Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (183): Yerlikaya-Soylu gerilimi & Suriye’ye kara harekâtı olur mu?

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın eski bakan Süleyman Soylu’yla arasındaki gerilime dair tartışmalar, Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü’ne düzenlenen canlı bombalı saldırı sonrası yaşananlarla yeniden gündeme geldi. Yerlikaya’nın İstanbul Valiliği döneminden Soylu’ya yakın olduğu iddia edilen Ebabilcilerin paylaşımlarına kadar ikili arasındaki gerginliğin kamuoyuna yansıyan yüzü neler?

Amerika Birleşik Devletleri’ne (ABD) ait F-16 savaş uçağı, Suriye’de Türkiye’ye ait silahlı insansız hava aracını vurdu. Böylece Washington ilk kez NATO müttefiki Türkiye’ye ait bir uçağı düşürdü. ABD-Türkiye arasında yaşanan bu gerilim Ankara’daki terör saldırısının ardından geldi.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bu haftanın en önemli olayı, 1 Ekim Pazar sabahı, Meclis’in açılmasına birkaç saat kala, Meclis’in tam karşısındaki Emniyet Genel Müdürlüğü’ne PKK tarafından düzenlenen bombalı saldırı oldu. İki saldırgan öldü, iki polis memuru yaralandı. Ardından, önce Irak’ın kuzeyine, daha sonra Suriye’ye hava harekâtı düzenlendi. Sonra ilginç bir şekilde, ABD jetleri tarafından Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’ye âit bir SİHA düşürüldü. Hattâ kimileri tarafından o jetlerin İncirlik’ten havalandığı iddia edildi, bilemiyoruz. Türkiye konuyla ilgili bir süre sessiz kaldı. Millî Savunma Bakanlığı, düşürülen SİHA’nın Türkiye’ye ait olmadığını bildirdi. Dışişleri Bakanlığı bugün, hangi kuruma âit olduğunu söylemeden bir SİHA’nın kaybedildiğini açıkladı ve ABD’nin adını vermeden bir iletişim sorunu olarak târif etti. Bakanlığın açıklamasında söz konusu olayın devam etmekte olan operasyonları etkilemeyeceğini söyledi.

Kemal Can: Zâten ABD ve Türkiye genelkurmay başkanları da telefonla görüşmüşler.

Ruşen Çakır: Evet. Ama NATO üyesi iki müttefikin arasında böyle bir olayın gerçekleşmesinin ilk defa olduğunu söylüyorlar. Daha önce Türkiye tarafından Rus savaş uçağı düşürülmüştü. Ama böyle bir olay ilk defa oluyor. Belli ki Suriye’deki YPG hedeflerine yönelik bir olay söz konusu. Ama YPG ile Amerikan güçlerinin yan yana bulunduğu çok yer olduğu için işler karışmış. Biliyorsun bir gün öncesinde Hakan Fidan’ın, “Üçüncü tarafların PKK/YPG’li tesislerden ve şahıslardan uzak durmasını tavsiye ediyorum” diye bir açıklaması oldu; işin rengi biraz değişti. Şimdi kara harekâtı beklentisi var. Kimilerine göre olacak, kimilerine göre olmayacak. Tabiî işin Rusya boyutu, Şam yönetimi boyutu, Amerika Birleşik Devletleri boyutu çok ciddî bir şekilde var. Çünkü onlar hâlâ Suriye’de Türkiye’nin terörist olarak gördüğü grupları müttefik olarak görüyor. YPG’nin PKK ile ilişkisi belli. ABD, PKK’yı terör örgütü olarak kabul ediyor, ama YPG’ye terörist demiyor. Yıllardır süren böyle bir oyun var. 

Ama bunun ötesinde de bir de şöyle bir konu var — ki ben onunla ilgili bir yayın yaptım. Biliyorsun pazar günü Meclis yeni yasama dönemini açacaktı. Onun öncesinde, sabahleyin Yeşil Sol Parti Meclis grubunu toplayacak ve hazırladıkları Kürt sorununun çözümü hakkındaki manifestoyu açıklayacaktı. Ankara’da Emniyet Genel Müdürlüğü önünde yapılan saldırı haberi gelince bunların hepsini öğleden sonraya ertelediler ve grup toplantısı yapılmadı. Ben salı günü Ankara’ya gittiğimde, grup toplantılarını izledim. Yeşil Sol Parti’nin birkaç milletvekiliyle sohbet etme imkânını da buldum. Yine çok ciddî bir şekilde kontrpiyede kaldılar. Bu konu onların üzerinde çok ciddî bir sorun oluşturuyor. Irak ve Suriye’deki hava saldırılarının yapılması, üstüne bir de kara harekâtı olursa yine bir gerginlik olacak ve muhtemelen, muhâlefet olarak bildiğimiz partilerin hemen hemen hepsi ya “Evet” diyecek ya da karşı çıkmayacak. Ama ben tam tersine, açık bir şekilde “Evet” diyeceklerini bekliyorum. Orada Yeşil Sol Parti’nin yalnızlaşmasını tekrar göreceğiz. 

Aslında epeydir böyle bir olay yaşanmamıştı. En son, geçen yıl Mersin’de polisevine bir saldırı gerçekleştirilmişti. O olaydan 1 sene sonra da bu saldırı oldu. İktidar da bunu çok ciddî bir şekilde kullanıyor. Tabiî Emniyet Genel Müdürlüğü çok ciddî bir hedef; yani Ankara’nın göbeğinde ve Emniyet Teşkîlatı’nın merkezi. Şimdi yeni anayasa tartışması derken, Türkiye’nin gündemi tekrar terörle mücâdele, harekât, Türk-Amerikan ilişkilerine dönecek. 

Kemal Can: Senelerdir, Türkiye’de yaşayan, Türkiye’de siyaseti izleyen herkesin âşina olduğu bir şey var. Bu tür iç politik hâdiselerin çok ciddî sonuçları oluyor; bir şeyi başlatıyor ya da senin söylediğin gibi bir süreci durduruyor. Meselâ geçmişte Ceylanpınar hâdisesini görmüştük; bir sürecin değişim noktasıydı. Ondan sonra başlayan süreçte, Diyarbakır ve Suruç hâdiseleri, Ankara’daki Barış Eylemi saldırısı, daha sonra İstanbul Taksim’de ve senin söylediğin gibi Mersin’de saldırı oldu. Bunların hepsinin önünde arkasında içeriye dönük birtakım kritik hâdiseler oluyor. Ama bu tür hâdiselerin ve özellikle bu mesele etrâfındaki gelişmelerin her zaman çok önemli bir uluslararası boyutu da var. Dolayısıyla bu yaşanan hâdisenin, özellikle bunun devâmında gelen sınır ötesi harekâtın –kara veya hava harekâtı olarak devam etse bile–, SİHA’nın düşürülmesi, bunun üzerine yapılan açıklamaların, örtülü ya da açık uyarıların hepsini berâber düşününce, Ermenistan meselesinden bütün Ortadoğu’daki gerilimlere kadar çok önemli bir uluslararası ayağının olduğu görülüyor.  Burada, bir tarafında Amerika’nın bir tarafında Rusya’nın bulunduğu, ya yeni bir sürecin başlangıcı ya da tarafların karşılıklı olarak pozisyonlarını yeniden yokladıkları bir hal var. 

Sen de Halk TV‘nin Yönetim Kurulu Başkanı gibi, daha sonra benim yayınlarımı kaldırmazsın umarım, ama şunu söylemek zorundayım: “Bu ne kadar anlamlı bir saldırı? Bu saldırı böyle mi olur? Kayseri’den mi araba getirilir?” meselesi üzerine kurulacak komplolar bir tarafa, senin söylediğin gibi, seçilen hedef, zamanlama gibi faktörleri düşündüğümüzde, bu, “Denk gelmiş de bir yere saldıralım” şeklinde rastlantısal bir saldırı gibi durmuyor — ne yapan açısından ne devâmında verilen reaksiyon açısından. Dolayısıyla şimdi bunların çok az bilgisine sâhip olduğumuz için, sorulan bu tür sorular ancak birilerinin dikkatini ve öfkesini çekiyor. Ama aslında çok sayıda soru var. Tıpkı geriye doğru gittiğimizde benzer pek çok olayda, çoğu cevaplanmamış pek çok soru olduğu gibi. 

Ama bugün gelinen noktada, bence iç politik gelişmeler açısından önemli bir şey var. Bir de paralel olarak, dün ve bugün bir gözaltı dalgası da var. Bu olayla doğrudan ne kadar ilgili, hangi soruşturmalar aktive edildi, yoksa bu hâdisenin devamı bir şey mi onları belki ilerleyen günlerde göreceğiz. Ama bir eşzamanlı sürecin de başladığını görüyoruz. Bütün bunları alt alta koyduğumuzda, ben henüz bir rotanın oluştuğunu, bundan bir istikamet üretildiğini değil, özellikle uluslararası boyutu açısından, bu son SİHA olayında da gördüğümüz belirsizlik hâlinin sürdüğünü görüyorum. Belirsizlik derken, önce “Hiç öyle bir şey yok” denilmesi, sonra açıklanmasını kastediyorum. Meselâ senin dediğin o uyarı, önce MİT üzerinden, bir kapalı bilgi gibi MİT’e referans verilerek açıklandı. Daha sonra Hakan Fidan onu şahsîleştirdi ve kendi adıyla söyledi. Dolayısıyla ilk çıkışı da acayipti. MİT’in, ülke dışındaki bir meseleyle ilgili başka ülkeleri uyaran bir açıklama yapması garip gelirken, Hakan Fidan’ın, Dışişleri’nin açıklaması hâline geldi bu. O tarafı bile bu belirsizliği artıran bir şey. Bence uluslararası alanda bir süre daha karşılıklı, hem gerilimi artıran ama henüz kimsenin hamlesini netleştirmediği bir belirsizliğe giriyoruz. Bu işin öyle bir tarafı var. Nereye varacak bilmiyorum; ama bu, önümüzdeki dönemin önemli meselelerinden biri olacak. 

İç politikaya dönünce; açıkçası, seçimlerden hemen sonra seçimlerin muhâlefet açısından bir yenilgi olarak tanımlanmasının önemli parçalarından biri Kürt meselesiydi. Yani HDP ile ilişki ya da HDP’nin o denklemdeki yeri veya Kürt meselesine bu konuda verilen önemle ilgili tarafı, çeşitli muhâlefet partilerinin kendi seçmenleriyle ilişkisi, birbirleriyle ilişkisi ve iktidarla ilişkisini çerçeveleyen tarafta iktidârın koyduğu sınır çizgileri belirleyici oldu. Orada, partiler ve partilerin bu konudaki tutumu sorunlu olduğu için seçmen de bundan etkilendi ve mâlûm seçim sonuçları ortaya çıktı. Dolayısıyla Kürt meselesinin, özellikle iktidar tarafından, sâdece bir partiyi, bir çevreyi, bir siyâsî kesimi kriminalize etmekten öte, senin söylediğin gibi, önümüzdeki günlerde gelecek tezkere ve benzeri hamlelerle siyâseti domine eden ve bütün muhâlefet aktörlerini de belirli bir alana sıkıştıran bir araca dönüşme ihtimâli yüksek. Zâten dönüşme trendi vardı; bu olay bu konuyu tırmandıracak muhtemelen. 

Ruşen Çakır: Orada bunu güçlendiren şöyle bir husus var: Meclis’te izlediğimde –zâten medyada herkes de gördü– muhâlefet partilerinin bütün konuşmacıları; Kılıçdaroğlu, Temel Karamollaoğlu, Ahmet Davutoğlu ve Meral Akşener hepsi ayrı ayrı, kimisi çok vurgulu, kimisi daha yumuşak, İçişleri Bakanı övgüsü yaptılar. Teröre lânet, Ali Yerlikaya’ya tebrik. Olayın Süleyman Soylu’yla olan bir ayağı da var tabiî. Muhâlefetin Süleyman Soylu’yla çok büyük bir sorunu oldu. Bu olay bir anlamda, Süleyman Soylu’yla bir hesaplaşma ya da hesaplaşması umulan bir bakan olarak görüldü. Açık açık saldırı ve ardından, saldırıya lânet ve İçişleri Bakanı’na destek ve övgü…

Kemal Can: Mehmet Şimşek’ten sonra bir de Ali Yerlikaya. Yani işler şahsîleşti. 

Ruşen Çakır: Bir de Akşener, Hakan Fidan’ı da işâret etti. Zâten şöyle bir husus var: Söyledikleri doğrudur yanlıştır, ama Ekonomi Bakanı’nı, İçişleri Bakanı’nı, Dışişleri Bakanı’nı övüyorsan neyi eleştiriyorsun? Yani geride ne kaldı? Milli Eğitim Bakanı mı, Sağlık Bakanı mı? 

Kemal Can: İşte bu, liyâkat muhâlefetinin kaçınılmaz sonucu. Bu iş, genel politik tercihler ve bu iktidârın, sorun yaratan, sorunu büyüten ve sorunun etkilenme taraflarını belirleyen politikalarını derli toplu eleştirip onun alternatifini üretmediğin için, birtakım bakanların liyâkat sorunu, birtakım uygulama problemleri, iş bilmezlik gibi bir zeminde yaparsan, basit hamlelerle gereğini yapıyormuş gibi pozisyon alan herkesi övmek zorunda bırakırsın. Onları iktidar bu noktaya sokmadı. Tam tersine, kurdukları muhâlefet aklı bu olduğu için buna mecbur kaldılar. Senin dediğin gibi, çok kritik, bir iktidârın ana rotasını belirleyen üç temel politik tercihi belirleyen alan burası. Bir tek, son kararları dolayısıyla Adalet Bakanı o hatta giremiyor. Ama bu üç bakanlık, rasyonel gereklerini, işin liyâkat tarafını dolduruyor iddiasıyla desteklenmeye mecbur. Çünkü başka bir muhâlefet zemini kurmamışsın ve alternatif bir sözün yok. 

Ruşen Çakır: Tabiî orada Süleyman Soylu meselesi var. Ali Yerlikaya’nın çok ciddî açıklamalarında bayağı bir doğruluk payı da var bence. Çünkü pazar günü saldırı olduktan sonra Ali Yerlikaya, “Terörle, onların işbirlikçileriyle, zehir tâcirleriyle, çetelerle, organize suç örgütleriyle mücâdelemiz kararlılıkla devam edecektir” açıklamasını yaptı. Yani kimse ondan organize suç örgütü, uyuşturucu tâcirlerini söylemesini beklemiyordu. Orada sâdece “terör” dese, “bölücü terör” dese, hiç kimse “Diğerlerini niye söylemedin?” demeyecek. Hattâ öyle bir söylüyor ki, sanki “Bu terör saldırısında, bizim suç örgütleriyle mücâdelemizden rahatsız olanların parmağı var” gibi bir îmâyı bile düşünebilirsin. 

Kemal Can: Tabiî. Mesela Ayşenur Arslan’ın sorduğu sorular ya da “Acaba böyle bir tarafı da var mı?” meselesi var. Bu, hariçten insanların, muhâlefet cephesine yakın görünen insanların birtakım saldırılara uğramasına neden oldu; ama aslında senin dediğin hâdise, iktidar cephesinde bir çatlamaya yol açtı. 

Ruşen Çakır: Evet, Ebâbil Harekâtı hikâyesi.

Kemal Can: İlk gün îtibâriyle, çok bâriz biçimde orada bu îmânın çok daha açık yapıldığı görüldü ve hattâ bayağı sert reaksiyon verilince, “Belki onun da devamı gelebilir, birtakım sosyal medya fenomenleri gözaltına alınabilir” lâfları çıktı, ama onun devamı gelmedi. Herkese “Böyle bir şeyi nasıl dersiniz?” diye tavır alırlarken, aslında kendileri başlattı o süreci ve birdenbire o unutturuldu. 

Ruşen Çakır: Yirmi küsur yıldır ülkeyi yöneten bir iktidar var, bir terör saldırısı olduğunu söylüyorsun ve sen de iktidara angajesin — burada Ebâbil Harekâtı’nı kastediyorum. Düne kadar iktidar karşıtı herkese saldırıyorlardı. Biz Ebâbil Harekâtı’nı Özgür Özel’den öğrendik hatırlarsan. O teşhir etmişti. Saldırının ardından X hesaplarından attıkları paylaşıma bakıyorsun, İçişleri Bakanı’nı hedef alıyor. Bu, aslında kavganın ne kadar sert olduğunu gösteriyor.

Bir de, İçişleri Bakanı Yerlikaya birkaç senedir bu görevde olup, bir sürü şeyi aksattığı için sorumlu tutulsa anlarım. Ama daha yeni göreve gelmiş ve göreve geldikten sonra en dikkat çekici şey, önceki bakanla ilgili birtakım tasarruflarda bulunmuş olması. O zaman bu rastlantısal bir şey olmuyor. Ya da politik bir eleştiri olmadığını, o durumun senin söylediğin bu çatışmanın bir parçası olduğunu gösteriyor.

Ruşen Çakır: Ama bu o kadar büyük bir şey ki, sanki tamâmen kafayı yemişler. Birisi onların sosyal medya hesâbını ele geçirmiş gibi. 

Kemal Can: Daha ilginci, bu aklına gelebilir, bunu alttan alta işleyebilir –ki bunun çeşitli yöntemlerle daha önce yapıldığını, birilerinin altının oyulduğunu gördük–, ama bunu yapılabilir bir şey olarak görüp, yapılabileceğini akıl etmişler. Gerçi sonra çark ediyorlar, paylaşımlarını silip, hesâbı kapatıyorlar. Birisi bunu akıl etmiş. Buna liyâkatsizlik de diyebiliriz ya da senin söylediğin gibi, çatışmanın büyüklüğü de diyebiliriz.

Ruşen Çakır: Yani hakîkaten, bu kadar önemli bir trol operasyonunu acemi işine vermek… En son Devlet Bahçeli, yaptığı açıklamada iki bakanı, Soylu ve Yerlikaya’yı o çatışmaya girmeden savunmaya çalıştı. Ama benim tahminim, bu iş kolay kolay bitecek gibi değil. Bir de, Ali Yerlikaya sürekli, çetelere, tefecilere, uyuşturucu tâcirlerine yönelik operasyonlardan söz ediyor. 

Kemal Can: Bugün de birkaç şehirde yeni bir operasyon yapılmış. 

Ruşen Çakır: Sanki bunca yıl bunlar birikmiş, bu gelmiş, tam anlamıyla bir mıntıka temizliği yapıyor. Bunlar nereden çıktı? Yani öyle büyük şebekelerden bahsediyor ki. 

Kemal Can: Tabiî öyle bir hafta içerisinde zuhur etmiş şeyler olamaz bunlar. 

Ruşen Çakır: Evet, tamâmen devr-i sâbık yaratıyor. Kemal, son olarak Ayşenur Arslan olayını konuşalım. Biliyorsun Ayşenur Abla gazetecilikte benim ilk şefim. Neye uğradığını şaşırdı hakîkaten. Bir de, öncesinde Halk TV’nin sâhibi Cafer Mahiroğlu acayip bir pozisyon aldı. Ben Ayşenur Abla’yı arayıp konuştum. Onunla konuşmalarımız hep kakara kikiri geçer. Sonra gözaltına alındığı haberleri çıktı. Ama “Gözaltına almadık” denmiş. Ben kendisiyle konuştuktan 10 dakika kadar sonra gitti, sonrasında da bıraktılar zâten. Çok kişi tutuklanabileceğini düşündü. Ben yine iyi niyetle “tutuklamazlar” diye düşündüm. Bereket öyle oldu. 

Tabiî olayın birçok boyutu var. Öncelikle, yargı harekete geçiyor, böyle bir karar veriyor, RTÜK hemen pozisyon alıyor. Ama bir bakıyorsun, kendi kanalı da benzer bir şey yapıyor. Çok acı acı bir örnek oldu bu ve aslında Türkiye’de basın özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü savunmanın ne kadar zor olduğunu ve tehdidin sâdece tek bir yerden gelmediğini bir kere daha gösterdi. 

Kemal Can: Zâten tehdidi tehdit yapan şey, sonuç alabilir olması. Sonuçta geri alınır, yapılmaz, söylenen şey hatâdır diye bakılabilir. Bir iki hafta önceki Haftaya Bakış”ta Sezgin Tanrıkulu olayını konuşmuştuk. Geçen haftaki yayında da bu tâlîmatlandırma meselesini değerlendirmiştik. İktidar, “Şunu yapın, buna cezâ kesin, onu gözaltına alın, bunu tutuklayın, bunu içeriden çıkartmayın, Beraat edeni tekrar başka suçtan içeri atın” diyerek yargıyı tâlîmatlandırıyor. Ve bu tâlîmatların hepsi yerine getiriliyor. Tamam, böyle bir taraf var. Ama bunun karşısında yer aldığı iddiasında olan bir grup siyâsetçi, medya mensubu ya da sıradan insanlar veya sivil toplumdaki çeşitli aktörler –odalardan borsalara kadar yayabiliriz bunu– bu tür gelişmeler karşısında oluşabilecek bir tehlike, gelebilecek bir linç dalgası ya da bir trol saldırısı ihtimâline karşı bile, birden, çok yüksek, hattâ onların iddiasını aşabilecek bir şey, “kırmızı çizgi” gibi söylemler… Hattâ Sezgin Tanrıkulu olayında, “Gözbebeğimiz orduya lâf söyletmeyiz, o bizim kırmızı çizgimiz” dendi. Bunu söyleyerek, “Onların ortaya atabileceği iddiaların üzerine çıkalım ki bize zarar gelmesin” kaygısı var. Bunu yaptığınız zaman, sonra geri alabilirsiniz. “Bunu böyle savuşturduk, ama biz bir şey de yapmadık. Devâmında da bunun bir sonucu olmadı” diyebilirler. Ama bunu bir kere yaptığınız zaman, bu şu anlama geliyor: İsterseniz şimdi Ayşenur Aslan’ı Genel Yayın Yönetmeni yapın; ama sonuçta böyle bir şeyin karşısında verdiğiniz ilk refleks, her türlü hâdisedeki ilk refleks, aslında sizin tam olarak kim olduğunuzu gösteren bir şeydir. Daha sonra bunu te’vil edebilirsiniz, düzeltebilirsiniz, tâmir etmeye çalışabilirsiniz, “ama…” filan diye îzah etmeye çalışabilirsiniz. Ama ilk refleks bu olduğu zaman, neyi meşrûlaştırdığınızın örneğidir. Bu tür bir haksız saldırı ihtimâline, onun haksız olduğunu bile bile, onun istediği gibi karşılık vermeye çalışmak, gerekirse adamını harcayarak, gerekirse o fikri harcayarak, gerekirse kavramları bozarak, tam da o tehdidi büyüten, o tehdidi meşrûlaştıran ve sana bakarak ne olduğunu anlamaya çalışan herkese de böyle davranması gerektiğini telkin eden bir pozisyon almış oluyorsun.

Ne Sezgin Tanrıkulu olayında ne Osman Kavala olayında ne de başka bir olayda harcadığınız, gözden çıkardığınız, arkasında durmadığınız insan, sizin desteğinize çok ihtiyaç duymayabilir ya da siz desteğinizi kestiğiniz için o başka türlü biri olacak değildir. Ama bunu yaparak bir sürü insana bir şey söylemiş oluyorsunuz. Dolayısıyla bu çok önemli bir şey ve bu o kadar yaygın bir şey –ki geçen hafta da konuştuk– iktidar kendi iktidârını korumak için her türlü baskıyı, her türlü hukuksuzluğu, doğrudan kontrol ettiği organlar üzerinden bu topluma dayatıyor. Ama bu toplum da, çeşitli organları îtibârıyla bunu meşrûlaştıran, içselleştiren, kabullenen, normalleştiren, hattâ buna uyumlanan yeniden pozisyonlar alıyor. Meselâ bir Oda üyesiyle ilgili benzer bir şey söylendiği zaman, onlar bir şey yapmadan atıyor. Bir belediye, kendisiyle ilgili iltisaklı bir adam intibâı yaratacak bir iddia geldiğinde, yargı karârını beklemeden işten atıyor. Bütün bunlar, o iktidârın yarattığı baskıdan çok daha tehlikeli, çürütücü bir şey. 

Ruşen Çakır: Meselâ AİHM’nin ByLock ve Bank Asya karârı için muhâlefet bir şey yapmayacak diye geçen haftaki yayında konuştuk. Ahmet Davutoğlu kısmen değindi. Onun dışında kimse, hiç öyle bir şey olmamış gibi sessiz kaldı. Halbuki AİHM karârı binlerce insanı ilgilendiren bir karar ve iktidârın uygulamayacağını bildiğin bir karar. Ama sen susarak iktidârın uygulamamasını da onaylamış oluyorsun. 

Kemal Can: Artık susmak iyi bir şey hâline geldi. Susarak değil, bu örnekte de olduğu gibi, bir de konuşarak destek veriyorsun. 

Ruşen Çakır: Tabiî bu AİHM karârı olduğu için “Buna uymayalım” diyemiyorlar. Bu arada, Merdan Yanardağ nihâyet tahliye oldu. Artık gazetecilerin serbest bırakılmasına mutlu oluyoruz; bu da acı bir durum.  Meselâ Ayşenur Arslan’ın tutuklanmamasına seviniyoruz. Orada nispeten bir dayanışma kuruldu. CHP de başından itibaren bir destek verdi. Ama Merdan Yanardağ olayında çok ciddî bir İYİ Parti boyutu vardı. “Niye tahliye edildi?” diye bir açıklama yapmadılar en azından. Ama içeri girmesinde bayağı payları olmuştu. Merdan Yanardağ’a geçmiş olsun diyelim. Yine bugün Halk TV programcılarından Serhan Asker gözaltına alındı. Belli ki bir ifâdeye çağrıldı, gitmedi. Uçak piste indikten sonra polis tarafından uçaktan alınarak karakola götürülüyor.

Kemal Can: Yakınlarımızdan duyduğum birkaç örnek de var. Meselâ şöyle maksatlı, biraz da hakîkaten burnu sürtünsün diye maksatlı yapılmış şöyle şeyler de var: Adresi bilinen, her şeyi açıkta olan bir insanı, kendi bulunduğu, yaşadığı şehirde havaalanına gittiğinde, “Böyle bir şeyiniz var gidin karakola başvurun” demiyorlar. Meselâ Diyarbakır’a gidiyor, Erzurum’a gidiyor ya da Trabzon’a gidiyor, orada indiği yerde gözaltına alıyorlar. Sevk gerektiği için, hafta sonu olduğu zaman genellikle iki gün tutuluyor, oraya tekrar sevk ediliyor filan. Böyle bir eziyet yaratılıyor. Özellikle yaratılan bir şey. Bunların çoğu da, dediğin gibi, ya ifâdeye gitmemiş ya mahkemeye katılmamış. Yani teblîgatla karakola çağrılarak…

Ruşen Çakır: Bir telefona bakar bu iş.

Kemal Can: Hattâ telefonluk işler. Meselâ bahse konu insan ekranda program yapan bir insan. “Yerini bulamadık” diyeceğiniz biri değil ki buluyorsunuz, uçaktan alıyorsunuz meselâ. “Silivri soğuktur”un başka bir versiyonu. Yani her an her yerde gözaltına alınacağı tedirginliğiyle davranmak, yaşamak, insanların mümkün olduğu kadar az hareket etmelerini sağlamak. Dolayısıyla sıradan şiddetin hepsinde olduğu gibi, bu tür hukukî şiddet uygulamak… Artık böyle bir yargı şiddeti var. Normal bir gösteri sırasında polisin müdâhale etmesi… Zâten hapis yatmak bir şiddete mâruz kalmaktır; ama onun dışında, sürekli akılda kalan bir baskı yaratmak, aslında dâimî bir şiddet üretmek demek. Baskının böyle bir sonucu var. Bu reaksiyonu normalleştiriliyor… “Evet böyle oluyor bu işler, bunlardan çok varmış” diyerek normalleştiriliyor.

Ruşen Çakır: Hatırlarsan Ergenekon döneminde birileri içeri alındığında, Fethullahçılar, “Ya ne olacak ki? Kendinden eminse bir şey çıkmaz” derlerdi. Bu da bunun bir başka versiyonu.

Kemal Can: On yıllardır, Nazi dönemi için, “Önce onu aldılar bir ses çıkmadı, bunu aldılar ses çıkmadı, şuna yaptılar ses çıkmadı. Sonra ses çıkartacak kimse kalmadı” hikâyesini herkes birbirine anlatır. Bu, herkesin bildiği bir şey. Ama bu bilginin bir tecrübeye dönüştüğünü de görmüyoruz. 

Ruşen Çakır: Bugün Sırrı Süreyya Önder Kobani Dâvâsı ile ilgili bir basın açıklaması yaptı ve iddianâmeyle ilgili ilginç bir söyledi. Hattâ daha önce Alp Altınörs de benzer bir şeyi söylemişti. Sırrı Süreyya, “Bu bir tuzak. İktidar savaşlarının bir uzantısı. Kobani İddianâmesi, ileride AKP’yi yargılamak isteyenler bakımından bir ön iddianâme niteliğindedir” dedi.Bunu bir not olarak düşmek lâzım. Bu açıklaması çok ilginç gerçekten. Çünkü yapılan suçlamaların büyük bir çoğunluğu devletle berâber yapılan sürecin gerekliliğiydi. Şimdi Çözüm Süreci’ni yargılıyorlar. Süreç yargılanıyor, ama sürecin tek bir ayağı yoktu ki. Sâdece HDP ayağı yoktu, çok güçlü bir devlet ayağı da vardı.

Kemal Can: Hattâ siyâsî ayağı daha zayıf olduğu için eleştirilen bir süreçti o. Tam tersine, kapalı yürütüldüğü için problemli olan bir şey. O kapalı yürütülen şeyin tamâmını kriminalize ettiğin zaman, elbette onun içindeki bütün aktörleri de… Şimdi o aktörlerin aktif olanlarının pek çoğu, bugün hâlâ iktidârın önemli noktalarında görevde. Hani Fethullahçılarla ortak olunan dönemdeki gibi bir tasfiye yemiş olanlar gibi değil. Tam tersine, o Dolmabahçe Masası’ndaki AKP’lilerin hepsi…

Ruşen Çakır: Hepsi değil. Meselâ Yalçın Akdoğan, üç dönem kuralı nedeniyle milletvekili olmadı. Efkan Âlâ var.

Kemal Can: Efkan Âlâ’nın bu kongrede partide önemli bir görev alacağı söyleniyor. 

Ruşen Çakır: Zâten şu anda öyle de, yarın ne olacak bakalım. Mahir Ünal da, Cumhuriyet’i ve Harf Devrimi’ni eleştiren sözleri nedeniyle Bahçeli’den çarpı yedi biliyorsun. 

Evet “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler. 

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.