmeye çalışıyorlar. Fethullahçı savaş lordlarına rağmen, kronikleşmiş bu mağdûriyetlerin bir an önce sonlandırılması ve mümkün olduğu kadar da telâfî edilmesi için pozisyon almak, duruş sergilemek gerekiyor. Bunu yapmanın yolu da Fethullahçı savaş lordlarını eleştirmek kadar aynı zamanda da ülkeyi yönetenlerin eleştirmekten geçer. 

“Orta yolculuk” diyor kimileri, olabilir. Adı ne olursa olsun, burada başından îtibâren, bu olay ilk çıktığı andan îtibâren taraf tutulabilecek bir savaş olmadığını söylemiş birisiyim. Fethullahçılığın ne olduğunu çok iyi biliyorum. Gazetecilik hayatım boyunca sürekli tâkip ettiğim bir yapıdır. İlk andan îtibâren tutumum da bellidir. Zâten Fethullah Gülen’in mahkeme dosyalarına da girmiş elyazısı notlarında hakkımda düşündükleri de kayıtlara geçmiştir ve bundan da hiçbir şekilde rahatsız değilim. Tam tersine gurur duyuyorum, ama aynı zamanda başından îtibâren de devletin Fethullahçılarla işbirliği yaparken ve Fethullahçılarla savaşırken yaptığı yanlışları özellikle vurgulamak, altını çizmek ve bu konuda elimden geldiğince kamuoyuna bir şeyler anlatma derdindeyim. Bunu sürdürüyorum, sürdüreceğim. Fethullahçı savaş lordlarından dün de korkmadım bugün de korkmuyorum.

Ateş olsalar cirmleri kadar yer yakarlar. Aynı şekilde bütün bu eleştiriler nedeniyle devletçi çizgide olanların da dile getirdikleri birtakım –eleştiri diyemeyeceğim– şeyler de çok umûrumda değil. Biraz kişisel oldu, farkındayım, ama bu olay benim öteden biri hep yaşayıp gördüğüm, bizzat tâkip ettiğim ve doğrudan bir şekilde vatandaş olarak da tarafı olduğum bir olay. Nasıl taraf oldum? İki tarafa da angaje olmadan evrensel insan hakları ilkelerine sâdık kalarak, iki yanlışın içerisinden Türkiye için doğru bir şeyleri çıkarmaya çalıştım. Elimden geldiğince bunu yapmaya çalıştım. Becerebildiysem ne mutlu bana. Muhakkak ki yanlışlarım olmuştur; ama şunu özellikle söylüyorum: Fethullahçı savaş lordlarına –isterseniz “baron” deyin, onlar çok severdi “baron” lâfını–, bunlara karşı durmak aslında çok kolay bir şey. Herkese tavsiye ederim. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.