Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (184): Hamas-İsrail savaşı & Avrupa Konseyi’nden Kavala kararı

İsrail-Hamas savaşı giderek büyüyor, İsrail kara harekâtına hazırlanıyor. Tel Aviv, Gazze Vadisi’nin kuzeyinde yaşayan herkesin önümüzdeki 24 saat içinde Gazze’nin güneyine geçmesini istediğine dair haberler geldi. Kara savaşında Ortadoğu’yu neler bekler?

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM), Gezi davasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan ve yaklaşık 7 aydır cezaevinde bulunan iş insanı Osman Kavala’nın derhal serbest bırakılması kararını kabul etti. Eğer Kavala, Ocak 2024’e kadar serbest bırakılmazsa Türkiye delegasyonu AKPM’de oy hakkını kaybedecek ve Avrupa ülkeleri Kavala’nın cezaevine gönderilmesinde rolü olanlar hakkında kovuşturma başlatacak.

Yeşil Sol Parti Olağan Kongresi, 15 Ekim’de Ankara Ulus’ta Atatürk Spor Salonu’nda düzenlenecek. Kongrede neler bekleniyor?

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Tabiî ki en önemli olay Hamas-İsrail Savaşı. “Savaş” diyelim, çünkü artık çatışmanın ötesine geçti bu. Bunu en sona bırakalım, daha uzun konuşalım. İstersen önce Osman Kavala ile ilgili Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde (AKPM) dün akşam geç saatlerde alınan kararla başlayalım. 

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Osman Kavala’nın “derhal serbest bırakılması” karârını kabul etti. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını uygulamayarak, Kavala’yı 1 Ocak 2024’e kadar serbest bırakmaması hâlinde yaptırımlarla karşı karşıya kalacak. Bu yaptırım karârı, özellikle hâkim, savcı, polis ve diğer devlet memurlarına yönelik. Bu karar yeni bir aşama ve aslında çok ciddî bir adım. 

Burada benim en çok dikkatimi çeken husus, oylamada, Azerbaycan dışında hiç kimsenin Türkiye lehine –ya da iktidar lehine diyelim– ret oyu vermemesi; Türk delegasyonunda ise İYİ Parti’nin de ret oyu vermiş olması. Bunun özellikle şu nedenle önemli olduğunu düşünüyorum: En son Meral Akşener, grup toplantısında Gezi’yle ilgili uzun uzun konuşmuş ve Gezi’yi sâhiplenip iktidârı eleştiren, Gezi Dâvâsı’nı sorgulayan çok net bir tavır almıştı. Ama İYİ Parti’nin temsilcisi o oylamada MHP ve AKP’lilerle aynı şekilde ret oyu kullandı.

Bu mesele aslında bir yanıyla garip, ama diğer yanıyla da birçok konuda karşılaştığımız bir durum. Aslında işler iyice karıştı. Meselâ önümüzdeki hafta Meclis’te TSK’nın Suriye ve Irak’taki görev süresinin 2 yıl daha uzatılmasını öngören tezkere konusu var. İYİ Parti tezkereye “Evet” diyecek, CHP “Hayır” diyecek. Artık muhâlefet bloku diye bir şey kalmadı. Birazdan konuşacağımız Filistin meselesinde de durum aynı. Gelecek Partisi, Saadet Partisi, HÜDAPAR’ı da yanına alarak çok açık bir İslâmcı duruş sergilerken, Meral Akşener İsrail’i de eleştirdi ama Hamas’ın yaptıklarını terör eylemi diye tanımladı. Muhâlefet iyice birbirine girmiş durumda. Bu dağınıklık, önümüzdeki dönemde Meclis’teki anayasa tartışmalarında da karşımıza çok çıkacak ve Erdoğan’ın “Kapımız herkese açık” lâfının o kadar da boş bir lâf olmadığının bir göstergesi. 

Açıkçası ben, İYİ Parti’nin Osman Kavala’nın bir an önce tahliye edilmesi yolundaki oylamada ret oyu vermesini çok önemsedim. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin bu karârından bir şey çıkma ihtimâli çok fazla yok zâten. Dışişleri Bakanlığı da bu tavsiye ve karârı sert bir şekilde eleştirerek, bunun AKPM’nin varoluş nedenini oluşturan demokratik değerlere aykırı, pervâsızca bir hareket olduğu açıklamasını yaptı. Ben bu oylamayla ilgili İYİ Parti’nin duruşunun altını özellikle çizmek istedim. Ne dersin?

Kemal Can: Son söylediğinden başlayayım. Avrupa Parlamentosu’nun karârı ya da Avrupa’nın tavrı meselesine girmeden önce, senin bahsettiğin konudan konuşalım. Geçen haftaki yayında şöyle bir şey söylemiştim hatırlıyorsan: Son seçim sonrasında, seçim yenilgisinin sebepleri listelenirken, bunlardan bir tânesi de, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi haksız ve hukuksuz biçimde hapiste tutulan insanların serbest kalacağına ilişkin vaadin aslında negatif etkisi olduğunu, muhâlefetin cumhurbaşkanı adayının böyle vaatlerde bulunmasının isâbetli olmadığı konusunda hem siyâsîlerin hem bâzı bağımsız yorumcuların birtakım açıklamalar yaptıklarını, hattâ birkaç yerde, “Seçim yenilgisinin nedenleri” temalı raporumsu birtakım yayınlarda da, bir cümle de olsa bu tür şeylere yer verildiğini söylemiş ve “O zaman neyin ittifâkını yapıyorsunuz?” demiştim. 

Biraz önce “Muhâlefet dağılıyor, Meclis’teki anayasa tartışmalarında, tezkere oylamasında iyice darmadağın görünecek” dedin ya. Bütün yaşadıklarımızdan sonra, herkes şimdi meseleyi kendi cephesinden anlatıyor ya. Galiba herkesin beklediği, herkesin bir şey biçtiği, umutlandığı o ittifak, aslında hiçbir zaman olmamış. Herkesin kendi cephesinden anlattığı – “Ne kadar doğru ne kadar eğri? Kim doğruyu söylüyor?” onu bir kenara bırakalım–, herkesin anlattığından çıkan toplam sonuç şu: Hakîkaten neye karşı olduğu konusunda bile mutâbakat geliştirememiş, neyi inşâ edeceği konusunda mutâbakat geliştirmesini ya da bir cennet tasavvurunu ortaya koymasını geçtim, cehennem tasviri konusunda ve birlikte olmalarının nedeni olan karşı çıktıkları şeyler konusunda bile hiç de net değillermiş. Öyle bir ittifak yokmuş ve bu konuda hiçbiri samîmî değilmiş. Bütün bu gelişmelerden bunu anlıyoruz.

Avrupa Parlamentosu’ndaki hikâyede İYİ Parti, AKP ve MHP’li parlamenterler gibi oy kullanmasını, “Biz Türkiye’nin cezâlandırılmasına millî gurur dolayısıyla onay veremezdik. Biz böyle bir şeye ‘Evet’ diyemezdik. Biz, uluslararası ilişkiler bağlamında böyle bir karar verdik” diye bunu te’vil etmeye çalışacaklardır büyük ihtimalle. Bu yapılan şeyin hukuksuz olduğunu ya da senin söylediğin gibi, Meral Akşener’in konuşmasında değindiği Gezi Dâvâsı’nın hukuksuz bir dâvâ, hukuk dışı bir süreç olmasını es geçeceklerdir. Ama açıkçası, ben orada o oyu kullanan İYİ Parti milletvekillerinin ya da İYİ Partili pek çok ismin, Gezi Dâvâsı’nda haksız hapiste tutulanlarla ilgili samîmî bir rahatsızlık duyup duymadığından çok emin değilim. Çünkü bu hâdisenin başka cephelerde de devâmı gelecek; senin söylediğin gibi, anayasa, tezkere gibi konularda… Aslında, DEVA, Gelecek ve muhâlefet blokunda yer alan diğer sağ blok partilerin muhâlefet blokunda yer alma gerekçeleri, iktidârın temel tercihleri ya da ideolojik hattıyla ilgili çok fazla problemleri olduğu için değil sanıyorum. Asıl olarak o gücü kimin kullanacağı, iktidarda kimin olacağı ya da iktidar gücünün nasıl paylaşılacağıyla ilgili bir tartışmanın uzantısı. 

Daha önce de hep konuştuk ya; hukuk konusunda, insan hakları konusunda, dış politika konusunda, hattâ ekonomi konusunda, biz asıl olarak muhâlefetin… Şimdi birtakım programlar açıkladılar; ama bütün o programlar açıklandıktan sonra, kendilerince liyâkatli üç bakan, yine işin gereklerini yapmaya başladığında alkışlamaya başladılar ya da buna mecbur kaldılar. Dolayısıyla, farklarını anlatamamış olmaları zâten belki de çok da farklarının olmamasındanmış. Belki seçmen bu konuda bizlerden daha ileride bir şey göstermiş.

Dolayısıyla ben özet olarak şunu söyleyeceğim: Senin söylediğin gibi, bu tür gelişmelerin devâmı da geleceği için, yani artık “muhâlefet bloku”, “iktidar bloku” diye târif edilen şeyler… Gerçi yerel seçim için hâlâ birtakım adaylar ittifak rûhunun yeniden canlandırılabileceğini iddia ediyorlar. Elbette ki kısa dönemli çıkar ilişkileri yeniden ittifak tabloları yaratabilir. Ama bir ara bütün dünyada çok sihirli bir formül gibi herkese önerilen, asıl olarak bu popüler-otoriter dalgaya karşı ancak bütün diğer kesimlerin ittifak kurmasıyla bunların durdurulabileceği efsânesi, aslında sâdece bir başarısızlık hikâyesi değil, bir yalan hikâyesi bence. Olmayan şey de bu. 

Dolayısıyla birileri olmayan bir şeyi canlandırabilir mi? Evet, dönemsel olarak canlandırabilir. Ama artık Türkiye’de de tüm dünyada da, tarafların, öyle genel mutâbakat, insânî kriterler, hukukî normlar, uluslararası kurallar çerçevesinde pozisyon aldıkları ortak zeminler kalmıyor. Bu, ne çok serbest bir alan olacağı varsayılan sosyal medyada böyle, ne de kurumsal siyâset artık böyle. Yani kimse, ikiyüzlülüğünü, içten pazarlıklı olduğunu, derdinin ne olduğunu saklamıyor; gayet açıkça beyan ediyor, yapıyor ve gösteriyor. Böyle bir kaba siyâset dönemine girdik. Bu belki de, kısa vâdede kötü sonuçları olsa bile, taşların yerine oturması, aynıların aynı, ayrıların ayrı yerlere yerleşmesi bakımından hayırlı bir gelişme de olabilir. 

Şimdi bu ikiyüzlülüğün diğer cephesine, Avrupa meselesine geleyim. Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi, yine daha önce de aldığı birkaç kararla paralel, bir tavsiye karârı alıp, Osman Kavala’nın bir an önce serbest bırakılması talebiyle, Türk delegasyonunun oy hakkının engellenebileceği bir yaptırıma gitme ihtimâlini ortaya koydu. Ama hatırlıyorsan, daha önce de Avrupa Komisyonu’ndan Türkiye’nin çıkartılması ihtimâline kadar varabilecek bâzı yaptırımların geleceği konuşulmuştu. Yine daha geriye gidelim: 3-4 yıl önce, Gezi Dâvâsı Osman Kavala’nın da beraatla sonuçlandığında, başka bir uyduruk soruşturmayla onu yeniden hapishâne kapısından tekrar gözaltına alıp, tekrar yargılayıp müebbet hapse götüren sürecin başında, yani seneler önce, bu eziyetin senelerce sürmesinin çok öncesinde, Avrupa, sâhiden haksız ve hukuksuz olduğu her tarafından görülen ve kendilerinin de çeşitli organları tarafından karâra bağlanmış bu sürece çok daha net müdâhil olabilirdi. Sonuç alırdı almazdı, Türkiye bunu takardı takmazdı, önemli değil. Eğer Türkiye takmıyor diye karar almıyorlarsa, şimdi de almasınlar. Şimdi alıyorlarsa, niye daha önce almadılar? Ayrıca, o zaman, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi henüz karar vermemişti” diye birtakım gerekçeler uydurulabilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de bu konuyla ilgili ayak sürüdüğü, uzun süre savsakladığı, hattâ o sürecin hemen öncesinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Başkanı’nın Erdoğan tarafından Türkiye’de ağırlandığı da unutmayalım. 

Dolayısıyla, iç siyâsetteki bu ikircikli tutum, tuhaf tavırlar, Avrupa’nın bu gayet samîmîyetsiz tutumu, toplam bir şey gösteriyor bize. Evet, şimdi Avrupa bu konuda biraz baskıyı ya da bu tür uyarıları artırabilir. Ama şu anda, dünyanın girdiği yörüngede, hukukun, adâletin, evrensel insan hakları ölçütlerinin geçerli olabileceği bir zemin ne toplumsal platformda ne kurumsal siyâsette artık çok bahsedilir bir şey gibi gelmiyor. 

Ruşen Çakır: Seni dinlerken aklıma geldi şimdi. Birkaç hafta önceki yayında AİHM Büyük Dairesi’nin ByLock ve Bank Asya karârıyla ilgili konuşmuştuk. Farkındaysan, bu kadar önemli, binlerce kişiyi ilgilendiren karar hakkında hâlâ kimse doğru dürüst sesini çıkarmıyor. Daha karar alındığı andan îtibâren yok hükmünde oldu. Kimsenin de uygulayacağını sanmıyorum. Bu konuda baskı yapacak kimse de olmayacağı için, öyle kaynayıp gidecek.

Pazar günü Yeşil Sol Parti’nin Olağanüstü Kongresi var. Birçok şey belli aslında. Kongrede partinin adı ve eş başkanlar değişecek. Partinin adı, “Demokratik Halklar Partisi” diye önerilmişti. Eş başkan adayları olarak da Tuncer Bakırhan ve Tülay Hatimoğulları Oruç’un isimleri geçiyor. Yani çok da büyük bir beklenti yok sanki. Türkiye’nin üçüncü partisi, değil mi? Daha önce de konuştuk; onlar, daha aşağıdan yukarıya bir sorgulama yaptılar, ama yine de tam toparlanabilmiş gibi gözükmüyor parti. Tabiî kongre yeni bir dönem olacak, ismi değişecek, muhtemelen amblemi de değişecek. Eş başkanlar değişecek. Bu partinin kongreleri daha önceden konuşulurdu biliyorsun. Ama bu sefer çok fazla konuşulmuyor, kendi tabanında bile çok fazla konuşulmuyor. Herhalde formalite icâbı yapılan bir kongre olacak gibi görünüyor. Yeni bir başlangıç yapacaklar, orası belli; ama zamâna yayılan bir süreçte, acele etmeden gidecek gibi geliyor bana. Ne dersin?

Kemal Can: Evet. Sanıyorum kongrenin sloganı da “Özgürlük İçin Yeniden” olacakmış. Yani bir yeniden atılım, yeniden toparlanma, o hep eleştiri konusu olan atâletin halledilmesi önemli bir hedef gibi görünüyor. Tabiî bu, kongrenin sonuçlarıyla çok bağlı değil. Zâten bu kongre, netîcelenmiş bir sürecin kongresi gibi değil, aslında bir süreci başlatacak kongre olarak târif edilebilir. Yani, bir yeniden yapılanma sürecinin başlangıç kongresi. Bir final kongresi değil gibi görünüyor. En azından, iddialar, isimler ya da sloganlar anlamında öyle güçlü bir çıkış pek beklenmiyor. 

Fakat senin de dediğin gibi, kurumsal siyâsetin içerisinde önemli bir aktör. Meclis’teki sayısal tablo, muhâlefetin kendi başına bir şey yapmasına çok müsâit değil. Çünkü biraz önce konuştuğumuz gibi, muhâlefet ittifâkı ya da muhâlefette yer alan partiler bir ortak zemin oluşturmuyorlar. Sâdece iktidar ve muhâlefet partileri diye sayısal bir tablo çıkartmanın artık bir anlamı yok; pek çok başlıkta yok. Ama yine de önemli bir seçmen blokunu kontrol eden, önemli bir siyâsî hareketten bahsediyoruz. Ayrıca, kendi seçmenini kolayca motive edebilen, harekete geçirebilen, tâbir yerindeyse “seçmen konsolidasyonu yüksek” partilerden biri. Evet, son seçimde belirli bir oy kaybına uğradı. Ama bu, hem önümüzdeki yerel seçimde hem daha sonraki siyâsî süreçlerde, etkili bir siyâsî taban oluşturduğu gerçeğini değiştirmiyor. 

Ama bu kongre, senin özetlediğin gibi, belki bu sürecin başlangıç işâretlerinin verileceği ya da onun kanallarının oluşturulacağı bir kongre olacak; tamamlanmış bir sürecin kongresi olmayacak. Ama çok kısa bir süre sonra Türkiye yerel seçim konjonktürüne girecek. Dolayısıyla onun da bu kongre üzerinde belirli bir etkisi olacağını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Evet, Filistin meselesine gelelim. Ben bugüne kadar bu konuda pek bir şey söylemedim. Özellikle söylemedim; halbuki bildiğim bir konu. Filistin’e, Gazze’ye çok gittim, İsrail’e de gittim. Hatırlarsan CNN Türk’te birlikte çalıştığımız zaman da gitmiştim. Hattâ Şeyh Ahmet Yasin’le röportaj da yapmıştım.  

Kemal Can: Erdoğan da gidecekti, ama bir türlü gidemedi. 

Ruşen Çakır: Ben gittim. Şimdi bakıyorum: Bu savaş başladığı andan îtibâren, özellikle sosyal medyada –artık her şey oradan yürüdüğü için– çok korkutucu bir yaklaşım var. Normal medyada ve sosyal medyada çok pozisyon almalar var ve her zaman olduğu gibi, burada arada kalanın canı çıkıyor. Daha temkinli, daha sağduyulu konuşmaya ve insan hayâtını önceleyen perspektiflere çok fazla imkân tanımıyorlar. Geçen gün Cengiz Çandar’la bir yayın yaptım ve daha çok onu konuşturdum. Ama ben galiba bu haftaki pazar yazısında bu konuda bir şeyler yazacağım, gerçi çok da emin değilim. Maalesef, bugün yarın, Gazze’nin kuzeyine yönelik büyük bir kara harekâtı bekleniyor. 

Kemal Can: Evet, İsrail, boşaltılması için 24 saat süre verdi. 

Ruşen Çakır: Evet. Zâten şu âna kadar yaptıkları misillemeler çok büyük bir yıkım yarattı Gazze’de. Ayakta nasıl durduğunu anlamadığın bir yer Gazze. Hani hep söylenen, “Dünyanın en büyük açık cezâevi” saptaması çok doğru. Birçok kez gittiğim için biliyorum; bir kapıdan giriyorsun ülkeye. İsrailliler izin vermediği müddetçe giremiyorsun oraya. Ben Mısır tarafından hiç gitmedim; hep İsrail tarafından girdim. Gerçekten çok korkunç şeyler yaşandı, daha da korkunçları kapıda bekliyor herhalde. 

Tabiî şöyle bir şey oldu — dünyada da bu oldu, ama Türkiye’ye bakarsak daha net görünüyor: Türkiye’de İslâmcı hareket diye bir şey kalmamıştı aslında; ama Filistin meselesi Hamas’la birlikte gündeme gelince tekrar ortaya çıktılar. Cuma namazı çıkışında gösteriler, mitingler yapıldı. Ahmet Davutoğlu ve Temel Karamollaoğlu, HÜDAPAR’ı da yanlarına alarak mitingler örgütlüyorlar; üzerlerinde Filistin atkılarıyla basın toplantısı düzenliyorlar. 

Erdoğan’ın tavrına gelince: AKP’nin Olağanüstü Kongresi, 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail saldırısına denk geldi. Erdoğan ayağı frende bir konuşma yaptı ve iki tarafı da îtidâle çağırdı. Tabiî ki İsrail’e yönelik vurgular daha fazla olmakla birlikte, bir Davutoğlu, Karamollaoğlu, HÜDAPAR ya da bir Fatih Erbakan çizgisinde değil. Bunu da ne kadar sürdürebilecek açıkçası çok emin değilim.

Bu saldırı çok ilginç bir zamâna denk geldi. Tam da Türkiye’nin, bölgede Mısır ve İsrail dâhil herkesle arasını iyileştirdiği ve ortak birtakım proje ve işbirliklerine hazırlandığı sırada gerçekleşti. Meselâ Körfez ülkelerinden para transferi, İsrail’le ortak birtakım enerji projeleri, Mısır’la ilişkilerin 10 yıllık aranın ardından yeniden büyükelçilik seviyesine çıkarılması, vs… Aslında Hamas’ın saldırısının bölgedeki bütün dengeleri iyice karıştıracak bir olay olduğu ilk günden anlaşıldı. Bu yaşanan saldırının, Türkiye’de iktidârın istediği bir şey olduğunu hiç sanmıyorum. Bunun sonuçları da gerçekten çok zor olacak. Çünkü İsrail’in daha önceki performansını, nasıl acımasız bir soykırım çizgisinde politikalar izlediğini biliyoruz. Sonuçları, öncelikle Filistinliler, Gazze halkı için çok zor olacak. Ama aynı zamanda, bölgedeki bütün güçler için, meselâ Türkiye için de çok zor olacak. İran’ın çok rahatsız olduğunu sanmıyorum. Bu dengelerin böyle değişiyor olması ve şiddetin tekrar öne çıkıyor olması, İran’ın istediği bir şey aslında. Çünkü onlar, İsrail’le bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin yumuşamasından rahatsızdı ve bunu açık açık da söylüyorlardı. 

Türkiye’den verilen mesajlara bakalım. Meselâ CHP’nin açıklaması nedir çok anlamadım. TBMM Genel Kurulu’nda ise, Meclis’te grubu bulunan bütün siyâsî partilerin imzâsıyla İsrail-Filistin çatışmasına yönelik ortak bildiri yayınlandı. Meclis’teki ortak bildirilere genellikle Yeşil Sol Parti’yi katmazlardı. Dikkat edersen, bu ortak bildiride Yeşil Sol Parti’nin de imzâsı vardı. Bu ortak bildiride, Kudüs’ün başkent olduğu bir Filistin Devleti vurgusu önemli. Sivillere yönelik tüm saldırılara karşı durulması önemli. Ama çok zor bir süreç. Gerçekten tekil olarak bireylerin, partilerin, kurumların, devletlerin pozisyon alması anlamında çok zor.

Tabiî bu arada Batı’da müthiş bir İsrail’in yanında yer alma ve Filistin konusunda da, Hamas’ın sivillere yönelik saldırılarını, katliamlarını öne çıkartıp, Filistin meselesini tam anlamıyla yok sayma tavrı öne çıkıyor. Medyasında da böyle büyük ölçüde. Ama esas olarak Batı ülkelerinin yöneticilerinde de böyle. Meselâ Rusya’nın Ukrayna’ya karşı sivillere yönelik yaptırımları konusunda çok açık pozisyon alan Avrupa Birliği, burada Gazze’deki elektrik, su, gıda ambargosu konusunda pozisyon almış değiller.

Kemal Can: Evet. “İkiyüzlülük”, “samimiyetsizlik” diyoruz, bir sürü sıfat uyduruyoruz. Açık söylemek gerekirse, dünyada bir süredir, 1. Körfez Savaşı’ndan başlayarak, 11 Eylül’le devam eden, Ukrayna ve bugün buraya kadar gelen bir süreçten söz ediyorum. Suriye dâhil pek çok meseleyi de bunun içerisine koyabiliriz. Bunların hiçbirinde, önümüze gelen, o ânın içerisinde gelişen şeylerle, sorunun bir târihsel bütünlük içerisinde ayrı ayrı değerlendirilebileceği, ne gündelik hayatta tek tek insanların, ne kurumsal olarak koca koca devletlerin ve o devletlerin en yetkili isimlerinin yaptığı bir şey değil. Ve bu, gerekli görülen bir şey olmaktan çıktı. 

Daha önemlisi de şu: Özellikle Batı’nın, bu konuda her zaman kitabına uydurarak ikiyüzlü tutumu bilinmedik bir şey değil. Şimdi yeni olan durum, bu ikiyüzlülüğün artık saklanma gereği duyulmadan yapılıyor olması. Türkiye’de de yaşıyoruz bunu ve hep yaşayarak görüyoruz. Hukuksuzluk yapılıyor, ama hukuksuzluğa bir kılıf uydurmaya filan çalışılmıyor. Bunun hukuksuzluk olduğu, açıkça ayrımcılık yapıldığı, birine başka bir hukuk, birine başka bir hukuk uygulandığı ve bunun, gücün gereği olduğu göze sokularak, üstüne basılarak, altı çizilerek yapıldığı bir şey yaşıyoruz. Ne hak ihlâlleri gizleniyor ne ikili hukuk gizleniyor… 

Ruşen Çakır: Kemal burada bir araya gireyim, sen söyleyince aklıma geldi. Belki görmüşsündür, çok çarpıcı. Bugün Timur Soykan’ın müthiş bir haberi çıktı BirGün’de. İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı’nın HSK’ya gönderdiği yazı. O yazıda şöyle bir şey hatırlıyorum: “Gelecek nesillere daha temiz bir toplum oluşturmak için mücâdele ederken, İstanbul Anadolu Adliyesi’nde bu süreçte görev alan kimi yargı mensupları, devletten alacağı varmış gibi her türlü kirli işi yapmayı kendinde hak görmeye başladı.” Bu cümleler çok çarpıcıydı. Sanki çok normal bir şeymiş gibi yapıyorlar bunu. Normalde, bir savcının, hâkimin peşine düşmesi gereken bir faaliyeti, müktesep hakmış gibi kullandıklarını söylüyor. Çok çarpıcı. Ve bu haberden sonra da bir şey olmayacak. Başsavcı, bu rüşvet, usûlsüzlük, iş tâkibi iddialarını toparlayıp HSK’ya yollamış. Şimdi bir şekilde haber oldu. Normal şartlarda kıyâmet kopması lâzım. Ama bir şey olmayacak. 

Kemal Can: Bu şunu gösteriyor: En tepeden başlayan bu keyfîlik ve keyfîliğin hak hâline gelmesi, aşağıya doğru her seviyede sonuç doğuruyor. Herkes, kendi iktidârında, iktidârın yarattığı bu meşrûiyeti, bu keyfîlik, hukuksuzluk, haksızlık döngüsünü yeniden üretip, kendisi için bir mekanizma hâline dönüştürüyor. O haberde anlatılan tablo çok bâriz bir şekilde bunu gösteriyor. Türkiye’de bunu yaşıyoruz. Türkiye örneğine bu yüzden döndüm; bu bizim için tanıdık. Ama dünya ölçeğinde de bu böyle. Ukrayna meselesinde tartıştık, daha önce Suriye meselesinde tartıştık, ondan önce Irak’ın işgali meselesinde tartıştık. Bir sürü süreçte, bu keyfî, uydurulmuş delillerle… Meselâ Türkiye’de Gezi Dâvâsı onlardan biri. Uydurulmuş delillerle, hattâ delil uydurma gereği duymadan, delil bile arama ihtiyâcı duymadan hüküm kurulan birtakım işler yapılıyor. 

Meselâ Saddam çok kötü bir diktatör, devrilmesi de çok hayırlı olabilir. Ama sonuçta, kimyasal silâh kullandığı gerekçesiyle Birleşmiş Milletler’de koca koca adamlar, genelkurmay başkanları, uyduruk uyduruk birtakım görüntüler yayınlayıp, bunu gerekçe göstererek Irak’ın işgaline zemin hazırlamışlardı. Artık yeni gelinen seviyede, bugünün dünyasındaki fütursuz, keyfî güç konsolidasyonu üzerine kurulan yeni siyâsî zeminde, buna da ihtiyaç duyulmuyor. Hani sen “Uluslararası evrensel birtakım kurallar var. Savaşın bile bir kuralı var: Sivilleri susuz bırakamazsın, onların enerjisini kesemezsin, açlığa mahkûm edemezsin. Onları 24 saat içinde yerlerinden ayrılmaya zorlayamazsın” diyorsun ya? Bu kuralların hiçbirinin önemi yok. Hiçbirinin bir önemi yokmuş gibi davranan, bu ilkeleri herkes için bir mecbûriyet olarak ileri sürenlerin de buna ilişkin bir şey söylememeleri şaşırtıcı bir şey değil. Çünkü buna ihtiyaç duymuyorlar, buna gerek duymuyorlar. 

Kurumsal seviyede iş böyle gelişirken, tek tek insanların bir kanaat geliştirirken, öyle nüansları, bir şeyin târihsel planını, “Bu Filistin meselesi nedir, nasıl ortaya çıkmış?” diye… Bugün bir saldırıda gördüğün bir resimle, ona verdiğin ve vermen gereken reaksiyonla, bu meselenin kendisi, oradaki çatışmanın zemini birbirine karıştırılmaması gereken bir şey. Birbiriyle ilişkili, ama ilişkilerini doğru bağlamda tartışarak anlayabileceğimiz şeyler. Dolayısıyla, sapla samanın fenâ halde karıştığı, sosyal medyanın daha fazla bilgiyi, daha farklı kaynaklardan bilgiyi, dolayısıyla daha fazla açıyı görebildiği bir yer olmaktan çıkıp, birtakım linç sürülerinin ortalıkta dolaştığı bir hengâmeye dönüşmesi bu yüzden. Oluşturulan tavırlar, oluşturulan haller, iddialar o kadar fütursuzluğa varmış ki… Meselâ insanlar çok kolayca şunu söyleyebiliyor: Birileri “Gazze yerle bir edilsin, dümdüz geçilsin” diyebiliyor. Hattâ geçenlerde İsrail’den bir öğretim üyesi, Sözcü TV’de,“Bizim çocuğumuzu kesip biçeni biz kesip biçmeyelim mi?” diyebiliyor. Bu nasıl bir şey? Sokak röportajı değil bu. Hani aklı başında bir öğretim üyesi, biri iki lâf söyleyecek de en azından İsrail’deki bakış açısı üzerine bir fikrimiz olacak diye yayına alınmış muhtemelen. Bakış açısının bu çerçevede olduğu, “Onlar kesiyor, biz de keselim. Biz daha kuvvetliyiz, daha çok kesebiliriz. Onlar bizim parmağımızı acıttılar, ama biz onların kafalarını keseriz…” 

Ruşen Çakır: Sözünü kesiyorum Kemal, ama şunu da vurgulamakta yarar var: İsrail’de az sayıda da olsa barışı savunan, sivillere yönelik saldırılara karşı çıkan kişiler ve gruplar var. Hattâ ABD’de yaşayan bâzı dinî gruplar da var; aralarında, uluslararası medyada konuşan çok da önemli isimler var; bunları sosyal medyada paylaşıyorlar. Bir İsrail vatandaşı olarak ve bir İsrail entelektüeli olarak onlardan birisi –yanılmıyorsam BBC’de bir röportajdaydı– gördüm, spikerin sorusunu, “Böyle bir soruyu nasıl sorarsınız? Burada, Gazze’de siviller öldürülüyor” diye cevapladı — güzel bir duruş.

Ama hatırlarsan, daha geçenlerde, Sezgin Tanrıkulu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına referans vererek TSK’ya yönelik sözleri nedeniyle linç edildi, hakkında soruşturma açıldı ve kendi partisi tarafından da terk edildi. Hani iki yüzlülük diyorsun ya? İsrail’de kendi rejimini eleştirebilen o isimleri yüceltiyorsun, ama kendi ülkende, ülkende yapılanları eleştirenleri de bozguncu olarak tanımıyorsun. Meselâ İsrail’de barış yanlılarının gösterisini savaş yanlıları basıyor. Aslında bu, bizim bildiğimiz bir şey, öyle değil mi? Birçok yerde başımıza geliyor. Filistinlilerin de hakkını gözeten İsraillileri baş tâcı edip, kendi ülkesinin içerisindeki sorunlara eleştiri getirenlere tahammül edemeyen bir ülkenin vatandaşlarıyız. 

Kemal Can: Evet. Meselâ İsrail’in en eski gazetelerinden Haaretz, saldırıdan bir gün sonra,“Bu saldırının en büyük sorumlusu Netanyahu’dur” manşetiyle çıkabiliyor ya da bu yorumu öne çıkartan bir şey yapabiliyor. Hamas’ın saldırısı hakîkaten korkunç bir terör eylemiydi. Oradaki birtakım sahneler filan kabul edilebilir şeyler değil. Daha önce başka yerlerde, başka örgüt isimleriyle gördüğümüz türden bir terör saldırısıydı. Tamam. Buna karşı çıkarken, üstelik çok şiddetli biçimde karşı çıkarken, bunun oluştuğu zemindeki sorunu bundan ayrıştırarak tartışamamak kabul edilemez bir şey. Her şeyi, anlık gördüğümüz fotoğraflara verdiğimiz tepki olarak konuşmaya başladığımızda, çok köşeli, bütün nüansların kaybolduğu, her şeyin matematiksel bir sâdeleştirme ile en sonunda tek bir rakama düşürüldüğü, bütün şeylerin anlamsızlaştığı, ya onu sonuna kadar yok etmek üzerine düşünmek ya da bunu sonuna kadar yok etmek üzerine düşünmekten başka bir seçeneğin bırakılmadığı bir zemine zorlanıyor. 

Bunun asıl problemli tarafı, hem kurumsal siyâset açısından, hem sosyal medya gibi daha başıboş alanlar açısından, hem de ortalama kanaat oluşturan çevreler açısından, bunun mâkul gösteriliyor olması. Bu çok sorunlu bir şey ve her zeminde karşımıza geliyor. Bir de, “O zaman ona niye demediniz, buna niye demediniz?” diyerek sonsuz sayıda bahâneler üretiliyor. Eğer bunu hatırlatarak, insanların eksiklerini ya da birtakım pozisyonları haklılaştırmak için târihten referanslar almaya bu kadar meraklıysanız, o târihsel süreklilikleri de dikkate alın. Sâdece benzer örnekleri torbanıza doldurup, her olayda bunu insanların önüne atarak kendi vahşiliğinize gerekçe bulacağınıza, o târihsel sürekliliği diğer örneklerle birlikte bir süreklilik olarak anlamaya çalışın. 

Önümüze gelen bir tabloya, büyük bir nefretle, büyük bir kızgınlıkla, büyük bir öfkeyle tepki duymak, ama aynı zamanda başka bir şeyi de konuşabilmek gayet mümkün. Hertzog sorulara öfkeleniyor. Aslında kendisi İşçi Partisi kökenli, normalde mâkul biri…

Ruşen Çakır: İsrail Cumhurbaşkanı Hertzog’un basın toplantısını görmüşsündür. Orada, akredite olmuş yabancı gazeteciler –belki aralarında İsrailliler de vardır–, peş peşe Gazze ve sivillerle ilgili sorular soruyorlar. Hertzog öfkeleniyor. Kendisi İşçi Partisi kökenli biliyorsun. Normalde mâkul bir cumhurbaşkanı olarak biliniyor. Ama sivillerle ilgili gelen sorulara, “O evin mutfağından bana füze atılıyorsa, benden ne yapmamı bekliyorsunuz?” diye cevap verdi. Bir gazeteci soru sordu, onu tersledi. Ardından, başka bir gazeteci yine benzer bir soru sordu, Hertzog bunun üzerine köpürdü. Allah için, bir cumhurbaşkanına açık açık Gazze’de işlenen insanlık suçuyla ilgili soru sorabilen insanlar var, sayıları az da olsa. Bir şeyler hâlâ iyi kötü yürüyebiliyorsa bu tür insanlar sâyesinde yürüyor. 

Kemal Can: Evet. Bu tür zeminlerde, bu tür insanlar sâyesinde başka açıları görüp işin arka tarafı görülebiliyor. Geçmişte de bunun örnekleri var. Meselâ Vietnam Savaşı’nda, birtakım Amerikan gazetecilerinin öbür tarafın bilgisini aktarmaya başladıktan sonra, savaşın da, kamuoyunun da seyrinin değiştiği bir süreci hatırlıyoruz. Böyle bir sürü örnek var. Ama çok daha fazla kaynaktan ve daha hızlı biçimde bilgi akıyor olmasına rağmen –çok yoğun dezenformasyonu bir kenara bırakıyorum–, doğru enformasyon akıyor olmasına rağmen, bu kadar çok açıyı görebilirken, bu kadar nüanslar kaybedilip, bu kadar köşeli düşünmeye heves edilmesini ve bunun bir gereklilik olarak herkese dayatılmasını anlamakta zorlanıyorum. 

Meselâ, İsrail’i haklı bulan bir sürü paylaşım görüyorum. Hamas’ın vahşiliği ve ona verilecek cevapla ilgili tuhaf tartışmalara giriyorlar. Hattâ iş, “Filistinliler orayı sattı satmadı; buradaki göçmenler gitsin orada savaşsın” gibi daha da acayip tartışmalara doğru gitti. Bunları bir kenara bıraksak bile, İsrail’i haklı gören birtakım insanlar, senin demin söylediğin örnekteki, “Bunun sorumlusu Netanyahu’dur” diyen, ya da doğrudan İsrail vatandaşı olup, “Biz Gazze’ye bunu yaparken, oradaki sivillere bunu yaparken böyle sorulur sorular sorulur mu?” diye çıkışan insanları örnek almak yerine, senin söylediğin gibi, “Gözbebeğimiz orduya lâf edildi arkadaş” diye çıkışan birilerini görüyoruz. 

Bu ülkede, kutuplaştırma nedeniyle bir sürü şeyin kaybolduğunu görüyoruz, bunun rahatsızlıklarını yaşıyoruz. İç siyâsette bunun problemleriyle baş etmeye çalışıyoruz. Ama dünya ölçeğinde, üstelik de hesapta bu popüler otoriter yönetimlere karşı olan, bu kutuplaştırmanın dışında olan, hattâ bu kutuplaştırmayla mücâdele ettiği iddiasındaki insanlar… Meselâ sen Biden’ın İsrail konusundaki tutumunun örneğini verdin. Evet, Hamas’ın vahşi bir terör örgütü olarak cezâlandırılması gerekebilir. Ama sonuçta Gazze’de, şu 24 saat içinde yaşanmakta olan şeye söyleyecek iki lâfınız yok mu dünyadaki kutuplaştırma meselesiyle ilgili? Tamam, biz kendimize yüklenelim; ama dünya da hayırlı bir yere gitmiyor. 

Bir de şunu söyleyeceğim: Biraz önce, “Erdoğan Mısır’la, İsrail’le bir hatta giriyordu” dedin ya? Aslında bir sürü aktör tuhaf bir durumda kaldı. Körfez ülkeleri, Suudî Arabistan, herkes, İsrail’le başka bir zemine doğru ilerliyordu ve şimdi bu süreç, kartların yeniden karılacağı bir zemin yarattı. Buradan hayırlı bir şey çıkar mı emin değilim. 

Ruşen Çakır: Kartlar nasıl dağıtılır bilmiyorum; ama umarım, Filistinliler, Gazze’dekiler ve Gazze dışındakiler çok büyük bedeller ödemeden atlatırlar. Ama gidişat pek parlak gözükmüyor.

Evet Kemal, burada noktayı koyalım, izleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.