Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı | Cumhuriyet’i keşfetmek: Bir arkeolojik kazı risalesi

Pişmanlık duygusuyla pek aram yok. Çok hata yaptım ama pişmanlığı zaman kaybı olarak görürüm. Hatalarla yüzleşip öğrenilecek dersi akla yazdıktan sonra yola devam etmekten yanayım. Hayat kısa çünkü. Ne var ki genel seçimlere kadar olan aşağı yukarı bir senelik süreyi güncel partili siyaseti fazlaca merak edip hepimizin açıklıkla gördüğü kötüye gidişi oradan doğru bir iradeyle değiştirebileceğimiz yanılgısına düşmüş olmaktan hayatımın geriye kalanı boyunca pişman olacağımı itiraf etmeliyim. Bunun yerine yapılabilecek pek çok iş vardı. Müflis siyaset esnafının kendi dükkânlarının akıbetine odaklanmış pazarlıklarına bir anlam vermek için çok fazla zaman ve enerji ısraf ettim. Kendi adıma konuşuyorum tabii. Lakin bu işlere kafayı takmış onca insan olarak Cumhuriyet’in yüzüncü yılını bir nirengi noktası alıp konuşabileceğimiz, gözden geçirebileceğimiz, birbirimizden öğrenebileceğimiz çok şey vardı. Cumhuriyet’in öznesi olan cumhur kimdir, onun alanı ve mülkü olan kamu nedir, bu zamanda neye karşılık gelir gibi soruların cevaplarını arayabilirdik. Siyaset esnafı da yenilenme mecburiyeti hissederdi belki o zaman. Olmadı… Seçim sonrasındaysa mevzu iyiden iyiye bir Z raporu çıkarma işine döndü. Dükkânı kapatıyoruz sanki, ertesi gün açabileceğimizden de emin değiliz. Çünkü değil yarını, bir saat sonrayı öngöremiyoruz. Doğrudur dünya da çok çalkalanıyor. Lakin biz bir şey daha biliyoruz. İçinde yaşadığımız evin kolonları kemirildi, yenileme işini kötü mimarlara verdik ve emin değiliz bu şiddette bir sarsıntıya dayanabileceğinden. O kötü mimarlar evimizin taşıyıcı kolonlarını götürüp kendi evlerine süs yaptılar. Beğendiklerinden değil ha. Huyları böyle.

Gene de devam edebiliriz hayatımıza. Evvela Cumhuriyet’in ilk yüzyılından neler öğrendiğimizi bir gözden geçirerek başlayabiliriz mesela işe. Buna henüz girişmedik bile. Bu öyle birkaç yayın projesiyle falan olacak iş değil, çok yapıldı geçen sene boyunca onlardan. Niyet edip hep beraber ışığı ve gölgesiyle okuyabiliriz geride kalan yüzyılı. Geç değil, yüzbirinci yılda da yapabiliriz bunu. Hem niye yapmayalım? Cumhuriyet’in dümenini beğenmediğimiz birileri ele geçirmiş olabilir. Ama Cumhuriyet fikrini elimizden alan mı var? Biraz da ironiyle söylüyorum… Cumhuriyet’i bir “dümen” olarak görmek yerine bir “fikir,” bir “ideal” olarak görmek onu yeniden keşfetmenin yolunu da açabilir mutlaka…

Bir uğursuz kapı önü

Şimdi size bu keşif yolu hakkında yazılmış küçük bir rehberden bahsedeceğim. Henüz yayınlanmadı. 10 Kasım günü matbaaya gidecek, demek ki sonraki bir ay içinde bulabilirsiniz onu kitapçılarda. Nefis bir başlığı var: “Cumhurdan Cumhuriyet’e: Osmanlı düşüncesinde saltanat ve muhalifleri.” Tarihçi arkadaşım Alp Eren Topal yazdı. Hayli zamandır uğraştığı bir işti. Tam olarak ne yaptığını Eylül sonunda Viyana’da yapılan Türkologentag’da (Türkoloji Günü) sunumunu dinleme fırsatı bulunca anladım nihayet. Aldı beni bir heyecan. Artık mevzuyu çok uzatmaması, 2023’te mutlaka yayınlaması için durmaksızın darladım ki, o biçim. Nicedir bu kadar heyecanlanmamıştım. Biraz da mahcup olarak ya hu kusura bakma, niye bu denli takıldım senin bu işine anlamadım, diye sordum ona da. Nicedir tamamlamaya çalıştığınız bir yap-boz’u düşünün. Sonunda nasıl bir resim çıkacağını bile bilmiyorsunuz. Derken bir parça alıyorsunuz kutudan ve ona baktığınızda yap-boz’un sonunda neye benzeyeceğini nihayet görmeye başlıyorsunuz. Hâlâ çok parça var yerine koymanız gereken, ama hikâyenin sonu hakkında bir fikriniz var artık, hevesiniz artıyor. Öyle bir şeydi işte bana taslağını gönderdiği işi okuduğumda hissettiğim.

Ne mi anlatıyor Alp Eren bir arkeolojik kazı risalesini andıran metninde? Cumhur fikrinin Osmanlı siyasi bağlamına ne zaman, nasıl düştüğünü; o andan itibaren hangi bağlamlarda, hangi anlamlarda kullanıldığını, Cumhuriyet’e nasıl dönüştüğünü tasvir ediyor tarihin katmanları boyunca. Şöyle de diyebiliriz, bir tohum olarak Cumhur’un toprağa ne zaman nasıl ekildiğini, hangi mevsimler boyunca yeşerip olgunlaştığını, dolayısıyla tam yüz yıl önce bugün ilan edilen Cumhuriyet’in ithal bir meyve değil, lezzetini, şeklini, şemailini tam da burada, bu topraklarda (yok yok benim bulunduğum bu yerde değil, memleket toprağında) aldığını anlatıyor.

Fazlaca “spoiler” verip tadını kaçırmamaya çalışarak birkaç ayrıntısından bahsedeceğim bu kitapçığın. Alp Eren’in bu risalede yaptığı en önemli işlerden biri, nice yıllardır iktidarda olan muhafazakâr söylemin başlıca iddiasının, yani 1923’te kurulan devletin idare şeklini Cumhuriyet olarak belirleyenlerin zihinlerinin ve siyasetlerinin bu topraklarda değil başka yerlerde şekillendiği doğrultusundaki ezberin gayet kasıtlı bir boşluk içerdiğini ortaya koyması.

Özellikle muhafazakâr söylem dedim, partiler değil. Çünkü muhafazakâr partilerde siyaset yapmayan niceleri de Cumhuriyet’in tarihsel bir kırılmaya (kimisine göre hayırlı, kimisine göre de gayet şer hükmünde bir kırılma) tekabül ettiği yolundaki bu ezberi tekrarlayıp duruyorlar hayli zamandır. Bu ortak ezber, farklı ve birbirleriyle kıyasıya rekabet etmekte olan siyasetlerde çoğunlukla aynı kapıya çıkıyor: Gerçekleşebilmiş olduğu kadarıyla Cumhuriyet fikrini ıskartaya çıkarma kapısı. Dolayısıyla Cumhuriyet’in bir kırılma olduğu yolundaki ezber, bize süregitmekte olan tarihte yeni bir kırılma önerisi içeriyor. O kapının önünde o rakip aktörleri Cumhuriyet’i olağanüstü koşullarda gerçekleşmiş tarihdışı bir kaza imiş gibi damgalayıp, ona bir alternatif ararken teşhis ediyoruz çoğunlukla. Kimisi ikinci, üçüncü, bilmem kaçıncı Cumhuriyet kurmayı öneriyor. Kimisi adı Cumhuriyet konmuş kırılmayla tarih boşluğuna düşen kimi “şey”lerin, mesela hilafetin restorasyonu gibi önerilerle çıkıp geliyor. Kimisi de, ahalinin henüz Cumhuriyet fikrine alışmadığı, yani halkımızın bedeninin bilmem nerelerde biçilip getirilmiş bu ilerici urbaya girecek kadar incelmediği vehmiyle Cumhuriyet’e ve onun demokrasisine “balans ayarı” verme işinin temeli olarak yararlanıyor bu ezberden. İddia ediyorum ki bu üçünün kafasındaki “halk” ya da “ahali” tarifi de üç aşağı beş yukarı aynı temel karakteristiğe sahip. Üçü de o ahaliden zerre kadar haz etmiyor. Birbirlerinden ayrıldıkları konu o hiç haz etmedikleri ahaliyle ilişkilenme biçimleri… Biri görmezlikten geliyor, diğeri pohpohlamak yolunu seçiyor, sonuncusu ise ahalinin yerine kendi hayalindeki bir sureti yerleştiriyor. Yoksa üçü de şimdi, burada yaşamakta olan, var olan ahaliye “yurttaş” sıfatını çok görme ortak paydasında buluştukları için aynı kapı önünde eyleşip duruyorlar.

Cumhur acep nereli?

Her neyse… Lafı daha fazla dolaştırmadan Alp Eren Topal’ın Cumhuriyet’in, daha doğrusu Cumhuriyet fikrinin nereli olduğu konusundaki önermesine geçeyim. Öncelikle diyor ki: “Tanzimat dönemine temel olan siyasi fikriyât ve bilhassa cumhuriyet tartışmaları da bu bağlamda basitçe birkaç avangard entelektüelin ‘modern Avrupa’ düşüncesinden iktibas ve tercüme faaliyetlerine indirgenemez.” Cumhur kelimesinin siyasi bir içerikle kullanıldığı ilk vakalara -metinlere değil sadece, vakalara da- dair tespitini birazdan söyleyeceğim. Ancak muhafazakâr söylem içinde sürekli hakîr görülen söz konusu “iktibas ve tercüme faaliyetleri”nin de neden Batı’dan yapılmış kaba birer “intihal” vakası olarak görülemeyeceği de yine Cumhur ve Cumhuriyet kelimelerinin tarih içinde geçirdiği semantik dönüşümden rahatlıkla anlaşılabilir diye not edeyim önceden. Zira Alp Eren’in risalesinde kaydettiği üzere “Cumhûr kelimesinden cumhûriyeti türeten 18. yüzyıl Osmanlı kâtip ve tercümanlarıdır ve anlaşıldığı kadarıyla kelime bu hâliyle Arapça konuşan topluluklara yine İstanbul’dan yayılmıştır.” Yani, söz konusu kâtip ve tercümanlar “public” ve “republic” kelimelerine karşılık olarak “cumhur” ve “cumhuriyet” kelimelerini tesadüfen önermiş değillerdir.

Şimdi mevzunun kalbine geliyoruz nihayet. Alp Eren Topal’ın risalesi bize “cumhur” kelimesinin en az 17’inci yüzyıl başından bu yana hem de siyasi bir vakıanın habercisi -önceleri o vakıanın konusu, sonra o vakıa etrafında bir tarz-ı oluş ve nihayet o vakıaya anlam veren bir aktör- olarak Osmanlı bağlamında kullanıldığını, tanındığını, dahası cumhur kelimesinin manasının ve ağırlığının Sultan’la bürokrasi ve nihayet ahali arasındaki gerilimler dolayımıyla değiştiğini, dönüştüğünü, tekamül ettiğini anlatıyor.

İlk kullanıldığı metinlerden biri, Genç Osman’ın Yeniçeriler tarafından halledilmesini hikâye eden Hüseyin Tuğî’nin Musibetname’si (Bu metin Şevki Nezihi Aykut tarafından tahlil de edilerek TTK’dan 2010’da yayınlanmış)… Tuğî bu metinde enteresan kategoriler kullanarak bir isyan hali içinde ete kemiğe bürünen cumhur’un siyasi içeriğini faş ediyor. Kendisi de bir Yeniçeri Ağası olan Tuğî, Yeniçeri’yi kastediyor “cumhur” dediğinde. Ancak aynı zamanda Sultan’ın, şehirliler nezdinde cumhur’u küçük düşürdüğünden de bahsediyor. Sultan-şehirli-yeniçeri şeklinde bir ayrışmadan söz ediyoruz şu durumda. Söz konusu isyana gelene kadar bu ayrışma çoktan olgunlaşmış ve hatta bir tür denge bulmuş olmalı ki Tuğî isyanın bu dengenin bozulması üzerine çıktığını anlatıyor. Üstelik yine Tuğî’nin vakayinamesinden anladığımız kadarıyla, Cumhur’u bir yekûn ve siyasi oluş(um) olarak gören yalnızca Yeniçeriler de değil. Çünkü Genç Osman’ın halliyle sonuçlanan isyan esnasında şöyle bir şey daha oluyor: “Ulema vü Meşâyıh tekrar recâ idüb eyittiler: Padişahum, Cumhur eyü deguldur, istedüklerin vir, yohsa hâl harâb olup, şehir gâret ü târâc olur.” Yani ulema ve meşayıh da Yeniçeri’yi cumhur olarak görüyor ve ondan Sultan’a bu isimle bahsediyor. Üstelik Cumhur öyle bir topluluk ki, istediklerini almazsa şehri yağmalayarak harab edebilir. Ve sonunda istediğini mutlaka alır. Oysa Tuğî isyanın sebeplerinden birinin padişahın edip eyledikleriyle Cumhur’u şehirlilerin gözünde küçük düşürmesi olduğunu söylemişti. Alp Eren bu tarihsel andan itibaren Cumhur kelimesinin şikâyeti ve aynı zamanda gücü olan bir kalabalığın adı olarak kullanıldığına dikkat çekiyor. Cumhur’un bu vaka öncesindeki kullanımıyla yan yana düşünüldüğünde nicedir hafife alınamayacak bir manaya zaten geldiği de anlaşılıyor. Kınalızade Ali Efendi, 16’ncı yüzyılın ikinci yarısında yazdığı Ahlak-i Alâ’i’sinde cumhur’u hiç haz etmediği avam’dan ayrı, herhangi bir konuda nihai kararı verme gücüne sahip nitelikli çoğunluk anlamında kullanmaya başlamış çoktan: “cumhur-ı hükemâ, cumhûr-ı halk” gibi tamlamalar üretmiş örneğin.

Şimdi diyeceksiniz ki, ne yani cumhur Yeniçeri miymiş, e asker değil miydi onlar? 17’nci yüzyıldan bahsediyoruz… Alp Eren’in de kaydettiği üzere Yeniçeri yalnızca asker değil, aynı zamanda bürokrasi… Ve yurttaşlık değil henüz meselemiz, ona biraz daha var. Sultan’ın gücünün nasıl sınırlanacağını tartışıyoruz tarihin o aşamasında. Yurttaşlık meselesine çooook sonra geleceğiz, ama oraya gelmek için bu yoldan geçmemiz gerekiyor. Osmanlı bağlamında Cumhur’dan yurttaşa giden yola hayli erken, hiç yoksa bugüne kadar bildiğimizden çok daha önceden çıkıldığı anlaşılıyor bu risaleden. 17’inci yüzyılın ilk çeyreğinden söz ediyoruz en nihayetinde. Toplamına Yeniçeri dediğimiz sivil-asker bürokrasi, şehirliler karşısında Sultan’ın zedelediği itibarlarını kazanabilmek için onun gücünü sınırlamak istiyorlar. Onları “cumhur” kılan da Sultan’ın gücünü sınırlamak dolayımıyla şehirlinin gözündeki itibarlarını (geri) kazanma arzusu. Nitekim Alp Eren, Yeniçerilik’in kaldırılmasının sultanla şehirli (aslında genel olarak ahali) arasındaki teması doğrudanlaştırdığını, II. Mahmut döneminin bu nedenle totaliterleşme emareleriyle dolu olduğunu da aktarıyor. Bu doğrudan temasın, yani sivil/asker bürokrasinin aradan çekilmesinin, neticede yetkileri sınırlanmamış bir hükümdarla ahali arasında bir siyasi hareket sahası kalmamasının hiçbir yerde hayra alamet olmadığını zannediyorum ki gözlemlemek kadar tecrübe ederek de öğreniyoruz yeniden.

Eksiğiyle gediğiyle

Dahası da var… Ama ben uzatmayayım, birkaç hafta sonra çıkacak olan bu risaleden kendiniz okursunuz. 17’inci yüzyıldan bu yana kimlerin, nasıl cumhur’a dönüştüklerini gördükten sonra Cumhuriyet’in kaçınılmaz, hatta hayli gecikmiş -II. Mahmud ve II. Abdülhamit gibi figürler, onların neyi becerebildikleri ve neyi, neden beceremedikleri düşünüldüğünde- zorla ve şerle geciktirilmiş bir hal olduğunu idrak etmek hiç de zor değil.

Cumhuriyet bir hal, proje değil. Projelerin başı-sonu bütçesi, kıymeti önceden belirlenir ve sınırlanır. Projeler edilgendir, dahil olanları edilgenleştirir. Cumhuriyet ise bir hal… Bir müşterek hal… Hiç de bir kırılma değil. Uzun yüzyıllar boyunca, gayet de kendi toprağında serpilip gerçekleşmiş bir fikir. Tesadüfi olmadığı gibi, bazı züppelerin modaya uymak üzere terziye yaptırdıkları bir elbise de değil. Eksiğiyle gediğiyle, iyisiyle kötüsüyle, ışığıyla gölgesiyle bizim halimiz, ev halimiz hem de… O yüzden özlüyoruz bu kadar Cumhuriyet’i. Onun olmayışını, hayatlarımızın gidişatında söz hakkımızı kaybettiğimiz ölçüde hissediyoruz en çok. Tepemize bir şey düşeceği korkusuyla başımızı kollarımızın arasına sıkıştırma ihtiyacı hissettiğimiz anların frekansı sıklaştıkça özlemimiz katmerleniyor. O parçalar sahiden düşüyor üstelik, eksiliyoruz Cumhuriyet’ten biz de. Evimizi, kendimizi özler gibi özlüyoruz Cumhuriyet’i.

Eh bir günde gelinmedi buralara… Cumhuriyet’i her gün yeniden keşfetmek lazımdı. Rızamızı kazanmak isteyen janti amcaların başka memleketlerden getirdikleri şık ambalajlı bir hediye olarak görmemeliydik onu. Yalnız ışığında demlenmemeli, gölgesiyle de yüzleşmeliydik ki onu zamanda tarihdışı bir kırılma olarak sınırlayıp kenara atmaya kalkışanlara “hadi ordan” diyecek gücü-kuvveti bulabilelim kendimizde.

Ama hiçbir şey de bitmiş değil ki… Nasıl bitsin? Bizim ortaklaşacak başka hiçbir şeyimiz yok ki!

Not: İstedim ama Alp Eren bana kısa biyografisini göndermedi. Şu kadarını yazayım: 2009’da Bilkent Üniversitesi, Amerikan Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Doktorasını aynı üniversitede Siyaset Bilimi alanında yaptı. Kafayı kavramların tarihine taktı, 7-8 sene kadar önce tanıştığımızda bir müddet daha bu alanda kalacağını, sonra artık yeni denizlere yelken açacağını söylüyordu. Ondan beri sürekli yer değiştiriyor ama kavramlardan ve tarihlerinden kopamıyor. Uzun uzun sıralamayayım, şu linkte bir özgeçmişi var, oradan yayınlarına da bakabilirsiniz…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.